İstanbul korkunç bir gün geçirdi. Eğer kimse ölmediyse bu Allah’ın bir lütfudur. Ben de bu korkunç günde, çatıların uçtuğu, ağaçların devrildiği bir sokakta buldum kendimi.
O yola bir iki dakika önce girmiş olsaydım, büyük bir tehlike ile karşı karşıya kalacaktım. Kim bilir belki de bu yazıyı bile yazamıyor olacaktım.
Birkaç dakika süren o müthiş fırtına sırasında Çamlıca tepesinin altından Küplüce yoluna girmiştim.
Öğle üzeri bir randevu için yola çıkarken arabamdaki dış ısı göstergesi 24’ü gösteriyordu. İşim bitip dönerken sıcaklık 28’e çıkmıştı.
Kendi kendime “Bu hayra alamet değil, bu tarihte 28 derece sıcaklık normal değil, hava da puslu, bunun arkası herhalde çok şiddetli bir yağış” diye söylendim.
Sonra birden ortalığı bir tozu bulutu sardı. Arabam sarsıldı, frene basıp yavaşladım.
Her şey uçuşmaya başladı. Küplüce yoluna girdiğimde birden yolun iki yakasındaki ağaçların neredeyse yere kadar eğilmeye başladıklarını gördüm.
Birkaç dal koptu, uçuştu, biri bagaj kapısına çarptı.
Aynadan geriye baktığımda hayli büyük bir dalın yere yapıştığını gördüm.
Az ilerde daha yoğun evlerin bulunduğu daralan yola girdiğimde ise manzara felaketti.
Bir inşaatın iskelesi yıkılmış, sacdan yapılma portatif bir çatı kaplaması boylu boyunca cadde üzerinde yatıyordu. O sırada yine bir çatıdan kopan sac parça 50 metre kadar önüme uçarak kondu.
Dehşet içinde havada uçuşan kaplamaların birilerine çarpıp çarpmadığına bakmaya çalışıyorum.
Çok şükür ne devrilen iskele de uçuşan kaplamalar da kimseye çarpmamıştı.
Evimin yakınındaki sokaklarda ise sanki ağaçlara budama yapılmış da, dallar ortalığa bırakılmış gibiydi.
Henüz fidan halindeki yemyeşil dallar adeta ağlayarak etrafa saçılmıştı.
Derken tepeden İstanbul Boğazı’nı gördüm. Denizi bugüne kadar hiç böyle görmemiştim. Azmış kabarmış, bembeyaz olmuştu.
Marmara açıklarında bu manzaraya tanık olmuştum ama Boğaz sularının bu kadar kabardığını hiç görmemiştim.
Eve geldiğimde, hemen televizyonu açtım. Fırtına haberleri televizyon merkezlerine henüz gelmeye başlamıştı. Giderek yaşanan, daha da doğrusu kenarından geçilen facianın görüntüleri akmaya başladı.
Yüreğim ağzımda haberleri izlemeye başladım. Her yer altüst olmuştu. Köprüler bile kapatılmıştı. Tek tesellimiz hiç can kaybı olmaması, yaralı sayısının ise az olmasıydı.
Heyecanlı bir gündü. İçimden yaşadıklarımı anlatmaktan başka bir şey gelmedi.
*****
Garnizona herkes alışmış meğerse
Üniversitelerin garnizona döndüğünü yazmıştım iki gün önce. Özgür ve özerk olması gereken üniversitelerin garnizonları andıran bir güvenlik çemberi içinde olmasını, üniversite kavramına yakıştıramadığımı belirtmiştim.
Yanılmışım. Meğer herkes pek memnunmuş bu durumdan.
Örneğin Gaziantep’den yazan bir profesör “Keşke daha fazla güvenlik olsaydı, o doktorumuzu kaybetmezdik” derken, bir başkası “Kampüs çok büyük, yürürken korkuyoruz, güvenlik olmalı” diyor.
Elbette kastım üniversitelerin güvenliksiz olması değil.
Ben yöntemleri eleştirdim. Üniversite girişlerinin Genelkurmay gibi olmasını özgür eğitime darbe gibi değerlendirmiştim.
Oysa bizzat öğretim üyeleri ve öğrenciler bu garnizon sistemine çok alışmış ve durumu benimsemiş.
Üniversitelerin özerk olduğu dönemleri hiç hatırlamayanlar ise bunu zaten normal karşılıyor.
Bu bir çelişki gibi görülebilir ama hayır, öyle değil.
Günümüz demokrasi anlayışı bu hâle geldi.
İktidarlar demokrasinin içini boşalttılar. Güvenlik kaygılarını öne çıkardılar. Böylelikle insanlar demokrasiyi ve özgürlükleri sadece kendi işlerine geldiği anlamda ya da toplum içinde kendilerine zarar vermeyecek söylemler sınırında belirtir hale getirildi.
Sonuç: Yüz binlerce üniversite mensubu bulundukları kurumun bir özgürlük ve demokrasi abidesi olduğu gerçeğinin farkında bile değil.
*****
Türkiye’nin C planı
Vatan’ın internet sitesinde dünkü haberlerine yapılmış bir yorumu okuyunca hem çok güldüm hem de bana çok ironik geldi.
Şöyle diyor; “Türkiye’nin hiç C planı olmadı. Bugüne kadar planlar hep A B D olarak hazırlandı.”
*****
Servis terörüne selam
İstanbul’da büyük plazaların, iş merkezlerinin bulunduğu yerlerden geçenler bilir, akşamüstü olduğunda trafik tam bir keşmekeşe döner.
Çünkü bu plaza ve iş merkezlerinde çalışan binlerce kişi evlerine gitmek için servislere binmektedir.
Toplu ulaşımın hâlâ Orta Çağ döneminde olduğu İstanbul’da elbette insanlar işlerine gidebilmek için kendilerince en elverişli araçları kullanacaklardır.
Ancak bu masum kullanımın bir de başka yüz binlerce insana verdiği eziyet var.
Servis araçları iş dağılımdan yarım saat önce ana caddeler üzerinde yerlerini almaya başlıyorlar. Tabii araç sayısı çok, yer ise kısıtlı olduğu için önce tek sıra olan park iki sıraya, hatta bazı yerlerde üç sıraya çıkıyor.
Örneğin Gayrettepe’de, Maslak’ta, Levent’te, Balmumcu’da bu manzarayı her gün görürsünüz.
Trafik polisleri ise servis saati yaklaşırken ortaya çıkarlar ve servis araçlarına yer açabilmek için trafiği hiç engellemeyen araçları kaldırmaya başlarlar.
Servis bir ihtiyaçtır ama bu işin düzenlenmesi için İstanbul’un bir sahibinin olması gerekir. Oysa artık hepimiz biliyoruz ki İstanbul’un bir sahibi yok.
Sahibi olarak geçinenler çaresizlik için günü kurtarmaya çalışıyorlar.
Servis araçlarını sevk ve idare edemedikleri için sanki bu sorun yokmuş gibi davranarak her akşam İstanbul’un felç olmasına göz yumuyorlar.
İstanbul’un sahibi yok ama bir dirayetli adam bile ortaya çıkıp sorunu çözebilir.
Örneğin Şişli Belediye Başkanı oturduğu makam odasından aşağıya baksa ne demek istediğimi anlayacaktır. “Benim sorumluluk alanım değil” diyebilir, ama müdahale etme gücü vardır. En azından gündeme getirerek Büyükşehir Belediyesi ile Emniyet’i ortak çalışmaya ikna edebilir.
İstanbul’un trafik sorununu hiç olmazsa azıcık rahatlatmak için biraz akıl, biraz izan, biraz kararlılık yeter.
NOT: Toplu ulaşımda Orta Çağ dönemi tanımım üzerine “metroyu, metrobüsü, tramvayı görmüyor musun” diyenler olabilir. Ama onlar gerçek anlamda toplu taşıma aracı değil. Hepsi tek hat üzerinde. Bu hatlarda oturanlar için elverişli ama toplu taşıt değil bunlar.
Yorum Gönder