Sloganlar, bir düşüncenin, bir görüşün kolayca anlatılması, geniş kesimlere taşınması açısından yararlıdırlar. Ama sloganlar aynı zamanda, zekâ düzeyi yüksek olmayanlarda, düşüncenin kendisiyle özdeşleşerek onu sınırlamaları açısından zararlıdırlar.
Azgelişmiş toplumların en büyük sorunlarından biri, sloganları bulanların da onların esiri olarak, düşüncelerinde sloganın çerçevesini aşamamalarıdır.
Barış kavramı da çok zaman sloganlaştırılmış, çağlar boyunca, yanlış biçimde kullanılmıştır.
Barışın her spesifik konumda zorunlu kıldığı gerekleri görmezden gelerek işi basit bir “savaş - barış karşıtlığı”na indiren kimi kakavanlar, seni vuran teröriste karşı güç kullanmaya teşebbüs ettiğinde, ortaya fırlayıp seni kınar, bilgiç edayla sorarlar:
- Savaştan mı barıştan mı yanasın?
Salaklığın had safhasına varmış olan bu tür davranışlar, kimileri tarafından psikolojik savaşta kullanılmasa, üzerinde durulmaya değmez bulunabilir.
Ama ne yazık ki, iş öyle değil.
Türkiye’de Kürt sorununun savaş ile çözülemeyeceği gerçeği geniş kesimler tarafından algılandı, özümsendi.
Bu yolda hatırı sayılır ölçüde mesafe alındı.
Bu yadsınamaz bir gerçek. Ama daha alınması gereken çok yol olduğu da başka bir gerçek.
***
Türkiye’de geniş bir kesim, Kürt sorununun yalnız feodal yapıdan kaynaklanan ekonomik ve sosyal koşulların ürünü olmakla kalmadığını, bölgede sağlanacak ekonomik ve sosyal gelişmelerin de sorunun çözümüne yetmeyeceğini anlamış bulunuyor.
“Canım Kürt - Türk kardeştir, demokraside eşitlik ve özgürlük ilkesi içinde her şey kendiliğinden çözülür” görüşünün de artık çözüme anahtar olmadığını çoğunluk görmüş bulunuyor.
Artık “kimlik sorunu” olayın temeline oturmuş durumda.
İki kimliğin Türk olan tarafının büyük çoğunluğu (büyük çoğunluğu diyorum, çünkü onun da hepsi o noktaya varmış değil), Kürt tarafının görüşünü almadan, onun istemini kale almadan, tek taraflı bir dayatmayla, sorunun çözülemeyeceğini anlamış bulunuyor.
Devlet de, kimi sivilinden çoğu askerine kadar bütün kademeleriyle salt güç kullanarak sorunun çözülemeyeceğinin artık farkında ve bunu telaffuz da ediyor.
Demokratik ya da başka bir deyişle barışçı, yani gücün dayatmasına dayanmayan çözümün önkoşulu böylelikle oluşmuştur diyebilir miyiz?
Bunun yanıtı “hem evet, hem hayır”dır.
***
Demokratik çözümün yolu evet açılmıştır, çünkü devlet içinde de, Türk kamuoyunun büyük bölümünde de artık şiddetin ve kuvvet kullanmanın çözüm olmadığı görülmüştür.
Demokratik çözümün yolu tümüyle açılmamıştır. Çünkü hâlâ kamuoyunun bu kısmının kimi kesimlerinde silahlı çözüme bel bağlayanlar mevcuttur.
Ama hemen belirtelim ki, Türk kesiminde, karşı tarafı dinlemeden çözüm olmayacağı görüşü, taraftarlarını hızla arttırmaktadır.
Bunların da büyük hızla çoğalması sorunun çözümü için yeter mi?
Hayır yetmez.
Çünkü iki kimliğin Kürt yanı içinde, hâlâ şiddet ile çözüm arayanlar, tek taraflı dayatmayla çözüme varılacağına inananlar, daha etkindirler.
13 Mehmetçiğin şehit olmasıyla sonuçlanan saldırı bunun bir göstergesidir.
Unutmayalım ki, devletle görüştüğünü ve barışçıl çözümden yana olduğunu söyleyen Öcalan da bu saldırıya karşı çıkmamış, daha beterlerinin de olabileceğini söylemiştir.
O kanlı saldırı haberinin ülkeye yayıldığı gün, tek taraflı iradeyle “demokratik özerklik” ilan edilmesi de, hep şiddetle, dayatmayla bir şeyler elde edileceği umudunun bu çevrelerde hâlâ canlı olduğunun bir başka kanıtıdır.
Nihayet Mardin’in Ömerli ilçesinde iki gün önce PKK’nin pusu kurarak iki astsubay ile bir uzman çavuşu şehit etmesi, terör tarafının şiddet kullanarak amaca ulaşma yönteminden vazgeçmediğinin en son delilidir.
Şiddet kullanarak amaca varılabileceği umudu tüm taraflarda ortadan kalkmadıkça devlete dönüp barış türküleri çığırmak, ya gaflettir ya da ihanet.
Evet, tek yol, demokratik barışçı çözümdür.
Ama bunun için tarafların hepsinin şiddetin çıkar yol olmadığını anlamaları gerekir.
Henüz o noktaya varmadığımıza göre şapşallığın anlamı yok.
Ali Sirmen/Cumhuriyet
Yorum Gönder