Yangın dinmiyor. İçimdeki ve dışımdaki yangın sürüyor hâlâ!
Ortaçağda değildi. 18 yıl önceydi. 2 Temmuz’daydı. Sivas’taydı. Göz göre göre, planlı programlı, bilerek isteyerek 35 aydınımızı yaktılar, yok ettiler. Ben unutmadım.
Hazırlıklarını önceden yapmışlardı. “Müslüman Kamuoyuna” diye başlayan bildiriler dağıtılmış, yerel gazetelerde yayımlanmıştı. Sonradan bu bildirilerin Sivas Emniyet Müdürlüğü’nde hazırlandığı, oradan yollandığı ortaya çıkacaktı. Hiç unutmadım.
8 saat sürmüştü emniyet güçlerinin ve askerin seyrettiği katliam… Başbakan Tansu Çiller’in “Otel dışındaki vatandaşlara bir şey olmadığı için sevinçliyiz” dediği katliam… “Gazanız mübarek olsun Müslüman kardeşlerim” diyerek Refah Partili Belediye Başkanı’nın fetva verdiği, valinin ciddi bir şey olmadığına inandığı katliam… Hiç ama hiç unutmadım.
O gün orada yakılan sadece 35 aydınımız değildi. Hukuk devleti anlayışı, düşünce özgürlüğü, insan hakları, yaşama hakkı, değer yargıları, Cumhuriyetin temel ilkeleri de yanıyordu. Unutmadım.
Sonraki o korkunç duruşmaları da unutmadım: Ankara’da… Göstermelik sanıkların “Bir Sivas yetmez” haykırışlarını… Sanıkların tehditleri karşısında hâkimlerin, savcıların ve biz gazetecilerin korkup kürsülerin, sıraların altına saklanışımızı…Ve davaların zamanaşımına uğramasını…
Önceki gün açıklandı: Sivas Valisi, Madımak önünde toplu anmaya izin vermeyecek diye… Katliamı engelleyemeyenler, sevdiklerimizi anmayı engelliyor! Bu da unutulmamalı.
Yazar Zeynep Altıok Akatlı, bu yasağın hesabını sorarken, “Sizin hiç babanız yandı mı? Hiç evladınız öldü mü? Siz kimi o otelden uzak tuttuğunuzun farkında mısınız? Oradan uzak tutamadıklarınızı adaletten uzak tutmayı pekâlâ biliyorsunuz” diyordu.
Bugünkü iktidar, inatla orada bir Utanç Müzesi ya da İnsan Hakları Müzesi kurmaktan kaçındı.
Bu yazıyı yazarken, cumartesi günü Sivas’ta yaşananları henüz bilmiyorum… Ama tahmin edebiliyorum... Bildiğim, ortaya o utanç müzesi kurulmadıkça yanmaya devam edeceğimiz…
Toplumsal belleğimizde açılan yarayı, küllerle örtbas edemeyiz. Unutulmuşluğa terk edemeyiz. Yok sayamayız. Olmamış gibi yapamayız.
‘Kalem ve Toprak’
Gözümün önünden hiç gitmiyor… Geçen hazirandı. Kurtarılmış bir haziran…
Hulki Aktunç, Metin Altıok Şiir Ödülü’nü, sevgili Füsun Akatlı’nın elinden alıyordu. Notre Dame de Sion Fransız Lisesi’nin güzelim tiyatro salonundaydık.
O, şairlerin hası ve ası, şiirini hem geçmişle hem gelecekle çoğaltandı. Öykülerinde, kurduğu “dil” ve “dünya” ile algılarımı değiştiren, dönüştürendi.
O haziran akşamı:
Kucaklaşmalara şiir, müzik, dayanışma ve gözyaşları katılıyordu. İzleyiciler arasında Leyla Erbil ve Yaşar Kemal; sahnede Ataol Behramoğlu’nun dizelerini müziğe şarkıya döken Zülfü Livaneli… İnsanın hası, sanatın, edebiyatın hasıyla kanatlanıyorduk.
En çok, Hulki Aktunç’un yeniden Cumhuriyet’te yazmasıyla duyduğumuz sevinci paylaşıyorduk. “Arı Düşünce” başlıklı köşesinin ilk yazısında, sınıfsal bakış açısını hepimize bir kez daha anımsatmıştı! “Yansak da kül yutmayalım” diyerek…
“Kalem ve Toprak” şiirinde şöyle diyordu:
“Bir kalem dikin toprağıma / İki ucu da açılmış sipsivri / Bir elime bir gece yapraklarına
Bir kalem dikin toprağıma / Tam da erken bahar vakti / Azar da kök salar belki /
Elim gece yapraklarına
Bir kalem dikin mezarıma / Yan yana gelmemiş / Sözcükler var daha”…
Işık içinde yatsın. Sözcükleriyle aydınlanmayı sürdüreceğiz… Belki yanarak, ama kül yutmadan…
Yorum Gönder