"Gericiler Tarihin Her Devrinde Daima Dini Kullanmışlar."
31 Mart İsyanı (31 Mart Vakası ya da 31 Mart Ayaklanması),
II. Meşrutiyet’in ilanından sonra İstanbul’da yönetime karşı yapılmış büyük bir ayaklanmadır. Rumi takvimle 31 Mart 1325′te (13 Nisan 1909) çıktığı için bu adla anılmıştır.
Meşrutiyetçi hareketin en güçlü kanadı olan İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin iktidarı tam olarak ele geçiremeyerek dolaylı bir denetim kurması ve İngilizlerin İttihat ve Terakkicilere söz geçiremeyeceğini fark etmesi, politik istikrarsızlığa yol açmış, halk arasında da yaygın çalkantılar doğurmuştu. Bu koşullar bazı muhalefet gruplarının kısa sürede İttihat ve Terakki’ye karşı İngilizlerin de desteğiyle birleşmelerine zemin hazırladı. Politik istikrarsızlık ve çatışmalar, İttihat ve Terakki’ye muhalefet eden tanınmış gazetecilerin ajanlar tarafından öldürülmesiyle daha da şiddetlendi.
GÖRÜLMEMİŞ BİR GAFLET!
Üç-beş bin kişilik âsi çapulcuya karşılık Mahmut Muhtar Paşa kumandasındaki 30.000 kişilik Muhafız Alayları ne hikmetse harekete geçirilememiş, hatta bu kuvvetlerin de âsilere katılmasına sebebiyet verilmiştir. Bu durum karşısında büsbütün şımaran ve cesaret bulan âsiler, zaptedilemez bir çılgınlık içinde birçok gazete idaresini tahrip etmişler, ellerindeki listeye göre kelle aramaya çıkmışlardır. Derviş Vahdeti de bu arada gazetesiyle durmadan ihtilalı körüklemiştir.
ll. Abdülhamid’in yandaş ve gerici Derviş Vahdeti’nin yayımladığı İngilizler tarafından finanse ve himaye edilen Volkan Gazetesi, İttihad-ı Muhammedi Cemiyeti’nin yayın organı durumuna geldikten sonra özellikle din adamları ve İttihat ve Terakki’nin uygulamalarından zarar gören alaylı subaylar üzerinde etkili oldu.
Tarihte 31 Mart vakası diye anılan gerici ayaklanma olayında bu hareketten önce İstanbul’da olan ve dini kullanarak yapılan bazı eylemlere yer vermek istedik. Bu gerici olayın tarih içindeki oluşumunu tarih kültürünüze bırakarak, o zamanki insana hüzün veren, ibretlik bazı ayrıntılara yer vermek istiyoruz.
Son 100-150 yıl içinde tüm gerici ayaklanma, isyanlara bakarsanız (Ermeni isyanları hariç) özünde dini alet olarak kullanma, dinsel sömürü vardır. Tanzimat’tan bu yana ülkede ne zaman çağdaşlaşma, demokratikleşme gibi reform ve yenilik hareketi yapılsa, dini kullanan, Nakşibendî, Nurcu, Saidi Nursi’ci, Fetullah Gülen’ci, Cemaletin Hoca’cı, irticai daha bilmem neci partiler daha nice din bezirgânları, pek çok dinsel kökenli cemaat ve örgütler karşı devrim, isyan hareketlerinde bulunmaktalar; çağdaşlaşmanın, demokratikleşmenin önüne engel koymaktalar. Devlete karşı en büyük gerici isyanlardan biri 31 Mart vakasıdır.
Tarihteki tüm isyanları, başkaldırıları incelediğimiz zaman görürüz ki, bütün isyanlarda dinin silah olarak, çıkar olarak kullanıldığı görülür. Özellikle günümüze kadar ki 150-200 yıl içinde toplumun gerici yobaz insanları, her zeminde, kendilerini herkesten daha fazla Müslüman, herkesten daha fazla namuslu görürler; bu bağnazca düşünce ile kendi kafa ve görüşlerine uymayanlara saldırıda bulunurlar. Oysa o tip insanların amaçları, hedefleri din ve namusu korumaktan ziyade, ortalığı karıştırıp, bulandırıp “kurt bulanığı sever” özdeyişi gibi, karışık ortamdan her bakımdan nemalanmak isterler.
En yakın zamanda Ekim 2010 da İstanbul tophanede 15-20 kadar saldırgan tekbirler getirerek ellerinde sopalar ve biber gazı ile resim ve heykel galerilerine gelenlere saldırılarda bulunmuşlardı. Gerçi yurdun birçok yerinde bazı heykellere, çıplak diyerek NU resimlerine saldırılara rastlamaktayız. Hatta Atatürk’ün annesin Zübeyde hanımın heykelini de hırsızlar çalıp götürmüşlerdi. Örnekleri çoğaltabiliriz. Bunu yapanlar, din adına sanata karşı gerici düşüncelerini yansıtmakta ve öylece saldırıda bulunmaktalar.
Günümüzün demokrasisindeki siyasal partiler de, yine dini çıkar olarak kullanarak kâh şeriat, kâh imam hatibi, kâh türban söylemi ile dini alet ederek çağdaşlaşmaya sürekli engel koymaktalar. Bu bağlamda 31 Mart vakasında, gerici isyanda dini kullanan olaylardaki hazin örnekleri irdeleyelim.
7 Ekim 1908 Çarşamba günü İstanbul Halıcılar Camii müezzini Kör Ali, bir gün önce Fatih camiinde ramazan vaizi olarak Kanuni Esasi (Anayas) ve Meşrutiyet aleyhine yaptığı konuşma üzerine Zaptiye nezaretince tevkif emri verildiğini duyarak etrafına topladığı kalabalıkla Yıldız Sarayı’na gidip meyhanelerin, tiyatroların kapatılması ve kadınların sokağa çıkarılmalarının yasaklanmasını istemişti. Meşrutiyetten evvel bilhassa Ramazanda normal yaşantının akışı içinde olan konuların “Şeriatın reddinde” olduğu iddiası bir anda yaygınlaştı ve Halıcılar cami müezzini Kör Ali, Yıldız Sarayı önlerine giderek mabeyn penceresine gelen Sultan Hamid’e “Çekinme padişahım… Tecelliler başladı!” diyordu. Böylece gericiler söylem ve davranışlarındaki bağnazlığı meşru göstermek, tutucu padişaha yaranmak yaltaklanmak için ll. Abdülhamid’e böyle diyorlardı.
Tahrikçilerin başı ve kışkırtıcısı Kör Ali tevkif edilmiş, muhakemesi sonucunda idamına karar verilmişti. Bu sert ve kesin tavra rağmen, kaynağı açıklanmayan odaklar, aynı yolda tahriklere devam ediyordu. Belli kişiler ve mihraklarca yönetilmekte olduğu kanaatini veren benzer hadiseler zincir halinde sergileniyordu.
Üsküdar Yenicami imamı Abdulkadir Hoca, teravih namazından sonra kendisine uyacaklarına yemin ettirdiği cemaatle birlikte tekbir getirerek tiyatro ve karagöz oynatılan yerleri basmış, sahneleri tahrip etmiş, birkaç kişi yaralanmıştı.
MEDRESELER ASKER KAÇAKLARI İLE DOLUYDU
Asker Sayısı Kadar Sarıklı!
Meşrutiyetin ilanından sonra Harbiye nezareti, askerlik hizmetinden tecil için sınav ve başarı şartı getiren bir kanun tasarısını meclise sundu.
İşte bu yüzden kıyamet koptu…
Selâtin (padişahların yaptırdığı büyük camilerin) önleri, asker olmamak için sınav ve başarı şartı istemeyen talebe-i ulumla dolmaya başladı. Mitingler birbirini kovalıyordu. Dinci yayınlar, bu tedbirlerden asıl gayenin -şeriatı âlimsiz bırakmak- olduğunu yazıyorlardı. Konu, Mebuslar meclisinde çetin tartışmalara yol açıyordu. Tasarının lehinde aleyhinde konuşanlar oldu, hatta din adamı mebuslar içinde, bu tedbirin memleket müdafaası kadar, hakiki din adamlarının vatan muhabbeti ve haysiyetleri için de faydalı olduğunu savunanlar çıktı.
31 Mart vakasının gerçek sebeplerinden birisi kendilerine talebe-i ülüm denen genç bu sarıklıların, bir medreseye kaydını yaptırıp iki ay devamdan sonra, askerlikten muaf (bağışık) tutulması için ll. Abdülhamid’in 16 yıl önce tanıdığı imtiyaz (ayrıcalık) medreselerden sınav zorunluluğu kaldırılmış, ülkenin her tarafını yaygın medreselerin öğrenci sayısı bu sebeple arttıkça artmış, bir aylaklar-kaçaklar kalabalığı yığılmıştı.
Yukarıda kabulü istenen tasarıyı savunan iki milletvekili Ankara Mebusu Talat Bey ve Bursa Mebusu Ömer Feyzi Efendi… Ömer Feyzi Efendi şöyle diyordu: “Askerlik mukaddes vecibesine tahsili devam ettiği için tamamlanmasına kadar zaman tanınan vatan evladından imtihanlarda muvaffak olma şartı aranırken, başında sarık var diye talebe-i ülumum muaf (bağışık) olması müsavat (eşitliği) umde (temel kural) sayan şeriatın hangi katığnassında (öz inancında) vardır? Bu adaletsizliği müdafaa edenler bu kürsüye gelsinler, söylesinler.”
31 Martta Mebuslar meclisine şeriat isteriz ayaklanmasının isteklerini silah zoruyla verenler bu suale cevap vermeyi düşünme ihtiyacı duymadan tasarının geri alınmasını istiyorlardı: Çünkü Derviş Vahdetî’nin “Beş altı bin askerin yanında beş altı bin ülema” diye övündüğü kalabalığın çoğunluğu bu asker kaçaklarıydı…
O devrin yandaş gerici Volkan Gazetesinde Vahdetî, gazetesinin 2 Nisan 1325 Perşembe (15 Nisan 1909) 105. Sayısında irticai (geridönüş) ayaklanmasına İnkılâba-ı Şer’i der ve ayaklananların rakamını verirken: “Beş altı bin askere, beş altı bin ulemanın iltihak edişi” diye yazar.
Gericiliğin, çağ dışılığın en alası olan tüm bu olaylar, dindaş toplum yaratacağız diyenleri, günümüz meclisinde, toplumu cahil bırakacak 4+4+4 yasasını nasıl kavgalı, dövüşlü, tekmeli, tokatlı görüşmelerini, yasalaşmasını anımsatmıyor mu?
FES Mİ KALPAK MI?
Şimdilerde türban kavgasını yapaduralım, başımıza giydiğimiz, taktığımız sarık, fes, kalpak ve de şapka kavgalarını da yapmışız. Gericilerin elinde, dilinde gericilik bayrağı olmuş, şimdilere değin başımıza giydiğimiz nesne için ne kavgalar verilmiştir. Şapka inkılâbında şapkaya karşı çıkanlardan İskilip’li Atuf Hoca gibi asılanlar bile olmuş… Bu çağ dışı baş giysisi kavgası türbanla devam etmektedir…
Bu arada bir de fes-kalpak çekişmesi olur. Avusturya-Macaristan İmparatorluğunun 1880 Berlin anlaşması gereği, kontrol ve yönetimine bırakılmış Bosna-Hersek’i topraklarına katması, Osmanlı ülkelerinde büyük ve haklı tepkiler yapmış Avusturya’dan getirilen bütün mallara karşı boykot ilan edilmiştir. Başlarındaki fesler de hemen hemen sadece bu ülkelerden getirilmektedir.
Daha çok genç kurmaylar arasında bir tedbir hatıra gelir. Fes yerine, ülke içinde yapılan ve temel maddeleri yerli olan kalpak giymek! Zaten fes, ll. Sultan Mahmut zamanında Cezayir ve Fas’da görülerek benimsenmişti. Milli ve tarihi hiçbir mazisi yoktu, hatta karşı çıkılmış, zor kullanılarak benimsenmişti.
Bu konuda da “istemezük” felsefesi kendisini gösterdi. Değişmeye karşı ödünsüz antipati (soğukluk) duyma sabit fikri ayaklandı ve belirli basın cephesi “şimdi fese de saldırıyorlar” vaveylası ile ayaktaydı.
Fes-kalpak kavgası için 1909 dan on bir yıl beklemek gerekecektir. 1920 de Birinci Büyük Millet Meclisi toplandığında kalpak-fes konusu yine tazelenecek, kalpak millicilerin sembolü olacak, devam edecek, fakat fes de yine başlarda kalacaktır. Başa takılan sarık, fes, kalpak, türban için uzun yıllarca süren kavgalar olmuş, ta ki kılık kıyafet karmaşasına son verene kadar…Ama günümüzde bile dini sembol halinde sürüp giden ve bu başa takılan nesneler için yapılan kavgalar türbanla devam etmekte… Çağdaş dünyada nelerle uğraşmışız, nelerle uğraşıyoruz.
OKUMA YAZMASI OLMAYAN PAŞAYI ÖVEN VOLKAN
Vahdetî 3 Nisan (16 Nisan 1909) Cuma günkü gazetesinde Mehmet Muhtar Paşa’ya çok ağır bir dille cevap verir ve yazısına, “babası Gazi Ahmet Muhtar Paşa’nın 1877-1878 Osmanlı-Rus Harbinde (93 Harbi) maiyetinde hizmet etmiş ünlü asker Müşir Kurd İsmail Paşa’nın okuma yazma bilmeyen bir insan olmasına rağmen, nasıl harikalar yarattığını bir bir hatırlatır, daha sonra da şöyle diyor: “Ah paşam, o erişilmez manevi kuvvetin ne olduğunu sen bilebilsen ve İttihad-ı Muhammedinin de onurla yanıb kavrulmakta ve daima hakikate doğru adımlar atmakta bulunduğunu takdir buyurmuş olsan, sen de hemen bu cemiyetin sancakdarı olmayı canına minnet bilirsin. Lakin çi sûd! (anlayamazsın ki)
KARAGÖZ VE ŞERİAT
31 Mart vakasının İstanbul’daki ilk belirtileri camilerde başladı. Tarihin her devrine din, gericilerin, siyasilerin elinde koz olarak, çıkarları için alet olarak kullanılmıştır.
7 Ekim 1908 Çarşamba günü, şehrin iki ayrı semtinde, Halıcılar ve Üsküdar’da müezzin ve imamın teravih namazından sonra cemaati arkalarına takarak kahvelerin kapatılması, Karagöz oyunlarının yasaklanması, kadınların evlerden çıkmaması, gibi meşrutiyetten evvel bilhassa Ramazanda normal yaşantının akışı içinde olan konuların “Şeriatın reddinde” olduğu iddiası bir anda yaygınlaştı ve Halıcılar cami müezzini Kör Ali, Yıldız Sarayı önlerine giderek mabeyn penceresine gelen Sultan Hamid’e “Çekinme padişahım… Tecelliler başladı!” diyordu.
Sabah gazetesi, yüzlerce yıldır, Türk temaşa hayatının nesiller boyu sevilmiş, alaka görmüş, beğeni ile izlenmiş Karagöz perdesinin “şeriata aykırı” olduğu iddiasıyla yasaklanmasını, halkın sosyal hayatında yeni olan kahvelerin de “ahlaka aykırı” olduğu iddiasıyla kapatılması istemini “Meşrutiyete maletme arzusuna bağlayarak şöyle diyordu:
“-Üsküdarda kahveleri ve Karagöz perdesini tahrib edenlerin feryatları arasında meşrutiyetin şeriatı kaldırmasına göz yummayız” naraları da atılmış. Kahvelerle Karagöz perdesi yüzlerce senedir var. Meşrutiyet üç ayını bile doldurmadı. Halkın kafasına bu saçmalıkları dolduranlar neler hazırlama yolundalar”.
Bu tahriklerin sonunda 31 Mart 1325 (13 Nisan 1909) Salı günü sabahı kan ve kinle İstanbul’un sokakları en feci cinayetlere neden oldu.
31 Mart’ın gericileri Mebuslar Meclisinde özellikle Avrupa’da tahsil görmüş olanlarla ordunun genç kurmayları arasında aynı yerlerde ihtisas yapanlara karşı adeta cihad ilan etmiş ve bunları kâfirlikle suçluyorlardı. (Şimdiki laik, Atatürkçü ordu subaylarının suçlandığı, tutuklandığı gibi)
ÇAVUŞLAR SUBAYLARI KATLEDİYORDU
31 Mart vakasında isyancılar İstanbul sokaklarında kanlı sahneler yaşatmışlar. 18 Mayıs 1909 tarihli SAVVER (resimli) MUHİT dergisinde, bir çavuşun süngülü muhafızlar arasında mektepli bir subayı tabanca ile katleden çavuşun resmi yayınlanmıştır.
İsyancılar Ayasofya meydanına getirilmiş bir mektepli (askeri liselerden sonra Harbiyeyi bitirmiş genç subay) büyük bölümü çavuş olan alaylı isyancı kumandanın önüne süngülü muhafızlar arasında getiriliyor. O da sorgu-sual ihtiyacı duymadan tabancasını üzerine çeviriyor ve öldürüyor. İstanbul sokaklarında nice mektepli Osmanlı zabiti (subayı) cahil, içi kin dolu alaylı çavuşlar, askerler tarafından katledilmiştir. Sokaklarda katledilen subayların cesetlerine, sokak ortasında, kimisi günlerce can çekişerek ölürken asilerin korkusu yüzünden, Hareket ordusu gelinceye kadar günlerce müdahale edilememiştir.
Tüm olayları tahrik eden güya dinci Derviş Vahdetî bile Volkan’da bu hain, alçakça cinayetleri doğrular. 15 Nisan 1909 tarih ve 105. Sayıdadaki “işkılâb-ı şerî” başlıklı başyazısında, “İnkılâb-ı Şerîde tabiîdir ki vurulanlar mertebe-i şehadeti ihraz eder” kendince fetvasını verir. Aslında bu öldürülen Volkan’da Vahdetî’nin yazdığı gibi mektepli subaylar vuruşarak ölmemişler, resimdeki muhafızların arasında elleri bağlı, sokakta, evlerinde katledilmişlerdir. Cesetleri de katledildikleri yerde günlerce kalmıştır. Bu faciaları yabancı kaynaklar da doğrulanmışlardır. Zaten aslında iplerin uçları, o yabancı kaynakların elindedir. Bu gerici 31 Mart vakası ayaklanması da, ondan sonraki Kurtuluş Savaşında Hilafet Ordusu da, Kuvay-i Ahmediye paralı askerleri, Dersimİsyanı, 1994 de başlayan PKK terörü de, öteki her türlü terörist guruplar da o yabancı kaynakların ürünüdür. İçerideki zavallı cahil maşaları kullanırlar.
“Çavuşlar subayları katlediyordu” derken, günümüzdeki cemaatçi polislerin subaylara, aydınlara yaptığı komplo muamelelerini, Silivri zindanlarını görünce, insan ister istemez 31 Mart’ın uzantısı halen ülkemizde halen zulmediyor diyesi geliyor.
BİNBAŞI ALİ KABULİ BEY’İN HAZİN ÖLÜMÜ
31 Mart Gerici ayaklanmasında ve Cumhuriyet devrinde (günümüzde bile) gericilerin hedefi ilerici, aydın, Atatürkçü, laik düşünceli subaylar hedef olmuş, onlar saldırılara uğramışlardır. O zamanın alaylı cahillerin uzantısı olan günümüzün din bezirgânı siyasiler, ilerici, Atatürkçü, Türkün aydınlanmasını savunan kahramanlar, bavullar dolusu sahte belgelerle, Silivri zindanlarına dolduruldular.
Gericilerin, alaylı askerlerin isyanı Başkent İstanbul’un bütün semtlerine yayılırken, şehirdeki asayiş ve huzuru yok etmişler, gerici kalabalık önlerine gelen mektepli zabitleri (subayları) vahşice katletmeye başladılar. İsyan bahriye’ye de (deniz kuvvetlerine) sıçramış, Asar’ı Tevfik zırhlısı süvarisi (komutanı) Binbaşı Ali Kabuli Bey, isyancı askerler tarafından Yıldız Sarayı’na getirilmiş ve padişahın gözleri önünde feci şekilde şehit edilerek başı kesilmiş, cesedi bir ağaca asılmıştır. Bu feci cinayet Padişah ll. Abdülhamit’in gözü önünde olurken, padişah kendisini kurtarmak için hiçbir harekette bulunmamıştır. (Ali Kabuli Bey, İstiklal Harbi Başbakanı Rauf Orbay’ın teyzesinin kızının eşi idi). İnsanın aklına günümüzde Silivri Zindanlarına uyduruk belgelerle hapsedilen, hırpalanan subaylar geliyor. İster istemez insan “31 Martın habis irtica ruhu günümüz vatan topraklarında rüzgâr estiriyor” diye düşünmekten kendini alamıyor.
Bu arada isyancılar tarafından İttihat ve Terakki merkez, şube binaları ile bazı gazetelerin idarehaneleri tahrip edilmiş. Gericiler, sivillerin başlarındaki feslerin çıkarılıp sarık sarmalarını istemişler; semt kahvehanelerinde duvarlarda bulunan resimler ve tavlalar yakılmış; aralarına katılan polis ve jandarmalarla birlikte ev ev mektepli gençler ve subaylar katletmek için aranmış.
Bütün bu 31 Mart gerici ayaklanmasında “fes-sarık” diyenlerin şimdiki türban kavgaları ile ordu ve subaylara saldırmalarına ne kadar da benziyor. Katledilen Ali Kabuli Bey’in durumu, günümüzde katledilen gazetecilerin durumuna, katledilen aydınlar ve Sivas’ta yakılanlara ne kadar da benziyor. “İrticai eylemlerin odağı olmaktan cezalı” günümüzün parti ve mensupları 100 yıl önceki gerici 31 Mart İsyanının aynı uzantısı gibidir. O zamanlarının “din elden gidiyor, şeriat isteriz” naraları atanların durumu, günümüzün Kuran kursu, imam hatip, türban kavgaları yapanlara, 4+4+4 gibi güya dinsel eğitim istemine benzemiyor mu? Dinsel sömürü ve dinsel çıkar, Orta Çağ’dan bu yana her devirde aynı mecrada yürüyüp gidiyor.
Günümüzde bu dinsel rant çekişmelerini, partilerini körükleyen gazete ve televizyonların, radyoların durumu, 31 Mart vakasında irticayı körükleyen Volkan ve Vahdeti’lerin devamı gibi adeta.
Kısaca, gericiler her devirde daima, aydınlığa, kültüre, bilime ve bunları benimseyen aydınlara düşman idiler, onun için yetişmiş aydın subaylara, insanlara saldırıyorlardı. Evlerinin önünde onca aydınlarımız Muammer Aksoy, Uğur Mumcu, Ahmet Taner Kışlalı, Turan Dursun, Necip Haplemitoğlu vb nice aydınlar 31 Mart vakasında aydınlara düşman olanların günümüz uzantıları tarafından katledildiler. Günümüzün “türbana özgürlük” diye nara atanlar, kendilerini karanlığa mahkûm edilmesini kabul edenler, 31 Mart vakası gericilerinin uzantılardırlar. Tıpkı 31 Mart vakasından 100 yıl sonra, İstanbul Tophane’de sanat galerilerine tekbir getirerek yapılan saldırı ve saldırıcılar gibi. Böylece günümüzdeki bazı siyasilerin dini kullanarak, türban, imam hatip, şeriat, “ulemaya danışalım” 4+4+4 diyerek 31 irticai ruhunu yaşattıklarını görüyoruz.
Hareket Ordusu Kurmay Başkanı Mustafa Kemal tarafından kaleme alınan ve Hareket Ordusu Komutanı Mahmut Şevket Paşa tarafından halka duyurulan bildiri:
“İstanbul Ahâlisine
Millet, kendisini senelerden beri zulümle idare eden müstebit idareyi parçaladı ve meşrutiyeti kurdu. Bu kansız ve mutlu devrimden zarar görmüş olan menfaat düşkünü eski idareciler, eski hale dönebilmek için bin türlü hile, desise ve alçaklığa başvurarak meşrutiyet hükümetimize yaralar açmak istedi, İstanbul faciasına sebep olarak kan döktü.
Millet, yaşamının ve geleceğinin tek garantisi olan meşrutiyetin parçalanarak şer’i kanunların, toplumun kurtuluşu ve saadetinin temeli olan anayasamızın ayaklar altına alınmak istendiğini gördü. Bu alçakça durumun yaratılmasına sebep olanlara hak ettikleri cezayı vermek için İstanbul üzerine yürümeye karar verdi. İlk yapıcı kuvvet olmak üzere işte bizi İstanbul surları karşısında gördüğünüz bu Hareket Ordusu’nu buraya gönderdi.
Hareket Ordusunun maksat ve görevi, meşru meşrutiyet hükümetimizi hiçbir kuvvetin sarsamayacağı surette kuvvetlendirmek ve sırf şeriat kuvvetleri ve perçinlenen Kanunu Esasinin (Anayasanın) üstünde hiçbir kanun, hiçbir kuvvet olmadığını ve olamayacağını ispat eylemek ve meşru meşrutiyetimizin devamından memnun olmayan vatan ve millet hainlerine kesin surette bir ibret dersi vermektir.
Zulüm görmüş ahâli ve tarafsız askerler tamamıyla himâye edilecektir. Ancak tahrikçiler ve fesatçılar mutlaka lâyık oldukları kanuni kovuşturmadan kurtulamayacaklardır.
Faziletli din ilmi heyeti başımızın tacıdır. Fakat şahsi çıkarları ve âdi menfaatleri için yalandan alim kılığına bürünen birtakım hafiyeler ve çıkarcılar elbette kanun pençesinden kurtulamayacaklardır
Vatanın milli selâmet ve saadetinin gerektirdiği bu askeri icraat esnasında yardım, dahili inzibat ve sükûneti ve cümle ahâlinin can ve mal emniyeti için her türlü tedbir alınmış bulunmaktadır.
Muhterem elçiler ve tüm yabancı misafirlerin huzurlarının bozulmasına meydan verilmeyecektir.
İstanbul’un feci olayında kanları dökülen şehitlerin ruhları karşısında hesap vermeye, korku ve dehşete kapılmaya mahkûm olanlar, ancak bu kanlı facianın failleri ve teşvikçileridir. Bu hakikati herkes bilmeli, telâş ve heyecana kapılmayıp müsterih olmalıdır.” http://www.atam.gov.tr/index.php?Page=DergiIcerik&IcerikNo=577
Kaynak: 31 Mart 85 Yaşında Bir Geri Dönüşün Mirası Kazancı Kitap 1994 sf 22-23 -392-405-425-426-446-447-448-451-452)
Yorum Gönder