2011 yılı Evliya Çelebinin 400. Doğum yıldönümü olduğu için, ünlü seyahatnamesinden ilginç anılara yer vermek istedik.
Tavşanlı ve Gördes Çeyiz Olarak Verilmiş. Şimdiki Tavşanlı kazasının etraf arazilerinde ve yollarında çok tavşan görüldüğünden “Tavşanlı’ adıyla şöhret bulmuştur. 783 senesinde Germiyanoğlu fethidir. Germiyanoğlu kızını Şehzade Bayezid İbni Mehmed Han’a verdiğinde bu kaleyi kızıyla birlikte düğün hediyesi olarak vererek Al-i Osman’a anahtarlarını teslim etmişti”. (Seyahatname sf 12)
İzmir Fethedildiğinde: “Sene 1068 tarihinde İsmail Paşa bu şehri kayıtlara geçirdiği sicillerden bellidir. Oradan alınan kayıtlara göre bu şehir on Müslüman Mahallesi, on kefere zarbı, on Frenk ve Yahudi mahallesi, iki Ermeni mahallesi ve bir Kıbtî mahallesinden oluşuyordu. (Seyahatname sf 81)
Evliya Çelebi nice gezip gördükleri yerlerin en ince ayrıntılarına kadar seyahatnamesinde uzun uzun anlatır. Yolu bir gün Sakız adasına düşer, oranın güzelliklerine, kiliselerin, camilerin, öteki eserlerin güzelliğine, adadaki tertip ve düzeni oldukça beğenir, hayran kalır, güzelliklerini de epey metheder. Kendisi seyahatnamesinin 111. Sayfasında Sakız’daki evleri, köşkleri, kiliseleri, Osmanlı ile Hıristiyan dünyası arasındaki kalkınmışlık farkını anlatırken aynen şunları yazar:
“Hulasa-i kelam, “bu kefere ayini olacak haneleri uzun uzun uzun anlatmaktan maksadım ne ola? Diye sual edenlere cevabım şudur:
“Cihanı gezip gören bu hakir, iman taşıyan bir kalple ile yedi iklim temaşa ettiğim vakit, Kâfiristan’dan daha mamur bir diyar görmedim! Ve İslam diyarı kadar da harap yerler görmedim! Müşrik kâfir ve facirler, batıl dinleri üzereyken bile can verip kiliselerini mamur ederler de kilise malından bir kırmızı mangır yemeye İsvet Nikola’dan, Meryem ve İsa’sından korkarlar.
Amma bizim ulema, Salih, hâkim ve mütevellilerimiz Allah için vakfedilmişleri “vakfiyesi vardır, ye demişler” deyip vakıf malı yer giderler. Ve gezip tamaşa ettiğimiz diyarlarda yüz binlerce masraf olunarak yaptırılmış beytullahlar ve mescidler harabe olmuş yatarlar. Bu hal Muhammed’e layıkmıdır ki gayret-i dini gözetleyip, keferet-i dini gözetmeyip, kefere kadar gayret göstermeyip o güzelim mabetler tahrip ediliyor! Hani gayret-i İslam diye sormak va zalimlerin kulağına küpe olsun diye bu kadar anlattık ve yazdık. Yoksa müşrikleri övmek için değil vesselam!”
Günümüzde olduğu gibi, o devirde de, çıkarı bozulanların, eleştirilenlerin, cahillerin, yobazların iftira ve gazabından korktuğunu bildiği için, Evliya Çelebi hem yazının başında, hem de sonunda öyle demek zorunda kalmıştır.
Şimdi burada izniniz olursa, paragraf yaparak bir açıklama gereğini duymak zorunda kaldık. Evliya Çelebi 1611-1682 yılları arasında yaşamış. Avrupa’nın, aydınlanması, bilimin yayılmasında çok büyük etkisi katkısı olan matbaa 1450 yılında, hemen hemen İstanbul’un alınması sırasında Almanya’da Jan Gutenberg tarafından bulunmuş. Aradan yüz yıl geçtikten sonra bile daha Osmanlı’ya matbaa gelmemiş. Matbaanın icadı Rönesans’ın doğmasına neden olurken, Avrupa hızla bilim ve buluşlarda ilerlemeye başlamış. Osmanlı ise, “Gavur icadı” diye matbaayı halen yurduna sokmamakta. Üstelik Avrupa’ya “Kafiristan” derken Osmanlı, bilim ve icatlara ilgisiz kalır, üstelik bilim ve icatlardaki yenilikleri “Kefere kurnazlığı” diyerek bunlardan hile sezmekteydi. İşte bilim, sanat, keşiflerde Avrupa hızla ilerlerken Osmanlı geride kalmakta idi. Böylece Avrupa kültürü ile Osmanlı toplumu arasında öylesine, Osmanlı aleyhine gerilik farkı oluşur ki, Evliya Çelebi yukarıdaki satırlarında olduğu
gibi, “yedi iklim temaşa ettiğim vakit, Kâfiristan’dan daha mamur bir diyar görmedim, ve İslam diyarı kadar da harap yerler görmedim” diyerek yakınmalarda bulunur.
Osmanlının en seçkin aydınlarından olan Ziya Paşa 1825-1880 yılları arasında yaşamış. Osmanlının bilim, sanat, keşiflerdeki ilgisizliği yüzünden Osmanlı toplumu Avrupa karşısında halen, hem de oldukça geri kalmayı sürdürmekte. Evliya Çelebi’nin yazdıkları yılı 1650, Ziya Paşa’nın yazdıkları yılı da 1850 baz olarak alırsak, aradan 200 (iki yüz) yıl geçmiş, Evliya Çelebinin yakınmasından iki yüz yıl sonra ve matbaanın icadından da tam dört yüz yıl sonra bakınız Ziya Paşa Terkib-i Bend’indeki mısralarında, aradaki kalkınmışlık farkını vurgularken şöylece yakınmakta:
“Diyar-ı küfrü gezdim, beldeler, kâşaneler gördüm,
Dolaştım mülk-i İslam’ı bütün viraneler gördüm…”
(Kâfirler diyarını gezdim, gelişmiş yerleşim yerleri gördüm
İslam topraklarını dolaşığımda da sadece viraneler gördüm).
“Bulundum ben dahi dar-üş-şifa-yı Bab-ı Âli’de
Felatun’u beğenmez anda çok divaneler gördüm.
Huzur-ı gûşe-yi meyhaneyi ben görmedim gitti
Ne meclisler ne sahbâlar ne işrethaneler gördüm.
Cihan namındaki bir maktel-i âma yolum düştü
Hükümet derler anda bir nice salhaneler gördüm.
Ziya değmez humarı keyfine meyhane-i dehrin
Bu işretgehte ben çok durmadım ammâ neler gördüm.”
ÜLKELER DİNLE DEĞİL BİLİMLE KALKINIR
Osmanlı hiç şüphesiz bilimsizlikten, bilime ilgisizlikten geriledi, battı. Osmanlı özellikle Gerileme Devrinde felsefeyi, rasathaneyi, öteki müspet ilimleri okullarda yasaklıyor, salt din ağırlıklı öğretim yapıyordu. Osmanlıyı yüz yıl geri bırakan Kadızadeler denilen gericiler devlete, padişaha baskı yaparak ilerleyen Avrupa karşısında tüm okullarda Şeriat ve din ağırlıklı öğretim yapılmasını istiyorlardı. Oysa insanlık, dünya uygarlığı, çağdaş dünya din eğitimi ile değil, Atatürk’ün, “hayatta en iyi yol gösterici bilim” dediği gibi, ancak müspet ilimle olacaktı. Osmanlı toplumu, anlamını bilmediği yüzlerce sayfa Arapça Kuran’ı ezberlemeyi bilim öğrenme sanıyordu. Şimdi bile günümüzdeki İlim Yayma Cemiyetleri, AKP iktidarı, iktidar beslemeli nice dinci dernek ve kuruluşlar Kuran Kursları ile Kuran ezberlemeyi ilim öğrenme saymaktalar.
Matbaanın icadından 560 yıl, Evliya Çelebi’nin söylediğinden 362 yıl, Ziya Paşa’nın yakınmasından 162 yıl sonra, Laik TC nin Kadızadeleri olan AKP-RTE iktidarı ve yandaşları okullarda, devlet düzeninde “dindar gençlik yetiştireceğiz” diyerek din ağırlıklı öğretim yapılmasını istemekte. Avrupa’da tüm ülkelerde kesintisiz 8-12 yıl eğitim öğretim varken, Mecliste dövüşlü kavgalı 4+4+4 formülü ile gelecekte Türk toplumunun geri, cahil kalmasını doğuracak olan dinci öğretimi ülkeye dayatmaktadır. Bu ucube 4+4+4 formülü ile kesintisiz eğitim süresi 8 yıldan daha aşağı düşürülmekte.
Unutmayalım ki, anlamını bilmediğimiz Arapça Kuran’ı hepimiz ezberlemekle kalkınamayız. O zaman Avrupa ile aramızdaki fark kapanacağına daha çok açılacaktır. Dincilikle bir ülke kalkınamaz.
Ziya Paşa derken, gerici, İstibdadcı ll. Abdülhamit’le takışıp sürgüne gönderilen devrin en aydın kişilerinden olan Ziya Paşa, aşağıdaki mısraları ile devlet düzenindeki kötüleri, kötülükleri eleştirmekten çekinmemiştir:
“Ümmid-i vefa eyleme her şahı degalde
Çok hacıların çıktı haçı zir-i begalde
- Her karşılaştığın hilekârdan ümitlenme vefa bekleme çok hacıların, koltuklarının altından altın haçları çıktı -
Onlar ki verir laf ile dünyaya nizamat
Bin türlü teseyyüp bulunur hanelerinde
- Her şeyi “ben bilirim, dünyayı ben düzeltirim” diye böbürlenenlerin kendileri ve çevreleri tam bir derbederlik ve perişanlık içindedir -
Ayinesi işdir kişinin, lafa bakılmaz,
Şahsın görünür rütbe-i aklı, eserinde…
- Akıllı kişilerin başarıları yaptıkları işlerle ölçülür, lafla değil -
Bed asla necabet mi verir hiç uniforma
Zer-düz palan vursan da eşek, yine eşektir…
- Değersiz, cahil insan süslü ve kıymetli elbise giyse de faydasız. Eşeğin sırtına altından dikilmiş, süslenmiş semer vursan da yine eşektir -
Nush ile yola gelmeyeni etmeli tekdir
Tekdir ile uslanmayanın hakkı kötektir”
- Nasihat ile uslanmayanı uyarmalı, uyarı ile yola gelmeyeni ise dövmeli.
YAĞMUR DUASI
Ziya Paşa ll. Abdülhamit tarafından Adana valiliğine sürgün edilir. Ölümüne kadar geçen iki yıl süresince de Adana Valisi olarak kalıyor.
Ziya Paşa’nın valiliği sırasında 1879 yılında Çukurova’da ortalığı kasıp kavuran bir kuraklık hüküm sürüyormuş.
Ekinler kurumuş, sebze ve meyve bahçeleri kuraklıktan ürün vermez olmuş.
Çiftçi, tüccar bir grup Adanalı eli böğründe perişan bir durumda müftüye giderek yağmur duasına çıkılmasını istemişler.
Müftü efendi durumu arz etmek ve izin almak üzere Vali Paşaya sormuş.
- Paşa hazretleri nasip olursa yarın Cuma namazını eda eyledikten sonra cemaatle birlikte topluca duaya gideceğiz. Zat-ı Devletleri de buna iştirak etmeyi düşünürler mi?
Ziya Paşa, Müftü efendinin bu teklifini alır almaz ayağa kalkmış ve konağın penceresinden aşağıda gürül gürül akan Seyhan nehrini seyre dalmış. Sonra Müftü Efendiye dönüp söylenmiş;
- Baka Müftü Efendi, ben Cenab-ı Hakkın huzuruna yağmur istemek için çıkmaya hayâ ederim. Utanırım. Hemen yanı başımızda koca bir ırmak akıyorken, onun kenarında durup Yağmur duası yapmak ne ola ki. Hak Teâlâ benden bunun hesabını sormaz mı? Yarın Ruz-i Mahşer’de bana –Ey Ziya, önündeki nimeti görmezden gelip sen ne yüzle karşıma çıkıp yağmur dilersin- demez mi? Yok Müftü Efendi yok. Beni mazur gör. Rabb-ül Alemim’im huzurunda beni rüsva eyleme.
Gerçekten yağmur duası ile yağmur yağmaz, onun su buharı, orman gibi bilimsel açıklamaları vardır. Konuyu dağıtma ve uzama endişesi ile fizik bilginize bırakıyorum.
YOK OLAN ANADOLU-TOROS KAPLANLARI
Evliya Çelebi (1611-1682) ömrü boyunca gezip dolaştıkları yerleri en ince ayrıntısına kadar hoş dili ile anlatır. Evliya Çelebi’nin yolu Antalya yakınlarındaki Manavgat’a da yolu düşer.
Manavgat’ta, yörenin ayrıntılarını anlatırken şöyle der:
“Serik Subaşısı Nişancı paşa hassıdır. Onun subaşısı ve Karahisar ve Manavgat kadısı o gün orada hazır olup, azim kavga ve davalar fasledip, kadılara sicil için üç akçe, hüccet için on akçe verirler. Bir akçe ziyade (fazla) talep etse kadıların piştahtasını başına pare pare eder giderler, öyle bir Manavgat kavmidir. “Manavgat ne yerdir” diye sual etsen, ya geri kaldı, ya ileridedir” diye cevap verirler. Böyle bir kötü kavimdir. Tuhaf bir kavimdir. Lakin gayet musalli halktır.
Fil Deresi: Fil deresini at ile geçip, Manavgat hududu derler, amma köylerinden ve kasabalarından bir fert haber verip aciz kala kaldık. Cümlesi “Manavgat’ı bilmeyiz” diye inkâr ederlerdi. Acayip haramzade kavimdir.
Kaplan: “Ve dağlarda kaplan çoktur . Zira gayet sarp taşlı ve ormanlı dağlardır; hatta hakir , “aya! Bu gece nereye konsak” diye serseri gezerken bir dere içre bir camışı(manda) bir kaplan avlayıp ilk önce ciğerini çıkarıp yerken biz dahi üzerine varınca hemen avını bırakıp derenin bir yüksek yerine çıkıp bize aları aları bakarken fakir camış can havli ile ayağa kalkıp giderken yine yıkıldı.
Hemen kaplan gürleyip üzerimize hücum edip gelirken hemen hakirin köleleri birkaç kol tüfekleri atınca kaplan bir tepe üzerinde karar kıldı. Hakir, arkadan seyir ve tamaşa ederken dağlar içinde bir gürültü zahir olup mezkûr kaplanın avı üzre Kastamonu katırından büyük bir kaplan, camışı görüp parça parça edip yemeye başlayınca evvelki kaplan dahi gelip birbirleri ile öyle denk ve cıdal (kavga, savaş) ettiler ki birbirlerini helak ettiler. Hakir bu hali görünce Yezdan’a (Allah’a) şükreyledik. Kaplanların yanına varıp derilerini yüzerken üç Türk adam da gelip imdat eylediler. Sonunda iki kaplan derisi sahibi olup ve azim seyir temaşalar edip hayran olduk. “Manavgat şu mahaldir” diyebilecek bir adam bulamayıp hayran hayran (burada şaşkın şaşkın) dokuz saat gezdik.
“Yonmataş Köyü: Adıyla bilinen bir yalçın kaya dibinde vaki, yetmiş seksen evli bir Etrak-i bî-idrak köyüne misafir olup yüz bin türlü güçlükle atlarımıza yem ve bizlere biraz yemek getirdiler de burada konakladık.
Yontma köyünde bunlar da “Manavgatlı değiliz” diye inkâr ettiler. Amma gerçekte Manavgat hudududur. Alaiyye (Alanya) sancağı hükmü altındadır.
Evliya Çelebi Manavgat’tan doğuya doğru yoluna devam eder. Alâiyye (Alanya) ya gelir. Orda pek çok cami, tarihi, coğrafi eserleri anlatır. Ancak şu dikkat çekici sözü de seyahatnamesine ekler:
“Bu şehirde Ermeni, Frenk ve Yahudi bırakmaz, o saat öldürürler. Geçmiş padişahlardan hatt-ı şerifleri vardır amma çok eskiden beri Rum keferesi bir
mahalledir. Cümle üç yüz haraçtır (devlete verilen yıllık verdi). Amma asla Rum lisanı bilmez, batıl Türk lisanı bilirler.
Evliya Çelebi'nin Seyahatname Anılarından İlginç Anımsamalar (2) - Cevat Kulaksız
Yorum Gönder