Felsefe ve Bilim Kitaplarına Karşı Çıkan Osmanlı ve Günümüz


Felsefeyi Bilim Kitaplarını Reddeten Şeyhülislam
….III. Ahmet’in veziriazamı Ali Paşa Varadin Savaşında şehit olunca (6 Ağustos 1716/17 Şaban 1128), malları devlet, padişah adına müsadere edildi. Ali Paşa ilim ve irfana saygılı, maarifi sever bir devlet adamı idi. Zengin kütüphanesine topladığı kitapların yalnız fihristi dört cildi buluyordu. Ömrü hayatında kurduğu kütüphaneye kitapların bir kısmını naklettirmiş, diğerleri müsadere edilen malları arasında kalmıştı.
Vakfı gereğince, bu kitapların da kütüphanesine yerleştirilmesi gerekiyordu. Şehit Ali Paşa’nın mallarını tespit edenler, kitaplar arasında tarih, felsefe, nûcum (Astronomi), Tıp ve edebiyata ait eserler de gördüler. Ali Paşa, Mora Seferi sonucu, eski Yunan kültür hayatına, ait birçok eserler getirmişti.
Padişah, bu kitapların vakfının şer’an caiz olup olmadığını, Şeyhülislâmdan sordu. Müftü Efendi “olmaz. Bunların vakfı caiz değildir” dedi. Burada III. Ahmet’in ordu kadısı Sunullah Efendiye gönderdiği hattı Hümayunun bu bölümüne göz atalım:
“…Üç ciltte mestur olan kitaplarının defterlerinde yazıldığı üzere her bir fenden olanı başkaca ve alalicmal defteri ve Mora seferi avdetinden sonra aldığı kütüp henüz bu defterlere henüz kayıt olunmakla anların dahi defterleri mazbut ve hususi mezkûr almül ûlemnül mütebahhirin, bilfiil Şeyhülislâm müftü ulenam olan Mevlana Ebu İshak İsmail Adam Allahü Teala Faazluhudan istifa olundukta. Kütübü esiresi olan Zeydin Felsefe ve Nücüm ve Ekazib ile meskûn olan eş’arı ve tevarihe müteallik kitapları dahi vakıfta dâhil olmaz. Olmakule kütübün vakfı mûtearif değüldür deyu fetvayı şerife verilmekte”.
Şeyhulislamın fetvasında anlaşıldığına göre, Ali Paşa’nın felsefe ve öteki bilim kitaplarının vakfedilerek kütüphanelere konulmasının caiz olmadığına karar veriyor. Böylece yüz yıllardan beri Osmanlı, matbaaya da, bilime de, bilim kitaplarına da karşı olduğu bu belgelerle, matbaanın icadından 260 yıl sonra bile gösteriyor kanıtlanıyor.
Yıl 1710 dur. O tarihte yurda matbaa bile getirilmemiş. Batıda bilim ve icatlarda, keşiflerde peşkeşe hamleler ilerlemeler var. Bilimin gelişmesinde çok büyük etkisi ve katkısı olan matbaa, Avrupa da, ülke ülke, şehir şehir, yayılıp monte edilmekte, matbaa ustaları diyar diyar dolaşmaktalar. Yine Avrupa’da binlerce bilim, felsefe, tarih vb kitaplar basılmaktadır. Osmanlı ise ne yazık ki, halen bilim ve felsefe kitapları basmak şöyle dursun, ne ki, yasaklayıcı fetvalar vermek. Osmanlı din adamlarının, sanki Orta Çağ’ın din adamları gibi, bilim ve felsefeye karşı çıkan, kitaplarını reddeden tavır ve fetvaları üzüntü vericidir. Tüm bunların sonucu olarak, Avrupa her alanda hızla ilerlerken, Osmanlı aynı hızla geriliyor, yıkılışa doğru gidiyordu. (Matbaa bile, bu tepkiler yüzünden 1727 yılında, Avrupa’dan zorlukla getirilmiştir). İngiltere’de ansiklopediler basılıyor, Fransa’da ihtilâllar oluyor, bilim adamları, düşünürler, bilim kitapları ile Yeni Çağ hazırlanırken, felsefeyi, tarihi, astronomiyi, tıbbı, edebiyatı reddeden zihniyet, devleti yıkılışa doğru götürüyordu.
Türk İslam Tarihinde İbni Sinalar, Biruni’ler vb, Mevlana Celalettin, Hacı Bektaşı Veli’ler’i bir düşünürsek. Onların aydınlık bilim ve felsefe düşünceleri insanlığa ışık tutmuş, “beşikten mezara kadar ilim öğreniniz” diyen İslâm’ın emrine uymuşlar; akıl, mantık, hayatı gerçekler üzerine kurulmuş İslâm Felsefesine bağlanmışlardı. Şu şaşmaz bir gerçek ki, toplum ne zaman bilim ve bilimsel düşünceden uzaklaşmışsa, o oranda gerilik ve karanlığa sürüklenmiştir. [i]
FELSEFEYE KARŞI ÇIKAN OSMANLI AYDINLARI
Şeyhülislâm (devrin devletin en büyük din âlımı) ile birlikte, bazı Osmanlı Aydınları, felsefeyle birlikte, matematik ve bazı bilim dallarına karşı çıkarlar.
XVII. yyıl Osmanlı şairlerinden Nabi (1642–1712) oğlu Ebülhayr Mehmet Çelebi’ye yazdığı şiirlerde, bazı ilimler ile felsefeden uzak durmasını öğütlüyor.
…………………
Matlabun eyle ma’ânî umur
Vadi-i felsefeden eyle-ubûr.
(İşlerin anlamlı alanını talep et. Felsefe vadisinden uzak geç)
Hikmet ü felsefeden eyle hazer
Evliya nüshasına eyle nazar
(Hikmet ve felsefeden sakın, evliyanın eserlerine nazar kıl)
Dede Korkut’tan beri Mevlana, Yunus Emre, Nasrettin Hoca, Hacı Bektaşi Veli gibi toplumsal, dinsel felsefenin en seçkin aydınları Türklerin içinden çıkıp, insanları düşünerek aydınlatırken, Osmanlı’nın tepede aydın görülenlerin, felsefe ve bazı bilim dallarına karşı çıkmaları üzüntü vericidir. Felsefe, düşünme yolunu kapatarak, bilime ilgisiz kalan Osmanlının XVI. yyıldan sonra hızla gerilediğini görmekteyiz.
“Felsefeden uzak dur” uyarısı, yüzyılın ilim zihniyeti ve ilme bakışıyla yakından ilgilidir. Bu yüzyılda (XVI.-XVII.) medreselerin ders programlarından müspet ilimlerin, özellikle matematik ve felsefenin çıkarılması, saray üzerinde büyük tesirleri olan Kadı zadelerin önemli olumsuz icraatları arasındadır. Kadızadelerin ele aldığı ilk mesele müspet ilim ve matematik okumanın caiz olup olmaması idi. Sonra işi azıtarak çeşitli istekler öne sürmek sureti ile hasımlarını öldürmeğe kadar vardırmışlardır. Böylece artık felsefi ilimlerle uğraşmayı kim başına bir belâ olarak alabilirdi. Zorba Kadızadelerin baskısı, şerri ile artık ilme hız verme ve felsefi ilimlere yönelmeye kimsede şevk ve azim kalmamıştı. Bu olumsuz hava ve okutacak felsefe havasının bulunmaması ile felsefe programlardan kaldırılmış, dine ağırlıklı eğitim verilmeye başlanmıştı.
Kâtip Çelebi (1609–1657) “XVI. yyıl sonlarına kadar felsefenin Osmanlı medreselerinde okutulduğunu belirterek daha sonra, bazı şeyhülislâmlar dini akidelere
Kâtip Çelebi muhalif olduğundan bahisle felsefe öğretimini men ettirdiklerini ve bunun yerine zaten medreselerde okutulan “hidaye ve ekmel-i” koydurarak bunun Osmanlı medreselerinin fikri inkirasına sebep olduğunu” yazmakta.
İslam uygarlığında kuruluşları 9.yüzyıla kadar medreselerde eğitim dinsel konularda sınırlı kalıyor, felsefe ve doğa bilimleri din çevrelerince kuşkulu görüldüğü için,
ders programlarında yer verilmiyor, Felsefe öğrenmek isteyenler evlerde gizlice özel derslerle öğrenmeye çalışıyorlardı. Osmanlılarda ilk medrese 1330 da Orhan Bey zamanında İznik’te açılmıştı. Medreselerde, felsefe ve pozitif ilimlerden uzak, o denli başına buyruk öğretim yapıyorlardı
ki, eğitimde ne devlet, ne sultan ve ne de halife etkili oluyordu.
…………
Kısaca felsefenin, felsefi tartışma ve okumanın dinde şüphelere sevk ettiğini, felsefenin şeriatı dinlememeye yönlendirdiği ithamı felsefenin kaldırılmasına ve yerine fıkhın konmasına sebep oluyordu.
Yine Osmanlı Aydınlarından Sümbül zade Vehbî de(…..1809) “Lutfıyye” adlı eserinde, oğluna verdiği şiirli öğütle (onun nazarında topluma) felsefeyi yasaklamaktadır:
“ Yüce Allah’ın hikmeti- zatında – gizlidir. Filozofların sözleri vehim ve hayalden ibarettir. Gerçi ilk anda akla uygun görünürse de çoğu nakleâyete, hadise aykırıdır. Bunları mevakıf şerhinde de göreceğin gibi, kelâmcılar reddeder. Felsefeyle uğraşma, gece gündüz onu düşünme. Gökbilimi, tabiî bilimleri, bunların iyi kötü özelliklerini ben de okuyup zevk almış, felsefe mesleğine yönelmiştim. Onların bütün delilleri vesikasızdır (sahtedir); Allahın hikmetini kul bilmez. Onu ne “Kanun” adlı eserin sahibi İbn-i Sina, ne Aristo ne de Eflatun anlar. O, “aklın on mertebesi” yalanı ki, Aristo bunu söylemiştir. İnsan aklının kabul edeceği bir şey değildir. Araz ve cevheri bulsan da alma, görünüşe bakıp değersiz bir şey olarak kalmaz).
Görüldüğü gibi, Osmanlı’nın sözde aydını (Sümbülzade Vehbi) aklınca, yazdığı tıp kitapları Avrupa tıp okullarında üç yüz yıl okutulan Türk İslâm Âleminin yetiştirdiği en seçkin tıp ve bilim adamı İbni Sina ile Aristo ve Eflatun gibi filozofları eleştirebiliyor.
Üst makamlarında, sarayda padişah ve devlet adamları kendi âleminde; sözde aydınlar bilim ve felsefeye karşı; aşağıda, ümitsizliğe düşen halk, tütün, içki, afyon (uyuşturucu) gibi zararlı alışkanlıklarla boğuşuyor, halk uyuşturuluyordu. Yine devrin şairlerinden Nabi (1642–1712) Hayrî-name adlı eserindeki dizeleri ile şu öğüdü veriyor:
“Berg-ü esrar dahi bedterdür
“Yiyen insan değül anı hardur.
(Afyon ve esrar en kötülerindendir. Bunları yiyen insan değil, eşektir.)
“Ramazanda sarup afyûna keten
“Mideni mûrdeye itme medfen”
(Ramazan’da afyona keten-beyaz kâğıt sarıp, mideni o ölçüye defin yeri-eyleme)
“Âdemi mahara-i nâs eyler
“Sûret-i nâsda nesnâs eyler”
(İnsanı herkese maskara yapar ve insan süretinde âdeta bir hayvana dönüştürür)
Beyitten anlaşıldığına göre, afyon tiryakilerinin Ramazanda bile hileye başvurarak afyon içtiklerini ele vermektedir. Beyitteki ifadelerden, tiryakilerin sahur vakti afyonu yapraklara sararak yuttukları ve böylece oruçlu oldukları halde, yaprakların kat kat açılması ve erimesiyle birlikte, bir şekilde keyif almayı sağladıkları anlaşılmaktadır. Afyon tiryakilerinin Ramazan’da bile afyon içmeye devam ettiklerini şu şekilde izah edilmektedir:
“Afyon müptelâları ramazanda bir afyon hapı veya macun yutarak imsak ediyorlarmış. Esrar müptelaları gibi afyonu kat kat kâğıda sararak yutanlar da olurmuş. Bir kat kâğıda nispetle veya üç katlılar midede birbirini takip edermiş. Bu kâğıtlara “kefen”, kâğıda sarmaya “kefenleme” derlerdi.
Batı 250 yıl önce Matbaayı bulmuş; Avrupa’nın bütün şehirleri kasabaları matbaalar basımevleri ile donatılmış; binlerce ilim kitapları basılıyor. Bilim, icatlar, buluşlar, keşifler alabildiğine ilerliyor; Batı, böylece aldığı bilimsel ivme ile sanayi devrimine tırmanıyordu. Osmanlıya ise, daha matbaa bile gelmemiş; devlet şeyhülislâmı ve sözde aydınları ile bilimi, düşünceyi, felsefeyi, hicvi yasaklıyor; halk ve devlet, geri kalmışlığın karanlığında yıkılışa doğru sürükleniyordu.
Yukarıda kendilerini güya aydın sanan Osmanlı uleması (Sümbülzade Vehbi, Nabi gibi) felsefeye, bilim ve bilim kitaplarına karşı dururken, insanlığa görüş ve düşünceleri ile yüzyıllardan beri ışık tutan, rehber olan İbn-i Sina, Aristo gibi çağın seçkin insanlarını tiiye alıp küçümsüyorlardı. Böylesine ulemalardan bile daha bilinçsiz olan padişahlar da, bu bilimsiz rotaya ayak uyduruyorlardı. [ii]

FELSEFE İÇİN HİKTOR HUGO NE DİYOR
Osmanlı üç yüzyıldan beri bilime, felsefeye ve de matbaaya karşı duradursun, Avrupa’nın aydınlanmasında itici güç olan, Çağdaş Batı’ın aydınlanmasına ışık tutan nice düşünürlerden ve aydınlardan biri Viktor Hugo (1802–1885) Osmanlı aydınlarına inat, felsefe için bakınız neler söylemekte:
Felsefe düşüncenin mikroskobudur. Her şey onun gözünden kaçmak ister ama onun gözünden hiçbir şey kaçmaz. Paçavradan saray giysisini, giysiden kadını yaratır. Şişe kırıklarından billur sürahiyi tekrar yaratır”.
İnsanın düşünme ve yaratma duygularını genişleten felsefe son yıllarda nerde ise kaldırılmış durumda. İnsanın aydınlanmasında çok önemli bir etken olan felsefeye acaba günümüzde okullarda bile gereken önemi verdik mi?

YA GÜNÜMÜZDE NASILIZ
Şimdi isterseniz 1710 dan 300 yıl sonra günümüze gelelim. Din, iman, türban diyerek cahil zümreleri kandırarak iktidara gelen günümüzün yöneticileri, çağdaş demokrasinin birbirinden bağımsız üç temel taşı olan yasama, yürütme, yargıyı eline almış, anayasaya ve çağdaş normlara uymayan dinsel devlet yapılaşmasını oluşturmakta; atama ve uygulamalarla eline geçirdiği hukuku aydınları, muhalifleri susturma, kodeslere atma vasıtası olarak kullanmakta.
Ayrıca bilim kurullarına, üniversitelere devletin bütün üst makamlarına yandaşları atayarak yandaş bir yönetim oluşturmuş durumda. Avrupa’nın bütün bilim kurullarında, okullarında Evrim teorisi bilimsel kural olarak kabul edilirken, şimdiki dinsel parfümlü yöneticiler, bu teoriye yani bilime karşı tavır almaktalar. Çağdaş devletle bağdaşmayan yasak kitaplara, katledilen, yakılan, zindanlara atılan aydınlara, öğrencilere bir bakın. Bu uygulamalar, düşünceler Osmanlının felsefeye, bilim karşı duruşundan ne farkı var. Gerçek demokrasiye, laiklik karşıtı düşünce uygulamaları ile çağdaş dünyaya karşı bir duruş değil midir? İşte bu çağ dışı uygulama ve eylemleri gören Avrupa’lılar ülkemizi AB ye, içlerine alamayacaklarını açıkça söylemeye başladılar. Ayrıca hukuk dışı uygulamaların olduğu, yandaş hukuk ve yandaş adalet oluşturulduğu, muhaliflere intikamla yaklaşan ülkeye büyük dış yatırımlar da olamaz. Hele Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin (AİHM) devletimiz aleyhine verdiği, Rusya’dan sonra birinci sırada olan ve milyonlara varan tazminatlara bir bakın; bu milyonları hukuk dışı, çağ dışı uygulamalarla yönetenler ceplerinden ödemeyecek, yoksul halkımız, hazine ödeyecektir.
Avrupa’nın bütün okullarında kesintisiz 10-12 yıl zorunlu eğitim varken, “dinci vatandaş yetiştireceğim” diyerek okullarda ilk beş yıldan sonra okulu bırakmanın yolunu açan 4+4+4 sistemi ile kesintili sistemi getiren, daha doğrusu toplumu cehalete sevk edecek olan düşüncenin, günümüzden 300 yıl önceki şeyhülislamın düşüncesinden ne farkı var ki var ki? Bu sakat uygulama uzun bir süreçte Türk toplumunu bilimsel düşünceden daha da uzaklaştıracak, toplumu geriliğe itecek, içine (AB ile) girmeye çalıştığımız Batı kültürü ile aramızdaki makas daha çok açılacaktır.
Tıpkı Osmanlının çağın koşullarından uzak, bilinçsiz şeyhülislam, ulemanın topluma yukarıda açıklanan cehaleti dayattığı gibi, başımızdaki dincilik yarışında bulunan 4+4+4 çüler de topluma çağdaşlıktan uzaklaşmanın dayatmasını sürdürmekteler. Bu 4+4+4=12 gerekte zorunlu 12 yıllık eğitim değildir.
Bu uygulama tüm okullarda, dershane yetmezliği, dinsel ayırımcılık ve sürtüşmeler, abdest alma yeri, regl (aybaşı) olan kız öğrencilerin Kuran okuma sorunu gibi nice sorun ve sürtüşmeler yaratacak, öğretmenler çok güç dudumda kalacaklardır. Kaldı ki devletin dinsel eğitim ve dinsel şartlandırma yapması anayasanın laiklik ilkesi ile de bağdaşmaz.

Cevat Kulaksız
NOTLAR
[i] Yazılmamış Tarihimiz Milliyet Yay Cemal Kutay Sf:59
[ii] HayrI-name – Akçağ Yayınları 1999 Nabi (1642–1712)

Yorum Gönder

[blogger][facebook][disqus]

Kemalın Askeri

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Javascript DisablePlease Enable Javascript To See All Widget