Bir o kadar da stres ve korkunun kaynağı olur bu günler çünkü Türkiye’de görüşe gitmek işkence görmek gibidir. Metalik kapılardan geçmek yetmez, ayakkabılar çıkarılır, kıyafetlerdeki boncuklar, pullar sökülür, ne oyuncak sokulur içeri, ne şeker. Kadınsanız daha da artar bu işkence. Kimi cezaevlerinde pedler bile aranır. Yeri gelir, çuvala benzer bir kıyafet giydirilip öyle geçtiğiniz halde hâlâ öterseniz, suratınıza bakıp, “Yoksa spiral mi var” diye sorar görevli. Utanırsınız. Bütün insanlık adına, insanlığınız için utanırsınız... Ama kendinizi bırakıp, en çok da çocukların bu mağduriyetleri yaşamasına üzülürsünüz. Cezaevinden çıktıktan sonra katıldığı ilk programda Nedim Şener’in görüşe gelenlerin yaşadıklarını gözyaşları içinde anlatması işte bundandı. Yüz binlerce insanın yaşadığı bu uygulamalar böylece daha görünür kılındı. Doğan Yurdakul’un kızı Reyhan, Tuncay Özkan’ın kızı Nazlıcan, Kadri Kaya’nın kızı Rezan yaşadıklarını anlattı... Mustafa Balbay’ın çocukları Yağmur ve Deniz’in neler yaşadıklarınıysa anneleri Gülşah Balbay...
Okuyun, anlayacaksınız...
Gülşah Balbay
Ayağımızı kesemezler
Mustafa alındığında Yağmur sekiz yaşındaydı, Deniz’se daha bebek. Sabah geldiler, babası Yağmur’un yanağından öptü. Henüz tam uyanmamıştı. Uyandığında bir şey olmamış gibi giydirdim. Yakında dönecek, İstanbul’a gitti, dedim. Okula bıraktım. Ama haber çoktan yayılmıştı, veliler, arkadaşları soruyordu. Akşam dönüşte çok zor anlar yaşadık. Uzun süre kabul etmek istemedi. Her akşam ağlama nöbetlerine giriyordu, babamı istiyorum, ne zaman gelecek, diye. Beş gün sonunda Mustafa’yı görmeye gittik, heyecanla. Ona sürekli “Baban yakında dönecek, suçu yok. Cesur bir gazeteciydi, yönetenleri eleştirdiği için içerde” diye açıklama yaptık. Akıllı bir çocuktu algıladı... İnsanlardan çok destek gördük, kimi çocuklarını alıp getirdi Yağmur’la oynasın diye. Hiç yalnız kalmadı. Okuldan kopmaması için okulla elele verdik. Arkadaşları bu konuda Yağmur’u zora düşürmesin diye velilerle görüştük. Her hafta babaya götürdüm. Başta cezaevi çocuk için uygun değil diye bir tereddüt yaşadım. Ancak baba özlemi ağır bastı. On dakikalık telefon görüşmesi için okula gitmediği, evde telefon beklediği oldu. Gidemediği günleri kapatmak için şartlarımı zorladım, özel öğretmenler tuttum. Derslerindeki başarısı, motivasyonu artınca kendine güveni yeniden geldi. Mümkün olduğunca hayatı ona normalleştirmeye çalıştım. Baban bizi iyi bulmalı, ne kadar moralli görürse o da o kadar iyi olacaktır, dediğimde hep dirildi.
Deniz şimdi şimdi farkına varmaya başladı. Bebekken de farkına varmıştı, ama ne olduğunu bilmiyordu. Dokuz aylıkken cezaevine onu da götürdüm, Deniz ağlardı, ben emzirerek Mustafa’yla görüşürdüm. Daha bebek olduğu halde kucağımda güvenlik kapısından geçmesine izin verilmediği için gardiyanlar alıp geçirirdi. Onlardan korktuğu için ağlama krizlerine girerdi. Şimdi de korkuyor, ama baba sevgisi her şeyden üstün geldiği için görüşlere geliyor. Deniz’le kimi zaman babanın resimlerine anlatıyoruz parkta neler yaptığımızı. Eski programlarının CD’lerini izliyoruz. Bedri Baykam sağolsun babanın portresini yapmış, salonun en güzel köşesine koyduk. Bazen dakikalarca hiç konuşmadan resme bakarken yakalıyorum onları. Yağmur babasıyla çok gurur duyuyor. Çok özgüvenli. Bu yüzden mutluyum. Şu anda Deniz’e eğildim. Onu da aşacağıma inanıyorum.
Aramalarda yaşadıklarımız başta çok dokunurdu, şimdi diğer tutuklu yakınlarıyla bu hafta kime loto vurdu diye şakalaşıyoruz. Kadınlar bir arada aramaya girdiğimizde, kilo almışsın gibi espiriler yapıp gülüyoruz. Çok gereksiz, hiçbir hakka hukuka sığmayan uygulamalar var. En çok da insana çocuğuna yapılan dokunuyor. Çocukların saçları yolunarak tokaları çıkarılıyor, bebeklerin bezleri bile ağlama krizlerine rağmen çıkarılıyor. Bazen içeri giremeyeceğiz diye korkuyorsunuz. Aramam uzun sürerse çocuklara siz gidin, birazdan gelirim dediğim çok oldu. 10-15 dakika rötarla görüşe giriyorum mecburen. Eskiden falaka varmış şimdi böyle işkence yapıyorlar. Sizi utanç içerisinde bırakıp ruhen çökertip bozuk moralle tutuklunun yanına göndermek, onun moralini bozmak, tutuklu yakınlarını bezdirip, ayaklarını kesip içeridekine daha çok ceza vermek istiyorlar. Ancak ne yaparlarsa yapsınlar her hafta gideceğiz.
Nazlıcan Özkan
Cezaevini yıkacak boncuklar!
Sabah çok erken saatte servise biniyordum. Bir iki sokak geçmişken annem arayıp dönmemi, önemli bir defterimi unuttuğumu söyledi. Kötü bir şey olduğu belliydi ama aklıma gelenler şimdi düşününce öyle naifmiş ki. Döndüğümde kuzenimle beraber kapıyı açtılar. Televizyonu açmışlardı. Altyazıyı okuyup koltuğun köşesine oturduğumu hatırlıyorum. O andan beri uyanamadığımız bu kâbusun içindeyiz... Gözaltındayken yapılan haberler öyle korkutucuydu ki, mitinglerde bağıran adamın dört günde nasıl bitap düştüğünden bahsediyor, anlata anlata bitiremiyorlardı. O yüzden çok korkarak gitmiştim, neyle karşılaşacağımı bilmiyordum. O güne kadar cezaevinin kapısından bile geçmemiştim. Kurallardan habersiz, bayram olmasını bahane ederek, çocukça bir “gücüne güç katar” düşüncesiyle cebime şeker koyup gitmiştim. Şekeri bulunca ciddi bir aramadan geçirildim. Yaşadığım her şey ayrı bir şaşkınlıktı. Aramalar başlı başına travmadır. Özellikle ilk seneler, belki daha küçük olduğum için müthiş geriliyordum. Aramadan kurtulup gittiğim görüşte söyleyeceklerimi hatırlayamadığım oluyordu. Onsekizinci yaş günümde babama güzel görünmek için elbise giymiştim. Üstündeki boncuklar aramaya takılınca makasla kesip biçtik. Üstüm başım kumaş parçalarıyla girmiştim görüşe. Babamın üzüntüsünü ve hayal kırıklığımı unutamıyorum... Her çarşamba Silivri’ye gidiyorum. Özellikle ilk yıllar hiç aksatmamaya çalıştım. Hasretimiz de büyük, endişem de. Cam ardından bakmak yetmiyor. Hasret çeken hiçbir baba kıza yetmez. Babam alındığında 15 yaşındaydım, şimdi 19’um. Yokluğuyla geçen dört koca yıldan daha çok hiçbir şey acıtamaz canımı. Yaşananlara karşı çaresizliğim, kâbusun bitmesini sağlayamamam ve kendi kahramanımı kurtaramamam bana en çok acı veren şey. Sürecin belirsizliği nedeniyle her sabaha “Bugün gelecek” diye uyanıp her gece hayal kırıklığıyla uyumaya çalışmak dört yıldır bizi çok yoran ve yıpratan şeylerden biri...
Rezan Kaya
Acaba kimi alacaklar?
Ben Rêzan Kaya Diyarbakır’da yaşıyorum. 27 yaşındayım. Şehir tiyatrosunda oyuncuyum. Baskın yapıldığında evdeydim, sabah beş buçuk gibi kapı çalındı, babamla açtık. Polisleri görünce ilk beş saniyede binlerce ihtimal geçti aklımdan, en kötüsü “Acaba kim?” diye düşünmekti; annemi mi alacaklar, babamı mı, beni mi? Babam Kadri Kaya’yı aldılar.
Babamla haftada bir, 45 dakika görüşebilme imkânımız vardı. Diyarbakır’da yaşıyoruz ve babam Batman M tipi cezaevindeydi. Cezaevine gidince tam bir karmaşa oluşuyor. Aramalarda dua ediyoruz ki gardiyanlar bizi arasın hasbelkader bir askere denk geldiysen dokunulmadık yerini bırakmıyorlar. Babam “Bir farkımız yok. Biz içerde siz dışarıda tutuklusunuz” demişti, haklı, hepimiz suçluyuz onların gözünde, bu yüzden nefretle bakıyorlar. Gerçi babamın iddianamesini okuduktan sonra suçluluk hissine kapılmadım değil. Çünkü babamı her Kürt’ün evinde bulunan müzikler yüzünden bile suçluyorlar!
Bu süreçte bizi en zor duruma düşüren galiba avukatların artık tamamen vazgeçmiş olmaları; zaten saçma sapan bir iddianame karşında savunma yapsak da sonunda ceza verecekler, diye. O yüzden duruşmalar televizyon programlarına benziyor. Neden, diyorum her mahkemeden çıkışta, neden?
Dava süreci şu an ne aşamada diye sormuşsunuz anlayabilsem gerçekten size de anlatmak isterdim. Her duruşmada avukatlar aynı şeyleri söylüyor ki, iddianame karşısında söyleyecek çok bir şey yok. DİHA Diyarbakır temsilcisi babamı haber sattığı için yargılıyorlar. Sonra da bizim yüce başbakanımız(!) çıkıp gazeteci değil, onlar örgüt üyesi diyor. Babam 11 ay boyunca tutuklu yargılandı ve buna gerekçe olarak delilleri karartma gösterildi. 28 Mart’ta ise tutuksuz yargılanmak üzere bırakıldı babam, bakalım 14 Mayıs’taki mahkemede ne olacak.
Reyhan Yurdakul
Sevinç ve utanç bir arada
Doğan Yurdakul, Türkiye’nin pek çok dönüm noktasına gazeteci olarak tanıklık etti. 12 Eylül’de zorunlu sürgün yaşadı. Kızı Reyhan Fransa’da büyüdü. Hâlâ da orada. Cezaevi, düşünceye baskıların geride kaldığını düşünürken 3 Mart 2011’de babası gözaltına alındı ve her şey tekrar 12 Eylül’e döndü... Ta ki bu yıl 28 Şubat’ta tahliye olana kadar... Ama yaşananlar unutulmadı, unutulmayacak.
Geçen Şubat’ta, Soner Yalçın tutuklandığında şaşırmış, babasına mail yazmıştı Reyhan. Endişelenmemesi yanıtını aldı, ama 3 Mart 2011’de tutuklandı babası. O sıralarda hasta olduğu için internetten uzaktı Reyhan, annesi üç gün sonra söylediğinde kafasında bir dolu şey döndü, tehlikeler, 70’lerdeki, 80’lerdeki yaşadıkları...
Fransa’da çalıştığı için her görüşe gidememenin ağırlığı asıldı bir de boynuna. Her gün internetten Türkiye’de neler olduğunu, babası için yeni bir şey var mı diye takip etti. Bozuk Türkçesiyle sık sık uzun mektuplar yazdı babasına, onu çok güldürdü bozuk Türkçesinin de yardımıyla! Gelmesi on günü bulan mektupları diken üstünde bekledi. Bir sabah telefon gelecek ve babasının zayıf kalbinin dayanamadığı haberini alacak diye çok endişe etti. Özellikle de cezaevindeyken eşi Güngör Yurdakul’u kanserden kaybettiğinde...
İlk defa cezaevine girdiğinde babasını görecek olmanın sevincine korku eklendi. Üstünde metal olmamasını tembihlediklerinden sutyen takmamıştı. Elbise ve kolay ayakkabı giydi, mücevher takmadı. Kıyafetini cepsiz seçti ki, problem olmasın. Zaman geçiyor, arama sürüyor, görüş saatinin sonuna yaklaşılıyordu. Görevli “Elbiseni biraz yukarı çıkartır mısın” dediğinde panik ve korkuyla elbisesini tümden çıkarttı...
Babası bir yılda çıkabildiği için şanslı hissediyor, çünkü daha uzun yatan gazeteciler olduğunu biliyor. Babası çıktığında mutlulukla karışık utanç yaşaması bundan. “Çocukların babalarını nasıl özlediklerine Silivri’de tanık oldum” diyor, “Babama destek olan Fransız Gazeteciler Sendikası’na başka gazetecilere de destek olması için ricada bulundum. L'Humanité Soner Yalçın’a destek veriyor. Babam tahliye olduğu gece ‘Kalbimin yarısı içerde yarısı dışarda’ dedi, benim de öyle... Bütün gazeteciler için bu günler geride kalsın istiyorum.”
Yorum Gönder