Dil bir iletişim aracı olduğu gibi söz sanatlarının da temel yapı taşıdır. O insanlık tarihi ile birlikte ortaya çıkmıştır ve insan toplulukları var olduğu sürece de yaşamasını sürdürecektir. Bu nedenle dilin ulusların yücelmesinde ve ulusal bilincin canlı kalmasında çok önemli bir yeri vardır. Bu konuda Atatürk şöyle der:
“Ulusal duygu ile dil arasında bağ çok kuvvetlidir. Dilin ulusal ve zengin olması, ulusal duygunun gelişmesinde başlıca etkendir, yeter ki dil bilinçle işlensin.”
Ne var ki özellikle 12 Eylül darbesinin ardından Atatürk’ün bu önemli ve yol gösterici görüşleri göz ardı edildi. “Ulusal bir dil oluşturma programı” rafa kaldırıldı.
Mustafa Kemal’in “Türk dilini yabancı dillerin boyunduruğundan kurtarmak” amacıyla kurduğu, üzerine titrediği, yaşayabilmesi için İş Bankası senetlerini bağışladığı TDK, sahte Atatürkçüler tarafından işlevsiz duruma getirildi.
ABD’nin “bizim oğlanlar” (our boys) dediği karşıdevrimci generaller, kültür emperyalizminin değirmenine daha iyi su taşıyabilmek için, “ilk icraat!” olarak TDK ve Türk Tarih Kurumunu ortadan kaldırdılar. Atatürk’ün nice iç ve dış engellerin üstesinden gelerek, Türk ulusuna kazandırdığı özgüven duygusu ve ulusal gururu iğdiş etmeye dilden, tarihten başladılar. İşte emperyalistlerin istediği de tam bu idi…
Çünkü sömürgeciler çok iyi biliyorlardı ki, ulusal kirlenme, dil kirlenmesi ile başlar. Yabancı diller karşısında bağımsızlığını koruyamayan bir dil; onurunu, ulusal kimliğini de koruyamaz. Dil, Fazıl Hüsnü Dağlarca Ustanın deyişi ile bir “Ulusun ses bayrağı”, ulusal bilinci demektir. Ulusal bilinci kirlenen, yozlaşan ülkeler ise sömürge olmaya en yatkın ülkelerdir.
İşte bu nedenle emperyalist devletler, bir ülkeyi teslim alabilmek için işe önce dilden başlıyorlar. Ürettikleri sanayi ve tarım ürünleri ile birlikte kendi kültürel değerlerini de gösterişli reklamlarla tanıtmaya, yaygınlaştırmaya ve ihraç etmeye çalışıyorlar.
Sömürge yapmak istedikleri ülkenin dilini, dinini, kültürünü ikinci plana atarak kendi programlarını dayatıyorlar. Amaç, ulusal kimliği yok edip, halkların bilincini köreltmek, bu yolla, emperyalizmin gerçek, çirkin yüzünü onlardan gizlemek, daha sevimli gözükmek…
Bunun için ne gerekiyorsa onu yapıyorlar. Örneğin (Türkiye’de olduğu gibi) bir ulusun eğitim dilini kendi dillerine çeviriyorlar.
Uzun yıllar İngilizlerin yönetiminde kalan Hindistan’da İngilizce; Fransız sömürgesi Cezayir’de de Fransızca eğitim dili olarak kullanılmış, ulusal dil bir kenara itilmişti. Elbette böyle bir yöntemle dilin gelişimi engellenince, düşüncenin gelişimi de engelleniyor; sonuçta geçmişine, tarihine, ülkesinin sorunlarına yabancı bir toplum yaratılmış oluyordu.
Türkiye’de ise Özellikle 1980’lerden sonra uygulanan neoliberal politikalar, ulusal paraların yerini yabancı paraların alması, kitle iletişim araçlarının sınır tanımazlığı sonucunda, Batı kültürüne ve tüketim mallarına ilgi artmış, “Amerikan yaşam biçimi” baş tacı edilmişti..
Üzerlerinde FBI, CIA yazılı, Amerikan bayraklı giysilerle dolaşan gençlere her yerde rastlamak artık olağan bir görüntü. Bu yoz yaşam biçimi, yozlaşan, kirlenen dili de terkisinde getirdi. Amerikanca, Osmanlıcanın yerini aldı.
“Tarzan İngilizcesi”, argo konuşmak gençler arasında dayanılmaz bir çekicilik kazandı. İşte bu “moda konuşma” biçimlerinden birkaçı:
-”Ayıpsın (ayıp ediyorsun), takıl bana (benimle gel), baybay, babaaay, baay (hoşça kal), d’ont panik (telaş etme), hayret bişey, acaip güzel, korkunç güzel (çok güzel), bu gün fulüm (bu gün hiç vaktim yok), fifti fifti paylaşırız (yarı yarıya paylaşırız), cepleşiriz (telefon ederiz) cool adam (soğukkanlı, ağırbaşlı adam), bi dirink aliim (bir şey içeyim), çok kafa çocuk (çok iyi anlaşabileceğim biri), vaav, vooov, yihuuu (yaşasın)…
Aralarında böyle yoz bir dille iletişim kurmaya çalışan bu gençlik kesimi, elbette Türkiye’nin sorunlarına da uzak kalacaktı. Ne politika, ne sanat ne de yazın onun ilgi alanına girecekti. İşsizlik artıyormuş, Türkiye borç batağına batıyormuş, milyonlarca insan açlık sınırının altında yaşıyormuş, laik Türkiye Cumhuriyeti İslam cumhuriyetine dönüştürülüyormuş, ülke parçalanıyormuş… “Ne gam!..” onun için “no problem, no panik….”
Gençlerimizin dili böyle de esnafımızın dili sanki onlardan çok mu farklı? İş yeri tabelalarını görünce, bir an, nerede olduğumuzu unutup, kendimizi Amerika’da ya da Avrupa’da sanıyoruz. “Yoksa bizi AB’ye aldılar da haberimiz mi yok!” diye kuşkuya düşüyoruz.
İşte bir caddenin küçük bir bölümünde rastladığımız işyeri adları:
‘“Red Apple, Herry, Trend, Cripino, LC Waikiki, Seven Hill, Porselen Vision, Elegant Home, Computur Center, Fıstık Center, Microsoft Certified technical Education, Dürüm Land, Nohut Food Center…”
Patates, nohut dürümü satan “DÜRÜMCÜ’lerimizin adı bile bir sabah kalkıp bakmışız ki, “NOHUT FOOD CENTER” ve ” DÜRÜM LAND”e dönüşüvermiş…
Gelin, güzel Türkçemizi bu denli aşağılamayalım… Ona kıymayalım. Çünkü dilimiz; ulusal kimliğimiz, bağımsızlığımız demektir. Ekmek kavgamız için bile olsa, bağımsızlığımızın ticaretini yapmayalım…
Gelin “ses bayrağımız”la oynamayalım, oynatmayalım…
Ali ERALP
Yorum Gönder