Bu mudur sizin ileri demokrasiniz, bu mudur sizin adaletiniz? - Ali Eralp

Dünyanın hangi demokratik ülkesinde bir başbakan, medya patronlarını, genel yayın yönetmenlerini ayağına çağırıp onlara emirler vererek, nasıl hareket edeceklerini, ne yapacaklarını söyler? Onları Politik çizgisine hizmet etmeleri için koşullandırır?Hem de medyanın bir bölümünü hiçe sayarak…
Bu toplantıya Cumhuriyet, Sözcü, Aydınlık, Yeniçağ, Birgün gazeteleri davet edilmedi.
Böylece toplam 400-500 bin okuyucu görmezden gelindi.
Böylece Başbakan sadece yandaş basının Başbakanı olduğunu kanıtladı. Ayrımcılık yaptı.
Yani, “Ben uslu çocukları severim. AKP’nin ve Başbakanın sözünden çıkmayan, ona itaat eden medya benim dostumdur. Ben onların Başbakanıyım…”
Cumhuriyet, Sözcü, Aydınlık, Yeniçağ, Birgün gazeteleri de uslu çocuklar olup, söz dinlerlerse onların da Başbakanı olurum. Onları da adam yerine koyar, toplantılara çağırırım…” demek istedi.
Peki, bir tek örneği var mıdır böyle bir uygulamanın yeryüzünde?
Bu mudur sizin “ileri demokrasi” dediğiniz şey? Adaletiniz bu mudur?
Bu toplantı, 24 fidanımızın vahşice katledildiği saldırının hemen arkasından gerçekleştirildi.
Başbakan, Türkiye Büyük Millet Meclisine gidip, bu sorunu, halkın seçtiği milletvekilleri ile çözeceği yerde gazete patronları ile çözmeyi yeğledi. Kanun hükmünde kararnamelerle Meclisi saf dışı etme geleneğini ve alışkanlığını burada da sürdürdü.
Çünkü onun gündeminde Mehmetçik yoktu. Şehitler yoktu. Terör örgütü yoktu. AKP iktidarı vardı. AKP iktidarının oy kaybedeceği kaygısı vardı. Halkın şehit tepkisinin giderek yaygınlaşıp, kitlesel hareketlere dönüşeceği korkusu vardı.
Gazetelere, televizyonlara ayar vermek, yön vermek, vakit erkenken önlem almak gerekiyordu.
Bu nedenle Başbakan, onlara toplantıda “otokontrol” sistemini uygulamalarını önerdi. Şunları söyledi:
“Şehidinin başında ağlayan anne görüntülerini tekrar tekrar yayınlamak, terör örgütünden başka kimseyi sevindirmez…”
Medya patronları, kurşun askerler gibi hemen hazır ola geçtiler. Emir tekrarı yapıp, talimatları uygulama sözü verdiler. AKP hükümetine karşı boyunları kıldan inceydi.
Başbakan “otokontrol”, adı altında medyaya “sansür” getirmişti.
Bu nedenle sokaklara dökülen binlerce yurttaşın görüntülerini, isyanlarını, protestolarını “Hükümet istifa” haykırışlarını gazetelerde boşuna aradı gözlerimiz…
Başlıklar tam Recep Tayyip Erdoğan’ın istediği gibi hazırlanmıştı:
SABAH: 10 BİN ASKERLE IRAK’TAYIZ, YENİ ŞAFAK: HAREKET BAŞLADI NETİCE ALINACAK, STAR: SONUÇ ALINANA KADAR, MİLLİYET: KAMPLARA KUŞATMA, HÜRRİYET: BÜYÜK TEMİZLİK, HABER TÜRK: KATİLLER ÇEMBERDE. BUGÜN: 55 KİLOMETRELİK ABLUKA…
Deniz Feneri tutuklularının salıverilmesi de aynı güne, aynı saatlere denk getirildi. Millet, şehitlerle, cenazelerle ilgilenirken, “fırsat bu fırsat” denilerek, davanın altı sanığı sessiz sedasız serbest bırakıldı. Gazeteler, şehit protestoları gibi onları da sıradan bir haber gibi duyurdu kamuoyuna…
Oysa bunlar, Alman savcının “ASIL FAİLLER TÜRKİYE’DE” diyerek dikkat çektiği altı sanıktı.
Savcı Kerstin Lotz incelemesinde şunları vurguluyordu:
“Mehmet Gürhan, Zekeriya Karaman, İsmail Karahan ve Zahid Akman’la birlikte şirketlere ortaktı. Bu işleri üç kişiyle yürütüyordu. Karaman bu yapılanmanın en üstündedir. Alman Deniz Feneri’nin kurulma talimatını Mehmet Gürhan’a verdi. Türkiye’ye gönderilen nakit paraların alıcısıydı. Mehmet Gürhan, 2002’den sonra bu üç kişiyle bağış paralarını ticari amaçlara kullanılması konusunda anlaştı… “
Yeterince açık değil mi bu mütalaa. Sanırım, bir insan aptal ya da geri zekâlı değilse bu açıklamayı anlar.
Peki, “Yüzyılın yolsuzluğu” olarak bilinen bu davanın şüphelileri 3 ay 10 gün sonra neden salıverildiler? Hem de sanıkların malları üzerindeki “Tedbir kararı” kaldırılarak…
Yine yineleyelim: Bir insan aptal ya da geri zekâlı değilse bunun da nedenini kolayca anlayabilir. Çünkü neden çok açık. İddiaya göre sanıklar serbest bırakılmaları için iktidara tehditler yağdırıyorlar, gerçekleri kamuoyuna açıklayacaklarını söylüyorlardı. Davanın ucu giderek AKP’ye uzanmaya başlamıştı.
Bu yüzden serbest bırakıldılar. Yani suç ortaklığı bozulmadı…
Salıverilme gerekçeleri de çok ilginçti: Mahkeme “Daha fazla tutuklu kalmaları halinde, tutukluluk süresi cezaya dönüşüyor” diye yorum yapmıştı. 3 ay içeride kalmak çok uzun bir zamanmış!!!…
Peki, dört duvar arasında 4 yıldan beri delilsiz, kanıtsız yatan, fakirin fukaranın malına göz dikmeyen komutanların, yazarların, gazetecilerin, politikacıların, bilim adamlarının, tutuklu kalmaları neye dönüşüyor? Onların günahı ne? Bunun da yanıtını verebilir mi o adil hukuk adamları?
Bu çifte standart, yargının nasıl siyasallaştığını gözler önüne sermiyor mu?
Arı kovanına çomak sokan savcılar, tahliye kararı veren yargıçlar hemen görevden alınıyorlar.
Ama haklarında yüzlerce şikâyet dilekçesi bulunan yandaş savcılara ya da yargıçlara soruşturma izni bile verilmiyor. Sanki Onlar sütten çıkmış ak kaşık…
Şimdi bizim, “Bu mudur sizin ileri demokrasiniz, bu mudur sizin adaletiniz” diye sormaya, hem de haykırarak, yüksek sesle sormaya hakkımız yok mu?
Ne dersiniz?

Ali Eralp

Yorum Gönder

[blogger][facebook][disqus]

Kemalın Askeri

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Javascript DisablePlease Enable Javascript To See All Widget