SEVGİLİ okuyucularım, dün yanındaki ekiplerle birlikte Hollanda’ya giden Bay Abdullah Gül, havaalanında çok tuhaf bir biçimde 28 Şubat savunmasına geçti ve kendini şu sözlerle aklamaya çalıştı:
“Ben o zamanki Refahyol hükümetinde bakandım ama Milli Güvenlik Kurulu üyesi değildim. Dolayısıyla o günkü MGK kararlarında benim imzam yok. Daha sonra o konular Bakanlar Kuruluna getirilip herhangi bir Bakanlar Kurulu kararı çıkarılmadığı için, benim imzam yok. Ama tabii ki o dönemi yaşayanlardan biriydim.”
Bu sözlere neresinden bakmalı!
Beyefendi o günkü hükümette Refah Partisi milletvekili kimliği ile Devlet Bakanı olarak görev yapıyor…
Ve 28 Şubat 1997 günü toplanan MGK, ülke geleceği açısından çok önemli bazı kararlar alıp bunların hükümete bildirilmesini iki koalisyon ortağından istiyor.
Evet doğrudur, Bay Abdullah Gül o sırada MGK üyesi değildir ve kararların altında imzası yoktur.
İyi de, böyle olması onun en azından vicdani ve siyasi sorumsuzluğunu sıfıra mı indirir?
Sen o dönemde bir hükümet üyesi olarak görev yapıyordun. Günün birinde bu ülkede Mustafa Kemal Atatürk’ün makamına oturacağını rüyanda görsen hayra yormazdın.
Liderin, anlı şanlı Necmettin Erbakan. Onun iktidar ortağı ise Tansu Çiller.
Türkiye karışmış, birbirine girmiş, irtica hortlamıştı.
Kendilerinden olmayanlara ana avrat sövülüyordu. Refah’ın milletvekilleri ve belediye başkanları bir sürü yüz kızartıcı işe bulaşmış durumdaydı.
Bazıları başı açık kadınlarımızı kast ederek “Türkiye’de iki milyon orospu var” diye demeçler veriyordu.
Yazmakla bitmez…Bazı milletvekilleri Atatürk’e sövüyor, onun annesinin Selanik genelevinde çalışan “Vesikalı orospu” olduğunu söylüyordu. Bu sözler toplumda dalga dalga yayılıyor, büyük tepkiler oluşuyordu.
Yolsuzluklar arşa çıkmış, millet soyuluyordu…
İşte bu ortamda, siyasi rezaletin de arşa yükseldiği bir ortamda –beğenelim veya karşı çıkalım- askerlerin ağırlık koymasıyla 28 Şubat kararları alındı.
***
Şimdi yine dönelim Bay Abdullah Gül’ün dünkü sözlerine!..Efendim, o günlerde bakan olarak görev yapıyormuş ama MGK üyesi olmadığı için kararların altında imzası yokmuş!
Kendini böyle savunmaya (!) çalışıyor.
“Benim sorumluluğum yok” demeye getiriyor.
Sorumluluğun nasıl yok beyefendi! Sen, ülkemizi o günlere getiren siyasetçilerden birisin. Sorumluluk, ille de bir şeyin altında imzan olmakla gerçekleşmez.
O kararlara muhatap olan, zamanında senin de “Muhterem hocam” diye hitap ettiğin, karşısında esas duruşta bekleyip emirlerini aldığın Necmettin Erbakan değil miydi?
Dolayısıyla, o kararların muhataplarından biri de, dolaylı olarak bile olsa sen değil miydin?
Şimdi burada kendisine herkesin önünde soruyorum:
1- Abdullah Bey, sen 28 Şubat kararları sırasında hükümet üyesi idin. O kararlara kamuoyu önünde şu veya bu biçimde –sözlü veya yazılı- tepki verdin mi?
2- Varsayalım korktun ve ağzını açamadın. O halde bakanlık görevinden istifa etmeyi niçin düşünmedin?..Olanları, yapılan baskıları kınayıp istifa edemez miydin?
Bu sorulara hiçbir zaman yanıt veremeyecektir.
Şimdi gücü eline geçirince konuşmak kolay!
Madem baskı vardı ve demokrasiden sapılmıştı, marifet o zaman konuşmakta, tepki vermekte, o zaman istifa etmekteydi.
Burada hemen belirteyim, Abdullah Gül nasıl o hükümetin Devlet Bakanı idiyse, günümüzün AKP milletvekili Mehmet Sağlam da Milli Eğitim Bakanı idi. O da aynen Bay Abdullah Gül gibi, hiçbir tepki veremedi. Bu gerçeğin de bilinmesinde, belleklerin bir köşesinde tutulmasında yarar görüyorum.
Eğer 28 Şubat olayında suç varsa, olanlara tepki göstermeyip sineye çeken, istifa etmeyi bile akıl edemeyen korkak ve sorumsuz siyasetçiler de suçludur.
TAYYİP’İN “ANIRMA” OLAYI
2003 yılında Hürriyet’te bir yazımda, paradan altı sıfır atılmayacağını yazmıştım. Bu masallara karnımızın tok olduğunu belirtip şöyle demiştim:
“Biz paramızdan sıfırları atma masalını her iktidar döneminde dinledik. Eğer yaşar da 2004 yılı sonunu görürsek ve Törkiş liradan altı sıfır atılmış olursa, ben bu hükümetten burada ertesi günkü yazımda özür dilemeyi görev bilirim.”
İtiraf edeyim, bu konuda yanıldım. Paradan altı sıfır atıldı, ertesi günkü yazımda olmasa bile, daha sonra özür dilemek zorunda kaldım.
Basit bir yanılma olayıdır ve herkesin, özellikle her köşe yazarının başına her konuda gelebilir.
Ancak Tayyip o yazımı çarptırarak diline doladı…
Hem de abartarak, çok yakışıksız bir biçimde.
Önceki günlerde söylediği o çirkin sözleri, Pazar günü partisinin Tekirdağ il kongresinde bir kez daha tekrar etti:
“Biz ne dedik? Altı sıfırı kaldıracağız dedik. Yapamazsınız dediler. Hatta ‘Taksim meydanına çıkıp eşek gibi anırırım’ diyenler oldu. Hatta köşe yazarlarından bu şekilde diyenler oldu. Şu anda hala utanmadan sıkılmadan bu iktidara saldırıyor. Önce sen çık Taksim meydanında bir anır bakalım, görelim.”
***
Şimdi yazacaklarım için lütfen “Sen niye üstüne alınıyorsun” demeyin…Çünkü beni kast ediyor. Sadece, dava konusu olmasın diye ismimi söyleyemiyor!
Aynı sözlerini daha önce de “Ezberden” söylemiş, yine isim vermemişti. Fethullah’ın Zaman gazetesi onun sözlerine aynen yer verdi, yanına da parantez açıp “Bu sözler (anırma olayı) Başbakanın Emin Çölaşan’ı kast ettiği biçimde yorumlandı” dedi. Bunun üzerine Zaman’ı mahkemeye verdik, tazminat istedik.
(Mahkemenin bu yalan ve iftira konusunda verdiği kararı size önümüzdeki günlerde açıklayacağım. Sürpriz olsun, birkaç gün daha beklemenizi istirham ediyorum!)
Şimdi size Tayyip’in bu sözleriyle ne durumlara düştüğünü anlatmak istiyorum:
1- Hiçbir gazeteci, paradan altı sıfır atıldığı takdirde herhangi bir yerde anıracağını yazmadı. Tümüyle yalan söylüyor.
2- Ben de hiçbir zaman böyle bir şey söylemedim, yazmadım. Eğer elinde böyle bir belge, yazı varsa, kanıtlaması gerekir.
3- Bu gibi yalanlarla kitlelere hitap etmek, birilerinin eşek gibi anırmasını istemek, bir başbakana yakışmaz.
4- Bildiği bir şey varsa, isim vermesi gerekir. Sütre gerisinden saldırmak yine yakışmaz.
5- Yine beni kast ederek ‘Şu anda utanmadan sıkılmadan bu iktidara saldırıyor’ demesi de ayıptır. Onun iktidarını eleştirmenin utanmakla, sıkılmakla ilgisi yoktur.
***
Hemen belirteyim, Tayyip’in bu sözlerini yandaş gazeteler dün şu başlıklarla kullanmıştı:
Sabah: “Taksim’de bir anır bakalım, görelim.”
Radikal: “Anırırım diyenler nerede?”
Bir başbakan böyle yalanlara, bu gibi hayali kavramlara sarılmak zorunda kalıyorsa, kendisine bu yalanı ileten danışmanlarını sorguya çekmeli, ya da bu “Eşek gibi anırmalı vesaireli” yazıları hangi köşe yazarının ne zaman yazdığını kanıtlamalıdır.
Anladığım kadarıyla kendisinin sinir sistemi iyice bozulmuş. Ya önüne sürülen bu iftiraları gerçek sanıp konuşuyor, ya da bunları kendi kafasından üretip gerçek olduğuna inanmaya başlıyor!
Her iki olasılıkta da, durum vahim demektir!
Bir başbakan, kendi düzeyini biraz olsun korumakla yükümlüdür.
Yorum Gönder