Kızıldere’nin 40. yılında Mahir’le
“Mahir” adlı bir liseliyle tanıştım dün... Adını aldığı kişiyi ne kadar tanıdığını sordum.
Aklı erince araştırmış Mahir Çayan’ı; kitaplarını karıştırmış.
“Okudukça heyecan duydum” dedi.
Ama Çayan ve arkadaşlarının kaçırdığı İsrail Konsolosu Elrom’un ve NATO görevlisi 3 İngilizin öldürülmesi bahsinde durup düşünmüş.
İsmini taşıdığı adamın, birilerinin canına kastetmiş olduğunu öğrenince üzülmüş.
* * *
Yarın “Kızıldere katliamı”nın 40. yıldönümü...
1972’nin 30 Mart günü Mahir Çayan ve 10 arkadaşı, idam bekleyen yoldaşları Deniz, Hüseyin ve Yusuf’a karşı rehin tutmak amacıyla kaçırdıkları 3 İngiliz teknisyenle birlikte, Kızıldere’de kıstırılmıştı. Baskında tesadüfen kurtulan Ertuğrul Kürkçü dışında herkes öldürülmüştü.
Orada öldürülenlerin adını alanlar, orada öldürülenlerin yaşına vardılar bugün...
İsmini taşıdıkları insanları araştırıyor, yanlışlarını doğrularından ayırmaya çalışıyorlar.
* * *
Liseli Mahir’e, “Eli kolu bağlı insanların öldürülmüş olması elbette kabul edilemez” dedim.
“Ama unutma ki onlar da oraya, eli kolu bağlı halde öldürülmeyi bekleyen arkadaşlarının idamını engellemek amacıyla gitmişti.”
Koca ordu, 11 adamı, bir köy evinde kıstırınca ateş açmadan bekleyip sağ yakalamaz mıydı?
Bunu denemediler bile... İngiliz rehineleri de gözden çıkararak, büyük askeri güçle ve hınçla yaylım ateşi açıp hepsini katlettiler. Can çekişenleri kurşuna dizdiler.
Onların kurtarmaya çalıştığı 3 genci de hemen ipe çektiler.
Bir yanda 20’li yaşlarının ortalarında “Ülkemiz emperyalizme teslim olmasın” diye bayrak açan bir avuç genç...
Öte yanda onları yok etmeye çalışan devasa bir devlet mekanizması...
Kimin şiddetini suçlamalı?
* * *
Türk devleti, her daim toplumsal muhalefetin karşısına şiddetle dikildi.
Parlamenter mücadele veren TİP’i Meclis’ten kovdu.
Gençlerin demokratik üniversite talebini baskıyla ezdi.
İsyan sokağa taşınca karşısına silahlandırılmış komandoları sürdü.
Sonra da eliyle büyüttüğü şiddeti bastırma bahanesiyle iktidarı orduya verdi; gençleri katledip aydınları hapsetti.
Ne kazandı?
70’lerin sonlarında daha büyük bir şiddet dalgası geldi; kan gölüne dönen ülke, adım adım 12 Eylül’e götürüldü.
* * *
Şiddetin, Türkiye siyasetinin olmazsa olmazı, aynı zamanda da en büyük çıkmazı olduğunu anlattım Mahir’e...
Önceki kuşakta, gençliğinde hapse girmemiş, işkenceden geçmemiş, şiddet görmemiş hemen kimsenin olmadığını, bu zihniyetin gençliğe şiddet dışında yol bırakmadığını söyledim.
“Bak bugün bile devlet, sendikaların eğitimle ilgili protestosunu yasakla, copla, gazla boğmaya çalışıyor. Demokratik kanalları tıkayarak şiddetin yolunu bizzat açıyor. Bunlar hep geçmişten ders almadığımızdan başımıza geliyor” dedim.
“Ama Türkiye’nin en birikimli kuşağını acımasızca yok eden 12 Eylül sayesinde sizin kuşak, Türkiye’nin Amerikan üsleriyle, Kürecik’le nasıl başının belaya sokulduğunu umursamıyor bile” diye ekledim.
“O kadar da değil” dedi Mahir...
Adını taşıdıklarının hatalarından ibret, ideallerinden ilham almış gibiydi.
Sanki 40 yıllık bir sesti.
Ve hâlâ gençti.
Yorum Gönder