Kapitalizmin yapısal krizinin finansal kırılma döneminde, içinde yaşadığımız toplumsal sistemin “hakikati”ni en açık biçimde görme fırsatı buluyoruz: Kapitalizm yalnızca toplumun gittikçe büyüyen bir kısmını açlığa yoksulluğa itmekle kalmıyor, yüzde, hatta binde bir gibi çok ufak bir kesimin servetine servet katıyor. Bu bağlamda, gelir dağılımının hızla bozulduğunu kanıtlayan istatistikler, bu trendleri güçlendiren hükümet politikaları, bu hakikatin bir kısmını gösteriyor. Su ve gıda krizleri üzerine araştırmalar da bir başka kısmını.
Pazar günü The Independent gazetesinde yayımlanan “The real hunger games: How banks gamble on food prices and the poore loose out” (Gerçek açlık oyunları: Bankalar nasıl gıda fiyatlarıyla kumar oynuyor ve yoksullar kaybediyor) başlıklı Grace Livingston imzalı yorum son durumu gözler önüne seriyor.
Livingston’a göre, “geride bıraktığımız on yılda bankalar, gıda mallarına spekülatif amaçlı milyarlarca dolar yatırarak fiyatlarda daha sert artışlara, dalgalanmalara yol açtılar”. Bankaların, hükümetlerin pek sevmediği bu savın arkasında, Dünya Gelişme Hareketi (World Development Movement) tarafından geçen yıl eylül ayında yayımlanan “Kırılmış piyasalar: Nasıl mali düzenlemeler yeni bir gıda krizini önleyebilir” başlıklı raporun 27. sayfasındaki grafiklerde sergilenen bir gözlem yatıyor (www.wdm.org.uk/sites/default/files/Broken-markets.pdf).
Bu grafikler, 1997-2011 döneminde gıda arzı ve talebi arasındaki ilişkide, belirgin bir değişiklik olmamasına karşılık, 2005-2008 ve 2009-2011 dönemlerinde buğdayla mısırın fiyatlarında sert artışların yaşandığını sergiliyor. Arzda sert bir düşüş ya da talepte sert bir artış gözlenmediğine göre (üstelik kriz sırasında talepte bir düşüş yaşanması olasılığı güçlenmişken) fiyatları böyle zıplatan etkenin dışsal olması gerekiyor.
‘Bunlar engerekler ve çıyanlardır’
Bu raporun 14. sayfasındaki bir başka grafikte, gıda piyasalarına giren spekülatif sermayenin 2006 yılında 65 milyar dolardan 2011’de 126 milyar dolara çıktığını, 13. sayfasında da, Şikago Buğday Borsası’nda gelecek piyasalarında (futures) spekülatif kontratların payının yüzde 12’den yüzde 61’e çıkmış olduğunu görüyoruz. Bu spekülasyon, gıda fiyatlarını 2008’de, önceki otuz yılın en yüksek düzeyine çıkarmış, birçok ülkede ayaklanmalara yol açmıştı. 2009’da gerileyen fiyatlar 2010’da yeniden fırladı ve yine ayaklanmalar yaşandı.
Gelişmekte olan ülkelerde hane halkı, gelirinin yaklaşık yüzde 60’ını gıda harcamalarına ayırıyor. Gıda fiyatlarında yüzde 80’lere varan artışlar, insanları yalnızca kısa dönemde yoksulluğa, açlığa itmiyor, sağlık harcamalarına, dengeli beslenmeye giden kaynakları daha da azaltarak uzun dönemli sağlık sorunlarına da zemin hazırlıyor. BM verilerine göre 2008’den bu yana 115 milyon insan daha açlık, yoksulluk sınırının altına itilmiş. Bu yoksullaşma, öncelikle kadınlarla çocukları etkilediğinden, çocuk emeğinin sömürülmesinde, insan ticaretinde, hatta kölecilikte belirgin artışlara yol açıyor.
Finans kapitalin etkinlikleri salt gıda piyasalarındaki spekülatif hareketlerle sınırlı değil. Friends of The Earth grubunun Ocak 2012’de yayımladığı Para Çiftçiliği (Farming Money) başlıklı raporda (www.foei.org/en/resources/publications/pdfs/2012/farming-money) ortaya konduğu gibi, finans kapital gelişmekte olan ülkelerde büyük çaplı toprak edinimlerini finanse etme girişimleriyle de yakından ilgili. Böylece finans kapitalin, kapitalizmin doğuş aşamasında gördüğümüz, ortaklaşa kullanılan topraklara el koyarak milyonlarca köylüğü sokağa atan “çevirme” hareketine benzeyen bir “ilkel birikim” sürecini de, yoksul ülkelerde tüm acı sonuçlarıyla birlikte, teşvik ettiğini görüyoruz.
Bu gözlemlerden hareketle, bankalara bakarken, Ahmed Arif’in “Adiloş Bebe...” şiirini anımsayabiliriz: “Bunlar engerek ve çıyanlardır...” Bu doğru, ama eksik olur. Kapitalizmde banka (finans) ve sanayi sermayesi ayrımı aslında kavramsaldır. Banka sermayesi, artı değer ürettiren sanayi sermayesinden bağımsız olarak var olamaz, sanayi sermayesi de sermaye devresinin parasal kısmına ait olan banka sermayesinden... Her ikisi birlikte sermaye devresini oluştururlar. Dahası, bankalar, sanayi, hatta medya (kültür endüstrisi) mülkiyet ve kontrol olarak da artık birbirinin içine girmiştir, Rothkopft’un “süper sınıf”, City Bank’ın “Plütonomi” olarak adlandırdığı (Bkz: Yıldızoğlu, “Amerika 1984”, www.sendika.org/yazi.php?yazi_no=44000. 30/03) toplumun en zengin yüzde, hatta binde biri tarafından yönetilmektedir. Yönetim kurullarındaki isimlere bakmak yeter.
Dikkatlerimizi, salt finans sermayesine dikerek büyük resmi gözden kaçırmayalım: Kapitalizm (bir üretim tarzı olarak), gittikçe artan sayıda insanı açlığa ve yoksulluğa mahkûm etmektedir; sağlığa zararlı bir sistemdir; tümüyle bırakmanın bir yolunu bulmak gerekir...
Yorum Gönder