Ülkemizin liberalleri uzunca bir zamandır demokrasi coşkusu yaşıyorlardı, açılan “darbe davaları”, soruşturmalar bu coşkuyu biraz daha tetikledi, uçmaya başladılar. Hele iktidar destekçisi liberal medya ve sözcüleri “daha da, daha da” çığlıkları atmaktan bir hal oluyorlar. Neredeyse Mustafa Kemal de “makable şamil” yargılansın, devrimler soruşturulsun, diyecekler.
Temel bir yanlışları var; olayları zaman ve mekân kavramlarıyla ele almıyorlar. Olayların geçtiği dönemlerdeki siyasal, toplumsal, ekonomik, kültürel koşulları göz önüne almadan, irdelemeden üzerlerinde bir yargıya varıyorlar. Oysa tarihsel hiçbir olay dönemin koşullardan bağımsız olarak gerçekleşmemiştir.
Düşüncelerine değer verdiğimden değil, en çığırtkanları ve bilgi donanımı an alt düzeyde olduğundan Nagehan Alçı’dan bir örnek vermek istiyorum. CNNTürk ekranında “Mao da katildir, Castro da, Che Guevera da!” diye bağırıp çağırıyor. Bu devrim önderlerini emperyalizmin sömürüsü altındaki ülkelerinin iç dinamiklerinin yarattığını, gerekli iç ve dış koşulların var olmaması durumunda Çin’de de, Küba’da da devrimin başarı şansının olamayacağını düşünemiyor. Birçok benzeri gibi o da diyalektik düşünmekten yoksun, atıp tutuyor. O ve benzerleri için devrim süresinde ve sonrasında karşıdevrimcilerin tasfiyesi birer cinayettir, devrim önderleri de birer katildir! Bu liberallerin yeniyetmeleri de, soldan çark edip sonradan olanları da kurtuluş savaşlarını, devrimleri, askeri darbeleri birbirine karıştırıyorlar. Aralarındaki ayırımı göremiyorlar ya da görmek istemiyorlar.
Askeri darbelere gelince… 19. yüzyılın başlarından 20. yüzyılın ikinci yarısının ortalarına kadar darbeler özellikle Asya, Afrika ve Latin Amerika ülkelerinin siyasal yaşamlarını etkilemiş olan askeri müdahalelerdir. Örneğin, Arjantin’de 1819 yılından günümüze kadar geçen sürede başa geçen 46 devlet başkanından yalnızca ikisi görevlerini bir askeri darbenin hedefi olmaksızın, seçimle teslim etmişlerdir. Avrupa ise 1974 yılında Portekiz’de, 1967 yılında Yunanistan’da iki askeri darbe yaşamıştır.
Askeri darbeler yukarıda sayılan üç anakara ülkelerini etkileyen uluslararası ortak koşulların sağladığı elverişli ortamda baştaki iktidarlara (bu iktidarlar işbaşına demokratik yollardan veya yine bir askeri darbeyle gelmiş olabilirler) yönelik girişimlerdir.
Türkiye bir askeri darbeyle ilk kez 27 Mayıs 1960’ta tanışmıştır. Bu darbe daha sonrakilerden farklı olarak askeri hiyerarşik düzen dışında, genç subaylar tarafından Demokrat Parti iktidarına karşı girişilmiş, başarıya ulaşmış bir müdahaledir.
Darbenin iyisi kötüsü olur mu? Bu sorunun yanıtını 27 Mayıs bağlamında vermek kolay değildir, birçoklarına göre söylemleri, davranışları, uygulamalarıyla meşruiyetini yitirdiğini kanıtlamış bir iktidara karşı gerçekleştirdiği ve ülkeye özgürlükçü bir anayasa kazandırdığı için “doğrudur”. Fakat sonrasında kurulan Yüksek Adalet Divanı’nca verilen üç ölüm cezası ve ağır mahkûmiyet kararları gibi darbeyi gerçekleştiren Milli Birlik Komitesi üyelerine tanınan “tabii/temelli senatörlük” hakkı türünden uygulamalarla “yanlışa düşmüş” bir müdahaledir.
Askeri darbelere temelden karşı olan birçok insan da 27 Mayıs 1960 ile 25 Nisan 1974 günü Portekiz’de gerçekleşen ve ülkeye demokrasi, halka özgürlük getiren “Karanfil Devrimi” arasında bir benzerlik kuruyor. Hiç kuşkusuz bu benzetmede bir doğruluk payı vardır; ne var ki hiçbir darbe bir diğerinin aynısı değildir. Aralarındaki farkı orta ve uzun erimlerdeki benzeşmezlikler belirler.
Demokrasiye gönül vermiş liberallerimiz “tüm darbeler ve darbe girişimleri yargılansın” diyorlar. Onlara katılmamak olası değil, fakat “derya içre olup deryayı bilmeyen” balık gibiler, gözlerinin önünde olup bitenlere karşı körler. Hak arayan öğrenciler, anlatım özgürlüğünü kullanan gazeteciler, yazarlar, düşüncelerini açıklayan bilim adamları içeri atılırken, suçları kanıtlanmamış yüzlerce tutuklu yıllardır demir parmaklıklar ardındayken, seslerini çıkarmıyorlar.
Gazetelerin köşe yazarları birer ikişer yerlerinden olurken, susuyorlar. Dün Zeynep Oral, Nilgün Cerrahoğlu, Mine Kırıkkanat, sonra Ferai Tınç, Bekir Coşkun, Emin Çölaşan, Necati Doğru, Oktay Ekşi, Türker Alkan, daha sonra Ece Temelkuran, Nuray Mert, Cüneyt Ülsever, Özdemir İnce köşelerinden uzaklaştırıldılar. En son Osman Ulagay mesleğini bırakmak zorunda kaldı. Liberaller ise susuyorlar. Demek ki özgürlükçü ve demokrat olmak için “liberalim” demek yetmiyor. Önce insan gibi insan olmak gerekiyor. Bu da galiba işin en zor olan yanı!
Yorum Gönder