Direnmek Yaşamak Demektir - Ali Eralp


Türkiye Cumhuriyeti bugün büyük bir saldırı altındadır. Amerika’sı, Avrupa’sı, şeriatçısı, PKK’lısı candan, sıkı bir işbirliği içerisinde, dört koldan, tüm güçleri ile yüklenmektedirler.
Savaş alanı cumhuriyettir; Cumhuriyet ideolojisidir, Cumhuriyet ekonomisidir.
Başta ulus-devlet ve bağımsız Türkiye olmak üzere, Kurtuluş Savaşımızın tüm kazanımlarını ortadan kaldırmaya çalışıyorlar.
Okullar İmam hatiplere, Kuran kurslarına dönüştürülüyor. Sınavlarda Türkiye Cumhuriyet yerine, “Yeni Türkiye Devleti” deniliyor. Tevhidi-tedrisat (öğretim Birliği) ayaklar altında. Hukuk, Nemrut Mustafa Paşaların hizmetine girmiş. Aczmendiler ellerinde değneklerle sokaklara dökülmüş, Cumhuriyete meydan okuyorlar…
Üstelik onlar bu saldırılarında yalnız da değiller. Kendilerine (her nedense) solcu(!) diyen ve aydın olduklarını ileri süren bir aymazlar topluluğu da bu ihanet çetesi ile birlikte 1923 Devrimine, Cumhuriyet dönemine veryansın ediyor, aslanlar gibi kükrüyor!..
Artık şunu açıkça söyleyebiliriz: Sosyo-ekonomik yapısı, gönüllü mandacıları ve emperyalist kültürü ile bugünkü Türkiye’nin koşulları, Ulusal Kurtuluş Savaşının başladığı yıllardaki koşullardan farklı değildir. Sadece aktörler değişmiştir, o kadar… O yıllarda da bugün olduğu gibi dinciler, bazı satılık kalemler, padişah ve çevresi, ulusalcılara karşı emperyalizm saflarında yer almışlardı.
Mustafa Kemal Atatürk, 19 Mayıs 1919’da Samsun’a çıktığında, ülkemizin “vaziyet ve manzarai umumiye”sini (genel görünümünü) şöyle anlatıyordu:
”Düşman devletler, Osmanlı Devletine ve ülkesine maddi ve manevi saldırıya geçmiş: onu yok etmeye ve parçalamaya karar vermiştir. Padişah ve halife olan kişi, kendi yaşamını ve rahatını kurtarabilecek çareden başka bir şey düşünmüyor… Felaketin dehşet ve ağırlığını kavramaya başlayanlar, bulundukları çevreye ve olaylardan etkilenebilme güçlerine göre kendilerince kurtuluş çaresi saydıkları önlemlere başvurmakta…
Burada pek önemli bir noktayı da belirtmeli ve açıklamalıyım. Millet ve ordu, Padişah ve Halifenin hainliğinden haberdar olmadığı gibi, o makama ve makamda bulunana karşı yüzyılların kökleştirdiği din ve gelenek bağlarıyla içten bağlı ve sadık…”
O günkü ortamla, bugünkü ortam arasındaki benzerliği fark ettiniz mi? Saltanat, hilafet, şeriat yanlıları bugün de işbaşında. ABD, AB ve İsrail yurdumuzu parçalayabilmek için Atatürk’ün deyişiyle “maddi ve manevi” saldırıya geçmiş.
Irak’ın Kuzeyindeki aşiret reisleri, yedi bin yıllık bir dünya devletini yönlendirebilmek için iç işlerimize burunlarını sokuyor. Bir avuç bölücü, vatanımızdan toprak istiyor. Türkiye Cumhuriyetine kafa tutuyor.
Fabrikalarımız, limanlarımız, arazilerimiz yabancılar tarafından işgal edilmiş. Yönetim onlarda. Türk ulusu adına onlar karar veriyorlar. Artı değerlerimizi, zenginliklerimizi yağmalıyorlar.
“Devlet malı deniz…” diyen Oğullardan, kızlardan, damatlardan kimseye sıra gelmiyor. Garibanlara sadaka çerçevesinde azıcık ekmek, aş veriyorlar. ”Bununla yetinin” diyorlar. Halkımızın bir bölümü onu da alamıyor. Sadece olup bitenleri seyrediyor şaşkın şaşkın. Sadece bakıyor… Ne var ki uzaktan bakıyor şimdilik. Deveyi hamuduyla götürenleri de göremiyor.
Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün vurguladığı gibi, ne yazık ki günümüzde halkımız dün olduğu gibi bugün de yöneticilerin “hainliğinden haberdar olmadığı gibi, o makama ve makamda bulunana karşı yüzyılların kökleştirdiği din ve gelenek bağlarıyla içten bağlı ve sadık…”
İktidar, yoksul halkı vergi ve sömürü kaynağı olarak görüyor. Deniz Fenerleri, vatandaşın saf dinsel inancını kullanarak trilyonlar topladı, iç etti, şimdi de elini kolunu sallayarak geziyorlar…
Yoksul halkın ödediği vergiler, trilyonlar buharlaşıyor. Heba oluyor. Libya, Suriye karşıtlarına, yapılan yardımlara, gidiyor. Milyarlar, yandaşların cebine iniyor ya da iç, dış faizlere harcanıyor.

Okul yok, hastane yok. En önemlisi fabrika, işyeri yok. Çünkü yatırım yok. Yatırım olmayınca üretim yok. Üretim olmayınca büyüme yok. Büyüme olmayınca iş yok. İşsizlik çok. “Yok”lar tren yolu gibi uzayıp gidiyor; çocukluğumuzda anamızın bize anlattığı ”uzun duvar” masalına dönüyor.

Sadaka ekonomisi ve din ticareti… AKP’ye göre her şeyi çözümleyen sihirli bir formül.
Önce halkı aç bırakacaksın, sefilleştireceksin, sonra da bulgur, nohut, makarna vereceksin, ramazan çadırları kuracaksın, aşevlerinde aş ekmek dağıtacaksın. İrtica büyük tehlike diyen subayları içeri atacaksın. Böylece hem dua alacaksın, hem oy alacaksın… Bir taşla iki kuş…
Onlar soyut bir devlet, ordu, Kemalizm düşmanlığı yaparak Türkiye’yi kurtaracaklarını sanıyorlar. Sanki bu ülkenin başka sorunu kalmamış gibi. Sanki tek sorun orduyu kötülemek, halkın gözünde küçük düşürmek, profesörleri, sendikacıları, gazetecileri, milletvekillerini içeriye atmak, attırmakmış gibi… Peki, Ekonomideki bütçe açığını, yoksullaşmayı ne yapacağız? Çift hanelere yönelen işsizliği ne yapacağız?
Halk kan ağlıyor. Esnaf kan ağlıyor. İşçi-köylü kan ağlıyor.
Dört dükkândan üçü kepenk indiriyor. Bu sorunları 28 Şubatçıları tutuklayarak mı çözeceksiniz? Dikkatleri, ilgileri başka yönlere çekmekle, deve kuşu gibi gizlemekle, hayali istatistiklerle, ekonomik çöküntüyü nereye kadar gözlerden uzak tutacaksınız? Ne zamana kadar saklayacaksınız?
Geçmişte Namık Kemal’leri, Mithat Paşaları, Nazım Hikmet’leri“vatan haini” ilan ederek zindanlara atan, sürgünlere gönderen düşünce, işte bu düşüncedir. “Orduyu isyana teşvik etti” gerekçesiyle Nazım Hikmet’in gençliğini cezaevlerinde tükettiler. İleride bugünkü yaşananları da tarih yazacaktır mutlaka.
Bütün bu olumsuzluklara karşı direneceğiz.
Haksızlığa, zulme, vatanın yabancılar tarafından işgaline direnme her zaman, her çağda, her ülkede geçerli bir hak olmuştur.
Baskıya, işkenceye, sömürüye boyun eğmek, yaşarken ölümü kabullenmek demektir. Toplumların ilerlemesi, yücelmesi kötü koşulların değişimi ile olur. Değişim ise her çağda direnme ve devrimlerle gerçekleşir.
Direnmek yaşamak demektir.
Atatürk, yaşamı boyunca direnmeyi ve mücadeleyi seçti. Baskılar, tehditler karşısında asla yılmadı. Subay olduktan sonra Şam’a sürüldü. Daha sonraları Sultan Vahdettin onu ölüme mahkûm etti. Yine vazgeçmedi.
Şöyle diyordu o: “Ordu müfettişliğinden istifa edip de basit bir vatandaş olarak milletim ve vatanım için çalışmaya başladığım gün, bütün bir düşman dünya içinde, kendimi en kuvvetli bir adam olarak buluyordum. Bu kuvveti bana, Türk ulusu davasının büyüklüğü ile vicdanım veriyordu. (Atatürk İhtilali, Mahmut Esat Bozkurt)
Direnmek yaşamak demektir. Kimse kimsenin yaşam hakkını, yaşama hakkını özgürlüğünü elinden alamaz. Buna hakkı da yoktur, haddi de yoktur…

Ali Eralp

Yorum Gönder

[blogger][facebook][disqus]

Kemalın Askeri

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Javascript DisablePlease Enable Javascript To See All Widget