Dört yıl önce atölye öğrencilerimle bir çalışma başlattık. Şöyle herkes kendisini en çok etkileyen fotoğrafın hikâyesini anlatacaktı. Bu bir aile fotoğrafı, bir manzara, bir küçük çiçek, her şey olabilirdi, yeter ki bir hikâyesi olsun.
İlk fotoğraflar gelmeye başladı. Biri ilk bakışta son derece sıradan bir aile fotoğrafıydı. Orta yaşlı bir kadın, bir erkek ve dokuz yaşlarında bir kız çocuğu çimenler üstünde oturmuş gülerek objektife bakıyorlardı. Çocuk babanın kucağındaydı ve babanın ellerini sıkı sıkı tutmuştu, onların yanı başındaki kadının yüzündeyse garip, etkileyici bir hüzün vardı. Fotoğraf belli ki, pırıl pırıl aydınlık bir bahar gününde çekilmişti.
Ve sonra hikâye başladı. Baba 12 Eylül’de tutuklandığında, şimdi dokuz yaşında olan kızları henüz doğmamıştı, anne o zamanlar beş aylık hamileydi. Baba çocuğunu ilk kez parmaklıklar arkasında gördü, sonra yıllarca gene parmaklıklar arasından onun büyümesine, okula gitmesine tanık oldu. Bir süre sonra babanın en değerli eşyaları arasında kızının yaptığı resimler vardı. Resimlerin hepsinde kız babasının elinden tutuyordu. Ve bir gün kapılar açıldı ve baba dokuz yıl sonra kızına gerçekten sarılabildi.
Bu fotoğraf işte o günün fotoğrafıydı. Genç kadının yüzündeki hüzün henüz silinmemişti, çünkü yüreği örselenmişti ve yıllarca bu örselenmişliği çevresine belli etmemek için verdiği uğraş onu fazlasıyla yormuştu.
Masanın üstüne atılan bir başka fotoğrafta genç bir adam, deniz kıyısında bir kahvede oturmuş, uzaklara bakıp duruyordu. Genç adamın adı Ali’ydi. 12 Eylül sonrası yedi yıl mahpus yattıktan sonra tahliye edilmişti. Mahpusta yapmayı en çok sevdiği şey, küçük oğluna tahta oyuncaklar yapmaktı. Tahta atlar, tahta kuşlar, tahta Keloğlanlar ama yedi yıl sonra eve geldiğinde tahta oyuncakların bir bavulun içine hapsedilip bir karyolanın altına sürüldüğünü görmüş, karısı da dahil herkesin kendine yabancı olduğunu hissetmiş ve mahpustan çıktıktan üç ay sonra kimsenin nereden edindiğini bilemediği tabancasını şakağına dayayıp ateş etmişti. Kurtarıldı ama artık ömür boyu konuşamayacaktı. İşte bu fotoğraf o suskun adamın fotoğrafıydı.
Ben de bir fotoğraf anlatmak istiyorum. 12 Eylül sonrası Assos’tayım. Çok erken saatlerde rıhtımda. O da ne, kayıkların sığındığı limanın ağzı demir ağlarla kapatılmış ve bir havuz olmuş. Havuzun içinde de üç adam, ellerinde zıpkın, balık avlıyorlar. Bu yasak. Koşarak kıyıdaki jandarmaya gidiyorum. Olayı anlatıyorum, “Haberimiz var ama emir yüksek yerden geldi, bir şey yapamayız” diyorlar. Meğerse biz onlara o zamanlar “Beşi bir yerdeler” diyorduk, cunta başları Edremit’e gelmiş ve canları balık yemek istemiş, yasak da bu nedenle delinmiş.
Hayda, çoluk çocuk rıhtımda toplanıyoruz, az sonra zıpkınlı avcılar ellerinde bir orduya yetecek kadar balıkla kıyıya çıkıyorlar. Ama o da ne, adamcağızlar resmen utanıyorlar, böyle avcılık mı olur ve başları eğik, doğru kıyıdaki bir lokantaya giriyorlar ve sabah sabah bu rezil durumdan kurtulmak için birer tek söylüyorlar.
Evet 12 Eylül darbesinin üstünden tam 33 yıl geçmiş ve biz hâlâ cunta başıyla bile hesaplaşmamışız. Oysa bir ülkede her beş yurttaştan birinin mutlaka bir 12 Eylül öyküsü var. Öykülerin de belleği ve acısı vardır ve kanayıp dururlar, tıpkı kanayan yurdum gibi.
Yorum Gönder