Entelektüel ve siyasal ortamda giderek modaya dönüşen tuhaf bir ön kabul var; askerlere kim vurursa, kim eleştirirse, kim daha çok saldırırsa, haklı olup olmadığına bakılmaksızın onu desteklemek adeta “demokrat” olmanın biricik ölçüsü haline geldi.
Bu nedenle, Ergenekon davasının da terörize ettiği böyle bir ortamda bazı gelişmeleri, objektif ve serinkanlı şekilde değerlendirmenin ya da tartışmanın imkânları da alabildiğine daraldı. İktidara, yeni egemen güçlere, ABD’ye ve AB’ye yaslanan, gericilikle iç içe geçmiş çevrelerin hemen her gün bir linç girişimiyle karşı karşıya kalmanız mümkün.
Faşizmin sıradanlaştırıldığı, gündelik hayatımızın kuşatıldığı ve fakat bu diktatoryal sürecin “ileri demokrasi” diye sunulduğu tam bir sahtekârlıklar döneminin içinden geçiyoruz.
Liberal ve gerici şirretliğe artık dur demek, ucuz ve yılışık demokratlığa izin vermemek, insanlığın bütün ilerici birikimine saldıran İslamcı-muhafazakâr harekete ve yeni egemen güçlerin kuşatmasına direnmek ve onu püskürtmek gerekiyor.
***
Son dört yıldır bütün gündemi işgal eden darbe tartışmaları; Ergenekon, Balyoz ve bağlı davalar üzerinden geliştirilen propaganda “milli irade” kavramı ile ifade edilen çarpık iktidar anlayışını yeniden tartışmamızı zorunlu kılıyor. Daha da önemlisi, entelektüel ortamda esen liberal rüzgâr “demokrasi” kavramının hem teorisi hem de tarihsel pratiği hakkında bir kez daha düşünmemizi zorunlu kılıyor.
Geçen hafta Yurt’un “Keskin Kalem” imzalı başyazılarından birinin başlığı, “Demokrasi iyi midir?” şeklinde atılmıştı. Soru çok yerindedir. Bu soruyu başka bazı sorularla çoğaltabiliriz.
Çoğunluğun tercihleri her zaman doğruyu ve demokratik iradeyi temsil eder mi? Diğer bir anlatımla; sadece sandık, seçim ve genel oy hakkı demokratik bir toplum ve rejim kurmaya yeter mi?
Çoğunluğu temsil etmek, her durumda haklı olmak anlamına gelir mi? Demokrasi her koşulda ve her yerde insanları iyiye, güzele, doğruya ve adalete götürür mü? Siyasal bakımdan demokrasi son insanlık tecrübesi midir?
Bütün bu soruların bilimsel yanıtı, açık ve tartışmasız şekilde ‘hayır’ şeklindedir.
Sınıflar üstü ve tarih dışı soyut bir demokrasi yoktur. Kapitalist toplumlarda demokrasi sınıfsal eşitsizlikleri ve toplumsal adaletsizliği örten bir şal gibidir. İnsanlarda kendi kendisini yönettiği ve temsilcilerini seçtiği yanılsamasını yaratır.
Ancak, aklı ve vicdanı özgürleşmiş; tarikatların, şeyhlerin, kilisenin ya da caminin egemenliğinden kurtulmuş; inançlarıyla değil akıl ve bilimle hareket eden eşit ve özgür yurttaşların bulunduğu bir toplumda demokrasi anlam kazanabilir.
Değilse, çoğunluğun oylarıyla töre cinayeti bile işleyebilir, tarih boyunca utanacağınız aşağılık bir diktatörlük kurabilir, hatta bütün ülkeyi kanlı bir savaşa sürükleyebilirsiniz.
Unutmayın ki, Hitler de halkın ezici çoğunluğunun oylarıyla iktidara gelmişti. Yaygın kanının aksine Hitler asker değil, ressam olmak isteyen bir sivildi.
Hitlerin ünlü Propaganda ve Haberleşme Bakanı Göbels, Nurenberg Mahkemelerinde savaş suçlusu olarak yargılanırken, mahkeme heyetine, “Biz yapacağımız her şeyi halka açıkça anlattık ve onlardan onay aldık. Bizi yargılama hakkınız yok” demişti. Yani soykırım suçu işleyen bu faşist lider, “Biz milli iradeyi temsil ediyoruz” diyor ve seçimlerde en çok oyu almanın kendilerine her şeyi yapma hakkı tanıdığına inanıyordu. Ne kadar tanıdık bir mantık değil mi?
***
Sol Portal’da daha önce yazdığım ve çok önemsediğim bir makalemde (4 Aralık 2009) ortaya attığım görüşleri burada bir kez daha (kısaca) yeniden ifade etmekte büyük yarar görüyorum. Demokrasi ve sol arasındaki ilişkileri değerlendirdiğim söz konusu yazımda, Türkiye’de solun “demokrasi” ve “demokrasi mücadelesi” konusunda sorunlu bir tarihe sahip olduğunu belirtiyordum. Şöyle özetleyebilirim:
Esas olarak 12 Eylül 1980 sonrasında başlayan, 1991 yılında sosyalist sistemde yaşanan büyük çözülmenin ardından derinleşen “demokrasici” bir tutum, solun genel çizgileriyle devrimci ve aydınlanmacı niteliğinin aşınmasına, dahası sistem tarafından büyük ölçüde içerilmesine yol açan esaslı bir savrulmaya yol açtı.
Öyle ki, son 25-30 yıldır “demokrasi” sözcüğünün ima ettiği soyut değerlerin karşısında durmak neredeyse imkânsız hale geldi. Demokrasi kavramının önsel olarak ve sorgusuz sualsiz pozitif çağrışımlı bir anlam kazanmasında, solun demokrasi hakkındaki neredeyse bütün eleştirilerini geri çekmesinin payı çok büyüktür.
Aslında esaslı bir bilinç çarpılmasına işaret eden bu kafa karışıklığının nedenleri sanıldığından da derinlerdedir.
Küreselleşme ve onun doğrudan sonucu olan yeni liberal dalga, solu sanıldığından daha derin bir şekilde etkilemiştir. Yeni gericilik diyebileceğimiz post-modern edebiyatın sol üzerindeki etkisi de hayli yıkıcı olmuştur. Yenilenme çabası solun belli bir kesiminde liberal demokrat bir karakter kazanmıştır.
Çünkü solun önemli bir bölümü gerek teoride gerekse politikada kapitalizmin demokrasisi ile kendi demokrasi anlayışları arasındaki nitelik farkını belirgin hale getirememiştir. ‘Demokrasi’, zaman içinde sınıflar ve hatta çağlar üstü mistik bir anlam kazanmaya başlamıştır.
Oysa açıkça saptamak gerekiyor ki, “demokrasi" kavramı artık neredeyse emperyalist müdahale hukukunun ve bu hukuka bağlı olarak gerçekleştirilen Yugoslavya, Afganistan, Irak, Libya ve Suriye müdahaleleri ya da işgallerinin bir gerekçesi haline getirilmiş, küresel kapitalizmin yeni egemenlik aracına dönüşmüştür. Demokrasi, bir kavram ve rejim olarak kirlenmiştir.
Bu nedenle sol, samimi demokratlar ve liberaller hızla kendi demokrasi anlayışlarına açıklık getirerek farklarını ortaya koymalıdır.
***
Yapılması gereken şey; mevcut demokrasinin sınırlı “hukuksal eşitlik” ilkesiyle yetinmemek, ekonomik ve toplumsal eşitlik isteminin merkezinde olduğu bir demokrasi anlayışını öne çıkarmaktır. Bilinmelidir ki, yaklaşık 150 yıl önce sosyalistler, demokrasinin hukuksal ve biçimsel eşitlik ilkesinin karşısına ekonomik ve toplumsal eşitlik ilkesiyle çıkmış ve bu nedenle siyasal literatüre "sosyal demokrasi" kavramı girmişti.
Sol/sosyalist politikanın çıkışı demokrasi eleştirisi üzerinde yükselmiştir. Marks ve Engels’in de kuruluşlarında yer aldığı ilk sosyalist partilerin isimleri bu nedenle “sosyal demokrat” olarak konulmuştur. Burada sorun siyasal ve hukuksal eşitlik doğrultusunda atılacak adımlara karşı çıkmak değil -zaten karşı çıkılmamalıdır- bununla yetinilip yetinilmeyeceğidir.
Toplumcu bir demokrasi perspektifi, insan hak ve özgürlükleri için yürütülecek siyasal mücadele bakımından sağlam bir felsefi / teorik arka plan oluşturacaktır.
Sonuç olarak belirtmeliyim ki, mevcut egemen demokrasi anlayışı insanlığın son siyasal tecrübesi değildir. Eğer öyle olsaydı ABD’li siyaset yazıcılarının “tarihin sonu” geldi tezi doğru olurdu. Onların amaçları kendi iktidarlarını ve düzenlerini sonsuza kadar yaşatmaktır.
Bu durum ve bu anlayış, öncelikle hem insanın doğasına hem de bilime aykırıdır.

Yorum Gönder