Sevgili,
1966 yazının bir akşamüstüydü. Galatasaray’dan büyüğüm olan kişiyle Babıâli yokuşundan aşağı ağır ağır iniyorduk. Benden tecrübeli olan büyüğüm daktilo almam için yardımcı olacaktı.
Akşam gazetesine dönüşümlü olarak, dış politika yazıları yazacaktık. O benden kıdemliydi, zaten daha önce de yazıyordu. Ama Malik Yolaç ile bir çekişme yüzünden şimdi yazıları haftada bire indiriliyordu. Bir gün de ben yazacaktım.
Galatasaraylı ağabey sessizliği bozdu:
- Bugün de benim çıkışımı verdiler.
Dondum kaldım. Ben öyle bilmiyordum. Halimden bilmediğimi anladı. Beni teselliye başladı:
- Aldırmayın. Anlaşılan sizinle aynı ya da benzer görüşleri paylaşıyoruz, yerime siz devam etseniz de olur.
Sonra devam etti:
- Bu patronlar böyledir, yarın öbür gün sizi de tutmaz atarlar. Ama önemli olan köşelerin ters görüşlere gitmemesi.
İşten atıldığı gün yerine gelen beni teselli eden Hüseyin Baş o gün girdi yaşamıma, bir daha çıkmamacasına.
***
Yıl, 1985. Sağmalcılar B-1 koğuşunun alt katının giriş kapısında, Hüseyin Baş pervaza dayanmış, TV vericisinin karşısındaki boş yere kimseye sormadan oturan kişiye dikmiş gözünü bakıyor.
Kovboy filmlerinin kasaba meydanında yapılan düello sahnesinin benzeri bir durum, herkes sesini kesmiş, gözlerini adama dikmiş, ne olacak diye bekliyor.
Hüseyin Baş’ın her akşam oturduğu mutat yerine bilmeden kurulan koğuşun yeni sakini, bir Hüseyin’e, bir de bütün koğuşun üzerine dikilmiş bakışlarına bakıyor, bir şeyler olduğunu anlıyor, toparlanıp kalkıyor, Hüseyin istifini bozmadan yalnızca şagile bir baş selamı vererek oturuyor, koğuşta bir alkış kıyamet, “Hüs Abi” kendisinden başka kimsenin oturamayacağı yerine kurulmuştur.
Yıl 1983. Gerçek “Metris cehennemi”nde, avluda volta atarken, Hüseyin Baş, dalgınlıkla bir başka tutuklunun voltasını kesiyor. Herkesin ödü patlıyor.
Hüseyin, gülümseyerek, karşısındakinin sırtını sıvazlıyor.
- Pardon kardeşim, diyor, voltanı balla kestim.
Yıl 1982. Maltepe Zırhlı Tugay’ın cephanelikten bozma hapishanesinde siyasiler olarak yatıyoruz.
Ataol, A koğuşu sakinlerinden birine kızmış, koğuş değiştiriyor, Hüseyin minik taburesine tünemiş, Ataol ile aralarında şu konuşma geçiyor:
- Nereye Ataol?
- Dilekçe verdim. Adilerin yanına gidiyorum.
- Boşuna uğraşma Ataol, bizden adisini bulamazsın!
Hapishanede Hüseyin demek ince mizah demekti, gülmek demekti, kahkaha demekti.
***
Yıl 1999. Çiçek Arif’in barında Hüseyin Sanlı’ya takılıyor.
- Sanlı bana bir yolluk köfte versene!
- Köftenin de içki gibi yolluğu mu olurmuş, Hüseyin abi? diyor Sanlı.
Hüseyin’in yanıtını hazır:
- Kuru köfte ne güne duruyor oğlum?
Yaşamda Hüseyin demek, nükte, gülümseme, gülme, kahkaha demekti.
Aynı zamanda yaşamda Hüseyin demek, özgürlük, sosyalizm mücadelesi, barış savaşımı, ödünsüzlük, dik duruş, yılmamak, sonuna kadar sadık yoldaşlık demekti.
Bir gün hapishanede, Hüseyin’e şöyle dediğimi hatırlıyorum:
- Bir daha başka bir vesileyle içeri düşecek olursam “Hüs” de bizimleydi derim. Kusura bakma, sensiz yatmanın keyfi olmuyor ki...
Abus laubalilerin ibadullah olduğu bir toplumda, Hüseyin ciddi işlerin, direnişin, mücadelenin adamıydı. Ama bunları hep gülümseyerek, gülümseterek yaptı.
Hüseyin bize mühim olanın kasılmak değil, direnmek olduğunu gösterdi ve gülümsedi, gülümsetti.
Öyle bir adam, öyle bir yoldaş, öyle bir aydın, öyle bir zekâ, bir daha güç gelir.
Onu çok arayacağız, tek tesellimiz aklımıza geldiğinde yüzümüzde beliren gülümseme olacak.
Yorum Gönder