Bakalım Ilıcak’ı, bir nevi “darbede faydalanılan gazeteci(!)” yapan neymiş Şenyüz’e göre:
“Ilıcak’ın darbeciliğinin ilk belgesi, 17 Aralık 1978’den... Ilıcak’ın başyazarı olduğu Tercüman gazetesi ne yazdı:
“13 ilde sıkıyönetim yürürlüğe girdi. Huzura susamış milletimiz yürekten sesleniyor: Merhaba asker...”
Ilıcak, bu tarihten sonra darbeye zemin oluşturma faaliyetlerine köşe yazılarıyla tam gaz devam ediyordu:
“Bir, iki, üç... Ama bir gün gelir ordu, madem tek başına beceremiyorsun, şöyle çekil kenara çekil de gölge etme deyiverir.” (17 Haziran 1979, Tercüman)
“Bırakalım ikinci sınıf meselelerle hükümet uğraşsın, halkta antipati doğacaksa, o üzerine çeksin. Yıpranacaksa ordu değil, siyasi iktidar yıpransın. Zira iktidarların alternatifi her zaman bulunur ama silahlı kuvvetlerimiz tek ve alternatifsizdir.” (8 Aralık 1979)
Muhtıraya övgü
Türkiye doludizgin darbeye doğru giderken bakın Nazlı Ilıcak, muhtıraya nasıl methiyeler düzüyordu:
“Türk Silahlı Kuvvetleri’nin er geç müdahale edeceğini bilmeyen yok gibiydi... İnönü’nün 1960 öncesi sarfettiği bir cümleyi hatırlatalım: ‘Şartlar tamamlanınca ihtilal meşru olur.’(...) Anarşi, halkta bir otorite özlemi yaratmıştı. Nitekim sıkıyönetim birçok kesimde sevinçle karşılandı.”
DGM’ler kurulsun!
Ilıcak, toplumsal muhalefete karşı ancak açık faşizmin ilanıyla uygulanabilecek çok daha sert önlemler istiyordu:
“Yetkililer gaflet, hatta dalalet içindeler... Yüzlerce kişi tutuklanıyor; aralarında ceza görenler ise çok az. Neden işler bu kadar uzuyor? Savcı adedi mi, hakim adedi mi eksik, yoksa mahkemeler mi yetersiz?
-Devlet Güvenlik Mahkemeleri neden kurulmuyor?
-Anayasanın olağanüstü hallerle ilgili 123. maddesine neden işlerlik kazandırılmıyor?
-Anayasa Mahkemesi hâlâ 141-142. maddeler hususunda kararını bildirmedi. Değerli üyeler daldıkları kış uykusundan acaba ne zaman uyanakcaklar?
-Evren Paşa, tedbir tasarısı kanunlaşsın diye bir çağrıda bulunmuştu. Üzerinden aylar geçti, tasarı Senato’da tıkanıp kaldı.
-Sıkıyönetimin daha etkili olmasını sağlayacak kanun niçin ele alınmıyor?
(...) İdealist bir avuç gerillacı karşısında, ülküsünü kaybetmiş, cesaretini kaybetmiş kitleler yenilgiye mahkumdur”
12 Eylül darbe değil
İki gün sonra ise darbeyi meşrulaştırma girişiminde bulunuyor:
“12 Eylül bir darbe değildir, diyen Orgeneral Kenan Evren’e tamamiyle katılıyoruz. 12 Eylül ne bir darbedir, ne de bir ihtilâl.” (18 Eylül 1980, Tercüman)
Son olarak 12 Eylül’ün meşruiyetini vurguladığı satırlarına yer verelim:
“12 Eylül’ün gerekçesi haklıdır; 12 Eylül terörden bezen halkın meşru müdafaaya geçtiği gündür”. (16 Ekim 1980, Tercüman)
Gazetecileri hedef alan Odatv davasına müdahil olmuşluğu bulunmasından mıdır nedir, tedbiri elden bırakmamış ve yazısının sonuna “ironi” yaptığını vurgulayan bir not da yazmış!
Sözde planlarda “güncelleme” değil ama “düncelleme” yapıldı...
Görülmüştür damgalı son mektup dün tutuklu “Balyoz sanıklarından(!)” Hava Pilot Tümgeneral Bülent Kocababuç’tan geldi. “Diğer sanıklar gibi ben de suçsuzluğumu ispat ettiğimi düşünüyordum ancak savcılık makamının vermiş olduğu esasa ilişkin mütalaada, savunmamın ve ” Balyoz Darbe Planı”nın sahteliği konusundaki sanık ispatlarının hiç dikkate alınmadığını gördüm” diyor ve başlıyor dertleşmeye:
“Savcı esasa ilişkin mütalaasında, iddia edilen suça en büyük delil olarak sözde ” Balyoz Darbe Planı”nı göstermiştir. (...) Oysa ben, sözde “Balyoz Darbe Planı”nın sahte olduğundan, 2006 yılı sonrasında sanıkları hedef alan bir organizasyon tarafından hazırlandığından ve 2003 yılında yazılmış gibi gösterilip hakkımda suç üretildiğinden eminim. Bu iddiamı, yurt içi üniversitelerin bilişim konusunda uzman kişilerinden ve ABD yargı sistemine bağımsız bilirkişilik yapan Arsenal Danışmanlık adındaki bir kuruluştan alınan raporlara dayanarak savunuyorum.
Savunma hakkım engelleniyor
Ancak mahkeme, bu iddiamı doğrulayacak uzman veya bilirkişi çağrılması konusundaki talebimi ısrarla reddederek, benim savunma hakkımı engellemektedir. Ne yazıktır ki savcı, TÜBİTAK raporunu yeterli görmüş ve soruşturmanın genişletilmesine gerek duymamıştır. Oysa bu rapor sadece tespitte bulunmuş, sözde “Balyoz Darbe Planı”nı ihtiva eden CD’lerin 2003 yılından sonra yazılıp, 2003 yılında yazılmış gibi gösterilip gösterilmediği konusunda bilimsel bir çalışma yapmamıştır.
Aytaç Yalman’a sorulsun
Ayrıca ben, “sözde darbeyi önlediği” iddianamede belirtilen Sayın Aytaç Yalman’ın mahkemeye tanık olarak çağrılmasını, hangi darbeyi önlediğinin ve benim darbeyle ilişkili olup olmadığımın sorulmasını talep ediyorum. Buna rağmen, mahkeme bu çok haklı talebimi de reddetmektedir. Mahkeme bu kararıyla da benim savunma hakkımı engellemektedir.
Tek istediğim, adil yargılanma hakkımın sağlanmasıdır.”
Mektup böyle...
Ek olarak bir de “güncellendiği” iddia edilen dijital verilerin “düncellendiğini” gösteren örnekler göndermiş. Onlardan biri “Güvenlik Harekat Planı Kapsamında El Konulması Planlanan 4x4 Araçların Çizelgesi”.
Kocababuç oradaki araçlardan birinin plaka bilgilerinden yola çıkarak soruyor:
“2003 yılında oluşturulduğu iddia edilen 11 no’lu CD’deki “35 AR 6132” plakalı aracın 2006 yılında Bursa iline geleceği ve Nilüfer Trafik Tescil Şubesine 16 BEB 33 plaka numarası ile kayıt edileceği yıllar öncesinden nasıl bilinebilir?”
Bu ve benzeri çok basit soruların dahi cevabının aranmadığı bir yargılama “adalet”in tecellisini sağlayabilir mi?
Nasıl?
Hukukçuların tatmin edici bir cevap vereceğini umuyorum...
BASINDAN SEÇMELER
Zehir zemberek bir yazı
Gazetesinden gelen ayetli uyarılara aldırış etmeyen Bulaç ”dünyanın bütün stratejistlerini getirseniz gerçeği değiştiremezsiniz“ dedi ve iktidarın Türkiye’yi adım adım ”istila“ya sürüklediği söyledi.
Eğer 5 ve 7 Nisan tarihli yazılarımızda NATO’ya ilişkin yaptığımız tespitler ’yanlış, haksız ve kör ideolojik- tarafgir’retorikler değilse; gerek yetkililerin gerek uzmanların altını çizdiği gibi NATO’nun yeni dönemde kendine belirlediği ana stratejik hedefler, ” İslam Dünyası’nın Batı karşısında -veya Batı’nın izni dışında- güç birliği oluşturmasına imkan vermemek; Batı’ya karşı koyabilecek herhangi bir gücün teşekkülüne engel olmak; Bölgede İsrail’den daha güçlü ve daha etkin bir gücün oluşmasına fırsat vermemek. İslam Dünyası’nın enerji kaynaklarını, enerji nakil hatlarını, beşeri ve tabii zenginliklerini kontrol etmek; İslam’ın sosyo-kültürel bir din, alternatif bir medeniyet ve bölgesel-küresel bir sistem olarak iddia sahibi olmasının önüne geçmek “ ise, Türkiye’nin bu konseptte yeri, misyonu ve rolü nedir?
Gayet açıktır: 21. yüzyılın ilk yıllarından bu yana NATO, İslam ülkelerini işgal etmekte, yurdu için savaşan insanları ve masum sivilleri öldürmektedir. Kimi yerde ” kitle imha silahlarını, kimi yerde demokrasi ve özgürlük getirme vaadi, kimi yerde terörü ve teröristleri önleme, kimi yerde kadını özgürleştirme “ bahanesiyle operasyonlar yürütmektedir.
Yani konumlanışı, yeni tehdit değerlendirmesi ve el’an yürüttüğü savaşlar dolayısıyla Türkiye de, ilk ve son tahlilde İslam Dünyası’nın yanında değil, NATO ittifakının aktif üyesi olması hasebiyle İslam Dünyası’nın karşısında, ona hasmane tutuma sahip bulunan küresel bir gücün yanında yer almış bulunmaktadır. Dünyanın enformasyon donanımını kendinde toplamış bütün stratejistleri ve uzmanları bir araya getirseniz, bu gerçeği değiştiremezsiniz.
Bu gerçek bize şunu ima etmektedir:
1) Türkiye, bu konumu ve rolüyle İslam Dünyası’nda ’lider’ olamaz.
2) Kendi başına, bağımsız bir dış politika ve tutum dahi tayin edemez. 10 senedir bize telkin edilen ” Biz bağımsız bir ülkeyiz, iznimiz olmadan bölgede yaprak kımıldamaz “ söylemi herhangi bir hakikate dayanmıyor.
(...)
NATO’nun müdahaleleri giderek genişliyor. Suriye, Lübnan, İran ve başka İslam topraklarına da yayılabilir, biz Türkiye olarak yine propoganda makinasını hareket geçirip “Ne kadar büyük bir ülke olduğumuzu, bölge halkının bizi nasıl hayranlıkla izlediğini, işgal altındaki ülkelerde Müslüman halk Türk bayrağını görünce nasıl hüngür hüngür ağladığını” anlatmaya çalışacağız. Bir gün bakacağız ki, İslam Dünyası tümüyle yabancı güçlerin istilası altına girmiştir, biz de bu istilanın parçası olmuşuz. Ki benim kaygım zaten o güne gelmeden bizim de aynı istilaya uğrayacak olmamızdır.
NATO’ya ilişkin eleştirileri sıralarken reel politiği önemsemedim, bugünkü hükümetin de pozisyon değiştireceği beklentisi içinde değilim. İşaret ettiklerim ” ideal politik “tir, bir gün bunları reel politiğe dönüştürecek özgür nesiller gelecektir, Tih sürgünü 40 yıl sürse bile, o gün gelecektir. Bu bir Vaad’tır.
Ali Bulaç / Zaman
Ekonomi çöken köprüye benziyor
Ekonomi güçlüyse “neden teşvik etme ihtiyacı duydunuz” da; doğu ile batı arasındaki uçurumu bu güçlü ekonominin kapatmasına bırakmadınız?
Bu sorunun cevabı yok.
Çünkü ekonominin üstüne oturduğu ayaklar da; tıpkı kendi suyunun yükselen debisinde çöken Filyos Çayı Köprüsü gibi üç yandan zorlanıyor. Balon ekonomi göstergelerinin artmasıyla zorlanıyor, cari açığın büyümesiyle zorlanıyor, dış borç bulmaya bağımlı olmakla zorlanıyor.
Ekonomi güçlü olsaydı!
Petrol fiyatının artışı vız gelirdi.
Doğal gazın yükselişi tırıs giderdi.
Türkiye de üretip dış pazarlara sattığı malların fiyatını yükseltir; böylece dünya petrol ve enerji fiyatlarının artan yüküyle “köprünün ayaklarının zorlanmasını” hafifletebilirdi.
Yapamıyor.
59 ülke içinde ihracatındaki ileri teknoloji ürünü payı açısından Türkiye, 57’ci sırada bulunuyor. Türkiye’den daha kötü olan sadece Ürdün ve Katar var.
Necati Doğru / Sözcü
CIA’nın solcuları
CIA’nın eski Türkiye ve Orta Doğu İstasyon Şefi olan Graham E. Fuller (...) çıkıp “Türkiye’de daha çok sol hareket görmek isterdim” diyebiliyor. Sanırım bu alanda bir “boşluk” ya da “zafiyet” tespit ettiler. “Eski solcu liberal yığınak”la işi götüremeyeceklerini düşündüler. Bu kez daha “içeriden bir dönüşüm” arzular oldular. (...) Sizi bilmem ama ben bundan sonra soldaki yeni oluşumları, birlik ve ayrışmaları, kavgaları, “yeni tezler”i, hatta lider, ekip, kadro değişimlerini, program, söylem revizyonlarını, tutum alışları, öne çıkan sloganları bir de bu açıdan değerlendirmeye karar verdim.
Atilla Akar / Yurt
Ahmet Altan, Atatürk’e “diktatör” demekten yargılanmasını eleştiriyor ve diyor ki: “Eğer Atatürk diktatörse ben niye onun diktatör olduğunu söyleyemiyorum?”
Ne yapacaksın, durum bu. Bir hıyarağasına da “hıyarağası” diyemiyorsun işte!
Işık Kansu / Cumhuriyet
Yorum Gönder