Kâbustan Huzura - Deniz Kavukçuoğlu

Çok zamandır kötü rüya görmemiş, dün geceki gibi terden sırılsıklam uyanmamıştım…
Derme çatma bir bakkal dükkânındaydım. Birkaç gün önce de bu bakkala gelmiş, alışveriş yapmış, aldıklarım 1.200 TL tutmuştu. Tezgâhın arkasındaki yaşlı kadın verdiğim 2.000 TL’lik banknotu elinde evirip çevirmiş, “Üstünü verecek para yok kasada,” demişti. “Olsun, bir dahaki sefere alırım,” deyip çıkmıştım.
Üç günlük bir yolculuktan geri döndüğümde uğramıştım o dükkâna. Kadının yanında bu kez oğlu da vardı. Kırk yaşlarında, bıçkın görünüşlü bir adamdı. Yaşlı kadına alacağımı anımsattığımda adam lafa karıştı, “Bugün olmaz, başka bir zaman gelin!” deyip çıktı gitti. İçime bir kuşku düşmüştü. Arkasından baktım, yandaki dükkâna girdiğini gördüm. Peşinden gittim. Bodrum katında, küçük, karanlık, izbe bir yerdi. Adam, birtakım fotoğraf makinelerinin ortasında bir sandalyeye oturmuş, çay içiyordu. Beni tanımazlıktan geldi. Yanımdaki çocuğa anahtar verip eve
gönderdim. (2,5 yaşındaki bu çocuk kimindi? Benim mi?) Ev, dükkânların bulunduğu sokağın köşesindeydi. Ne var ki sokağın Türkiye’de, evin ise Hamburg’da olması tuhaf bir durumdu.
Adam kötü bakıyordu, “para” sözü edecek oldum, bakışları daha da kötüleşti. Korkmaya başladım. Bu izbe yerde kesilip doğransam kimsenin haberi olmazdı. Kaçmalıydım. Denedim. Olmadı, tökezleyip yere kapaklandım…
Ter içinde uyandığımda saate baktım, 03.19’du.
* * *
Karnım acıktı. Evde bir süredir yalnızım. Buzdolabına baktım, boş. Ekmek falan da yok. Bir duş aldım, giyindim, çıktım. Bu saatlerde her yer kapalı. Tek tük otomobillerin geçtiği ıssız caddede yürümeye başladım. Karşıma çıkan fırından sıcacık bir ekmek alıp ucundan kopardım. Köşede bir bakkaliye var, ışıklar içinde, önündeki yükseltili tezgâhların üzerinde çeşitli sebzeler, meyveler… Acıkmış bir insan için cennet gibi bir yer burası.
İçeri girip biraz kaşar peyniri, üç de domates aldım. Eve kadar beklemeye sabrım yok; şuracıkta bir masa bulup otursam, bir de çay olsa… O da ne? Biraz önce bana peynir kesen delikanlı elinde bir tepsiyle dükkândan çıktı. Tepsiyle bir yere beyaz peynir, salam, domates, zeytin, salatalık taşıyor. Tepside ayrıca bir çay demliğiyle iki de ince belli bardak var. Kaldırımın kenarındaki plastik masa da o zaman gözüme çarptı. Delikanlı elindeki tepsiyi masanın üzerine bırakıp dükkâna doğru seslenince kapıda elinde bir kovayla saplı paspas tutan genç bir adam belirdi. Şimdi ikisi de altlarına birer sandalye çekip oturdular.
Bir bardak çay da ben istesem acaba ayıp olur mu? Niye olsun? Yanlarına gittim, “Afiyet olsun,” dedim. “Buyur amca,” dediler. “Sağ olun,” dedim, “ama bir bardak çaya ‘hayır’’ demem.” Arka taraflarda bir masa ile iki sandalye varmış. Oturdum, delikanlı çayımı getirdi. Çıtır çıtır ekmekle eski kaşar, yanında bir iki ısırık domates… Oh, dünya varmış. Bir yandan kahvaltımı yaparken, bir yandan da yan masada geçen konuşmalara kulak veriyorum.
O kadar günlük, o kadar hayatın içinden konulardan söz ediyorlar ki, imrendim.
İstanbul denen bu kurtlar sofrasında hayata tutunmaya çalışan iki Kürt genci. Üzerinde 7/24 yazan bu gece gündüz açık bakkaliyede geceleri çalışarak ekmek kavgası veriyorlar. Kim bilir geleceğe ilişkin ne hayaller kuruyorlar? Güler yüzleri insana huzur veriyor.
Dilerim gönüllerince bir hayat sürerler.
* * *
Saat 05.00’i geçiyor. Gördüğüm o tuhaf rüya aklımdan çoktan çıkmış. Önümden kızlı erkekli bir grup genç geçiyor. Geceyi geç noktalamış çocuklar. Onlarla selamlaşırken, ne Esad-Erdoğan didişmesi, ne Kıbrıs açıklarındaki doğalgaz/petrol dalaşması, ne İsrail, ne de yoldaki küresel kriz var kafamda. Karnım doymuş, mutluyum. Bir an önce eve dönüp uykuya dalmak istiyorum.
Hayat işte böyle bir şey; küçücük mutluluklarla kâbustan huzura geçiveriyor insan. Ama her zaman, hele “büyük hayatlarda” hiç olmuyor ne yazık ki.

Deniz Kavukçuoğlu/Cumhuriyet

Yorum Gönder

[blogger][facebook][disqus]

Kemalın Askeri

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Javascript DisablePlease Enable Javascript To See All Widget