Bitirilmemiş tümceler, pencere kenarında yanan lambalar...
Bir sessizlik alıp götürdü gölgeler ülkesine.
Bir gece yarısı uykum kaçtı, pencereyi açıp gökyüzüne baktım uzun uzun.
Kendimi Mahmud Derviş gibi denizin taştığı yıl öğrendim, kül olmuş kentleri, savaşları düşündüm.
Darbeleri...
Ölümleri...
Sahi Erdal Eren yaşasaydı kaç yaşında olacaktı bugün?
Suriye’de, Irak’ta, Libya’da, Afganistan’da ölen çocukları, dul kalan kadınları...
Nedense 12 Eylül sürecinden sonra olup bitenleri, zorunlu din derslerini, Atatürk’ün kurduğu kurumların nasıl kapatıldığını, tarikatlarla kol kola girip 1982 Anayasası’nın oylamasına gidilmesini...
Yüzde 92 evet!
Gözlerimi yumdum bir ara...
Sahi kaç yaşında darağacına götürülüp idam edilmişti Erdal Eren?
17 yaşında!
Bunun hesabını kim verecekti?
Kim verecekti Filistin’de, Irak’ta, Libya’da, Afganistan’da ölen çocukların hesabını?
Türkiye’de mayın tarlalarında, çöplüklerde buldukları bombalar, kurşunlarla ölen çocuklarımızın hesabını?
***
Mahmud Derviş, Arap Ahmed’in öyküsünü anlatır...
Bir Filistin acısıdır bu yıllardır bitip tükenmeyen.
“Akan kanımda öleceksen
Yeniden doğmak için
Un çuvallarından.
Geleceğiz ses vermek için sesine
Bizi çağırdığın zaman
Ve ölümün çehresi
Yitip gidecek sözlerimizden.
Eli ölümün
Savurup atacak bizi
Yalın bir yurda doğru
Yasemin bir düşün beklediği.”
Kekikten ve taştan Ahmed’in öyküsü... Gökyüzünde kayıp giden yıldızlar... Bitmemiş tümceler...
Yılların izlerinde yürüyor gibiydi gece yarısı.
Yumrukların bir çiçek olması o denli zor muydu? Zor muydu insanca yaşamak, akan kanın durması? Zor muydu gencecik çocukları öldürenlerden hesap sorulması?
Bir çığlık duyuyorum işte bunları düşürken... Belki siz de duydunuz bilemem:
“Kuşlar bana bıraktı şarkılarını
Ve ben koştum
Kanımın derinliklerine in
Derinliklerine in
Derinliklerinde ekmeğin
Yalın bir yurdumuz olsun
Yasemin bir düşün beklediği.”
***
Kaç yaşında olacaktı Erdal Eren yaşasaydı?
Zamanın derinliğine nasıl bakacaktı? Nasıl bakacaktı denize, akan ırmağa, ağaçlara, kuşlara, toplumsal olaylara, darbelere, ölümlere, işkencelere?
Bir başkaldırı var içimde hüzünle karışık, bir duygu yoğunluğu.
Edmond Jabes’in “kelimenin içindeki hayat ile ölüm arasında söyleşisi” bir özlemi anımsattı o gece yarısı...
“Şafak, Yukel, çiylerle kaplı, dünyanın bütün sorunlarını açmak üzere olduğu bir tomurcuktur.”
Acaba doğru mu söylüyordu Jabes?
Bir şairin özgürlük için verdiği mücadele... Filistinli şair Mahmud Derviş’in Arap Ahmed’i ve Erdal Eren...
Elbet daha niceleri...
Deniz, Yusuf ve Hüseyin...
Kurşunlar... İdam sehpaları... Narenciye bahçeleri... Kızıldere...
Unutulmuşluk!
Yalnızlık!
Işığın paramparça ettiği her şey ve karanlık artık.
O ışığı gece fenerleriyle yakalayabilirdik ama hep ezildik...
Kış aydınlığını yitirdik, yaz aydınlığında yok olduk.
Kelepçelenmiş umutlarımız vardı, tutkularımız, sevdalarımız, türkülerimiz...
Şarkılarımız vardı bizim, şiirlerimiz!
Unuttuk!
***
Joseph Brodski’nin çok sevdiğim bir şiiri vardır...
“... gel senin kan dökücülüğünün nedenleri üzerine konuşalım! Nedenler yoktur sadece sonuçlar vardır. Ve insanlar sonuçlara katlanır...”
Neden katlanır insanlar sonuçlara?
Çünkü onların silahları, bombaları yoktur!
Karanlık hücrelerde suçsuz insanlar işkenceyle suçunu kabul ederler, suçsuz oldukları halde...
Bir çocuğun günah çıkarışı kadar monoton bir işkence altında...
Bugün (pazar) İzmir TÜYAP Kitap Fuarı’nda Cumhuriyet Kitapları standında Serdar Kızık’la birlikteyim. Okurlarla buluşup kitaplarımızı imzalayacağız. (Saat: 16.00-17.30)
Yorum Gönder