Laikliğin Ruhuna : El Fatiha!

“Din, mezhep, Kuran, imam, hatip” eğitiminin, temel eğitim müfredatına alınmasıyla birlikte, Türk devleti artık laik devlet olmaktan çıkmış, “rövanşistler” karşıdevrimi gerçekleştirmiştir. Çıkarılan yasanın, Türkçe açılımı budur…
“Kuran dersine girmiyor” notu, siciline yazılacak, damgayı yiyecek ve ömür boyu o damgayla yaşamaya mahkum olacaksın!
Arkanı döndüğünde; “seni Kızılbaş, Alevi, dinsiz seni!” denilecek; bu negatif sicili ömür boyu taşıyacak, “öteki” olacak, hakarete uğrayacak, görevde, terfide, bürokraside sürekli karşılaşacaksın…
Din-inanç, hiçbir ülkede bu kadar ayağa düşmedi, bu denli kullanılmadı; ucuzlatılmadı, çirkinleştirilmedi, itici olmadı…
Hiçbir “dış mihrak” bu ülkeye bu kadar kıymadı, toplumu bölemedi, kötülük edemedi…
Çıkarın, siyasetin, mevki-makamın, zenginliğin aracı yapılmadı…
Bunu AKP ve kendilerini “milliyetçi” sayan MHP başardı…
Bin kere yazıklar olsun…
Kuran öğrenilmesin mi, isteyenler dinini öğrenmesin mi? Elbette öğrensinler; zaten öğreniliyor, öğretiliyor; hem de onbinlercesine… Ama bu eğitim-öğretim kendi özel okullarında ve alanlarında olmalı… Eğitimi, çocuklarımızı, ülkemizi, birliğimizi tehdit edecek noktaya getirilmemeliydi…
Türkiye, artık muasır medeniyeti hedef alan Atatürk Türkiye’si olmaktan çıkmıştır. Derviş Mehmet’ler, Saidi Nursi’ler, Tayyipler ve Fetullahlar özlediği-istediği karşıdevrimi gerçekleştirmiş, cumhuriyet devrimlerine karşı girdikleri savaşımı kazanmışlardır.
Anayasanın temeli olan laikliğin lafzı bunca ağırlıklı olarak orada dururken; Kuran Eğitimi, Diyanet, Kuran Kursu, İmam Okulu ve de Zorunlu Sünni Dersleri, medrese tedrisatı uygulamaya konulurken, kalkıp Türkiye’nin halen “laik” bir devlet olduğunu söylemek ayıptır, sahtekarlıktır, iki yüzlülüktür!
Bir Alevi yurttaş olarak bana göre laiklik; özgür, müdahalesiz, aşağılanmadan, horlanmadan, eşitsizliğe tabi tutulmadan yaşamamı sağlayan en temel kavramdır. Bu ilke, çağdaş Türkiye tasavvuru için yaşamsaldır. Laik birey olmadan laik devletin olmayacağını, laik devlete sahip olmadan da ülkemde huzur içinde yaşayamayacağımı, tarihe, teolojiye yaşadıklarıma bakarak görüyor, inanıyorum. Laikliğin, özellikle de çoğunluktan farklı olan guruplar için yaşamsal değere sahip olduğunun farkındayım. O halde evrensel laiklik, bireylerin inançlarını ve inançsızlıklarını en özgür şekilde yaşamalarının teminatı olduğu kadar, çoğulculuğun, toleransın, karşılıklı saygı-sevginin ve bir arada yaşamanın da çimentosudur, teminatıdır.
Laiklik; birey olmanın, anayasal yurttaşlığın, çağdaş yaşamın, erdemli insan olmanın kaçınılmaz bir gereksinimiyse ki, elbette öyledir: o halde laikliğin “Aleviler, Sünniler, inançsızlar vb. için” kategorize edilmesinin, siyaseten ve ilke olarak doğru olmayacağını da ilave etmek isterim. Zira laiklik, bu kavramı kararlılıkla savunan ve yaşayan bir Sünni aydın bakımından da en az Aleviler kadar değerli ve yaşamsaldır. Bu durumda laikliğin farkına varmak ve değerini bilmek için birinci koşul “Alevi olmak değil, aydın olmaktır” diyebiliriz.
O halde, emperyalistlerin güdümündeki AKP’nin ülkemizi sürüklediği bu noktada Aleviler bakımından temel ayırım ve siyasal tercih noktası, Alevi-Sünni, Kürt-Türk ya da sağcı-solcu değil; demokrasi, laiklik ve evrensel insan haklarını herkes için isteyenlerle, ona karşı olanlar arasında olmalıdır.
Şer-i devlete bir adım…
Şer-i kuralların ülkeme egemen olması durumunda, “şeriatın ilk hedefi Alevi, ateist, Musevi, Hıristiyan vb. gruplardır ve bu nedenle de söz konusu gruplar laikliğe daha duyarlıdır” diyebiliriz. Fakat bu durum, çoğunluktan farklı inananların ortadan kaldırılmalarından sonra, sıranın egemen çoğunluk içindeki çağdaş-laik kesimlere, hatta üç kuruşluk dünyalık için kendilerini iktidara pazarlayan liberallere gelmesi engellemez. Bunun en yakın ve bilinen örneği İran’dır. Şah Rıza Pehlevi monarşisinin kovularak, mollaların İran’a egemen olmasında, komünist Tudeh Partisi’nin büyük katkıları olmuş, sonrasında parti üyelerinin tamamı hem yönetimden, hem de ülkeden tasfiye edilmiş, birçoğu da öldürülmüştür.
Böyle baktığımızda laikliğin “olsa da olur, olmasa da” diyebileceğimiz bir fantezi değil, aksine gayet ciddiye alınması gereken, çağdaşlığın “olmazsa olmazı” durumunda olan bir kavram olduğunu kolaylıkla anlarız. Laiklik, kurum ve kuralları denenmiş, oturmuş ve netleşmiş bir kavramdır. İkide birde üzerinde oynamaya, orasını burasını budamaya, yeni tarifler üretmeye müsait olmadığı gibi, tekrar tanımlanmaya muhtaç, ya da müsait olan bir kavram değildir. Diğer yandan bir yaşama kültürüdür: yasa zoruyla, dikte edilerek, istendiğinde hemen yarın yaşama geçirilmesi mümkün olabilecek bir kuram da değildir.
Laiklik, hurafe ve doğmanın yerine bilimi önerir.
Bu yanıyla feodalitenin tasfiyesine kapı aralar; eşitliği, özgürlüğü, karşılıklı saygı içinde, barışı ve bir arada yaşama haklarını getirir. Kurumlaşması hem eğitim ve emek, hem zaman, hem de ekonomik özgürlük-yeterlilik gerektirir. Laikliğin Türkiye’deki sancısı ve kurumlaşamamasındaki temel etkenin, feodal direncin aşılamaması olduğu kadar, ekonomik refahın sağlanamaması da, en az feodal direnç kadar etkilidir.
Bu yüzden çağdaşlık karşıtı AKP, laikliği tasfiye etmiş, medrese eğitimine yönelmiştir…
Kimi siyasi akımların “özgürlükçü laiklik, ya da inançlara saygılı laiklik” gibi tez ve söylemlerinin, uygulanabilirlik yönünden ve evrensel laiklik bakımından hiçbir değeri yoktur. Şu ülke ya da dine göre değiştirilmesi, formüle edilmesi olanağı da yoktur. Dinin toplumsal ve siyasal hayatı yönlendirmesine, devleti yönetme istemlerine set çeker; devleti, toplumu ve kendi varlık nedenlerini esirger. Laiklik vardır ya da yoktur. Varsa, kurallarıyla vardır: kurallarını koyar, kendini korur ve yozlaşmaya katiyen izin vermez. Bu kurallardan biri, dinin okula, eğitime ve kamuya sızma talebi ve temayülü karşısındaki tutumudur. Yönetim erki olarak, din ve devletin alanlarını ayırmakta zafiyet gösterir, kurallarına ve kurumsallığına uygun davranmazsanız, laiklik sizi terk eder ve sizi, dininizle baş başa bırakır.
Laiklik bizim ikiyüzlülüğümüze daha fazla dayanamamış ve bizi terk etmiştir.
Dinsel fanatizmi katliam düzeyinde yaşayan bir kurumun mensupları olarak, okulu mutlaka korumalı, imkan sağlamalı ve ülkemiz için en iyi sistemi istemeliydik. Bunu yapamadık, kazanımlarımızı koruyamadık…
Yazıklar olsun!
“Fransa okullarında türbanlı eğitim isteği” üzerine Fransa Cumhurbaşkanı Sn. Jaques CHİRAC’ın soruna ilişkin yaptığı laiklik vurgusu, Türk siyaset ve eğitim adamları için eşsiz bir kaynak niteliğindedir: “... okulu kesinlikle korumalıyız. Okul paylaştığımız değerlerin –geleceğe- taşınmasında ve kazanılmasında en baştadır. (...) yarının yurttaşlarının eleştiri, diyalog ve özgürlük yönünde biçimlendiği, form elde ettiği ortamdır okul. Orada, onlara kendi kaderlerini çizmek ve açmak üzere anahtarlar verilir. (...) Okul bir cumhuriyet tapınağıdır; öğrenmenin ve değer kazanmanın önündeki eşitliği, tüm eğitim-öğretimde ve sporda, erkek ve kızlar arasındaki eşitliği korumak için onu savunmak zorundayız.” (17.12.2004, Elizi Sarayı)
Değerli yazar Özdemir İnce 23 Aralık 2004 tarihli Hürriyet Gazetesinde, Fransa’daki türban krizini incelediği yazısında “Gördüğüm şu” diyor: “Belki her şeyle dalga geçen Fransız, ‘Cumhuriyet’ derken gurur ve onur duyuyor. Cumhuriyet, ‘Laiklik’ temeli üzerine oturmuş, laiklikte ‘okul’un temelleri üzerine... İrtica ‘okul’a dokunduğu, ‘okul’un düzenini bozmaya kalkıştığı için ‘Bütün Fransa’ ayağa kalktı.”
Bizim duyarlılığımız da budur: ‘Okul’un işlevi nedir: Okul, alabildiğine dinselleşen, dinsel çelişkileri derinleştiren ve yeni çelişkiler üreten bir kurum mu olmalı; yoksa yerel kültürümüzün evrensel insanlık değerleriyle harmanlandığı ve çocuklarımıza sunulduğu bilim ve ilim yuvası mı?
Anayasamızda; “Türkiye Cumhuriyeti, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devletidir” denilmektedir. O halde din (mezhep) öğretimi neden zorunludur?.. Yanıtı, 2000 yılı adli yıl açış konuşmasında, Sn. Sami Selçuk veriyor: “... Ülkemizde cumhuriyetle birlikte Halifelik kaldırılmıştır. Şer’iye ve Evkaf Vekaleti ise görünüşte kaldırılmış, aslında DİB adıyla bir bakana bağlanarak devlet örgütü içine alınmıştır. Örgütün dini İslam, mezhebi Sünni’dir. Devlet, bu din ve mezhebin okullarını açmıştır. DİB ve din okullarının finansmanı devlete aittir. Resmi okullarda din dersi okutulması zorunludur. (...) Bir din ve mezhebin örgütünü devlet birimi içine alarak anayasal düzeyde güvenceye bağlayan ve laikliğin gerçekleşmesini güçleştiren, din ve mezhebin okullarını açan, finansmanını sağlayan bir devletin dini-mezhebi vardır; bir dini-mezhebi kayırmış, örtülü olarak benimsemiştir. Böyle bir devlet teokratiktir.”
Sonuç: Biz, siyasallaşan ve çıkar aracı haline gelen dinin devlete egemen olduğu her ülkede kaos ve istikrarsızlığın nedeni olduğunu görüyor, yaşıyor, karşı duruyor, bedel ödüyoruz. Bu bakımdan artık herkes bu hükümeti, karşı devrim çabalarını, yanılgıları sorgulamalıdır.
Dini siyasallaştıran, eğitimi dinselleştiren ve Sünni-İslam’ı insanlığın tek-mutlak dini kabul eden; farklılık, çoğulculuk ve hoşgörüye kapanan ve kendisini çağdışı kalmaya mahkum eden devletin geleceği, kargaşa ve sefilliktir!..
AKP ve onun tescilli kuyruğu olan MHP yöneticilerine soralım:
İçine girmek istediğimiz kıta Avrupa’sının, tam yüz yıl mezhep savaşlarıyla bitip tükendiğini, yüz milyonlarca insanın “benim mezhebim seninkinden makbuldür ya da Katolik, Protestan, Ortodoks daha iyidir” diyerek birbirlerini boğazladığını?
Ve ancak laik devlet sayesinde huzur bulduğunu, varsıllaşıp zenginleştiğini; daha sonra biz Müslümanları işçi, çöpçü, aşçı, bulaşıkçı ve hizmetçi olarak kullandığını? Biliyor muydunuz?

Murtaza DEMİR
Odatv.com
Etiketler:

Yorum Gönder

[blogger][facebook][disqus]

Kemalın Askeri

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Javascript DisablePlease Enable Javascript To See All Widget