Yüreğim sızlıyor; derin bir hüzünle boğuşuyorum. Sebebi belli, oğlumu özledim... Sesini duymak istiyorum. İki gündür dilekçe yazıyorum, oğlumla telefonda görüşmek istiyorum; telefon günümüz pazartesiydi, ama belgeleri tamamlayamadığımız için kaçırmıştım...
Kantinden telefon kartımı filan aldım; 50 kontör 3.75 lira.
Cezaevi yönetiminden anlayış bekliyorum...
Kahvaltı yaparken gardiyan müjdeyi verdi: “Soner Bey telefon.” Ama bu saatte olmaz, oğlum okulda. Ben de ne çok talepkârım! Cezaevi yönetmeliğinde haklar çok kısıtlı, cezaevi yönetimi yine anlayışlı davrandı...
Akşamı zor ettim. 16.30’da telefona götürüldüm.
Ağlamamalıyım.
Cezaevi koridorunda kafamda bin soru. Roberto Benigni’nin 1997 yapımı “Hayat Güzeldir” filmini bilirsiniz. İkinci Dünya Savaşı’nda Yahudi olduğu için toplama kampına atılan bir baba, Nazilerden gizlediği oğlunu kampta saklar; ona tüm yaşananların bir oyun olduğunu anlatır hep.
Bu filmden yıllar önce, benzer bir olay 1971’de Ankara’da zindandaki yazar-yayıncı Erdal Öz’ün başına gelir. Üç yaşındaki kızı Senem, babasının askeri okulda yatılı öğrenci olduğunu sanmaktadır. Bir gün ziyaretine gider. Erdal Öz, cezaevi yöneticisi yarbaydan rica eder; Senem babasının elinden tutup koğuşa gider, babasının yattığı yeri ve arkadaşlarını görür. Bu oyuna herkes katılır, herkes öğrenci olur. Senem’e -ellerinde sadece o vardır- ceviz ikram ederler.
Bu topraklarda çocuklarımıza ne büyük acılar yaşattılar...
***
Telefon ahizesini kaldırdım. Kartı sokup numarayı çevirdim; oğlumun sesi... Gözyaşlarıma engel olamıyorum. “Oğlum” dedim ve sustum. Konuşamıyorum.
Oğlum 11 yaşında ve ne kadar olgun, ağırbaşlı konuşuyor, hiç cezaevinden bahsetmiyor. Benim konuşamadığımı anladı. Sözlerim boğazımda düğümlendi, hâlâ çıkmıyor bir türlü. Yuh olsun bana. Oğlum babasını güçsüz mü sanacak şimdi? Hep o anlatıyor; dersleri, sınıfı, hafta sonu gittiği izcilik kampını...
Kendimi toparlamayı başarıyorum. Nihayet. Cezaevinde nasıl rahat olduğumu, yine bol bol kitap okuduğumu, arkadaşlarımın da burada olduğunu, spor yapmaya başladığımızı anlattım. Yalanı doğruyu karıştırıyorum artık. Pembe, Roberto Benigni yalanları...
Ve: 10 dakika ne çabuk sona erdi, telefon pat diye kesildi. Gardiyana, “Veda edemedim, bir daha açayım” dedim. Telefonlar otomatik olarak 10 dakikayla sınırlı. Koca 10 dakika ne çabuk tükendi, bir yel gibi. Gardiyan iyilik yaptı, yine numarayı çevirdim.
Oğlumla vedalaştım, onu çok sevdiğimi söyleyebildim.
***
Telefonu kapatıp, birkaç saniye öylece kalakaldım. İnsan beyni olmadık yerde, olmadık şeyleri anımsıyor; Turgenyev’in Babalar ve Oğullar romanındaki bir cümlesi aklıma geldi, “Hapisanede zaman, Rusya’dan çabuk geçer!” Romanın adından ötürü mü bu cümleyi anımsadım, yoksa zaman ya da mekân kavramı nedeniyle mi? İnsan beyninin şaşırtıcı yanları işte. “Hapisanede zaman, Rusya’dan çabuk geçer.” Silivri’de değil ama...
Telefon kartını alıp cebime koydum, gardiyanın masasına gittim, telefonla konuştuğumu gösteren belgeyi imzaladım.
Tekrar koğuş yoluna düştüm, gardiyanla... Kişi ne derece sevinse yine de bir an önce kurtulmak istediği dokunaklı durumlar var. Bu mahzun halimden kurtulmam lazım. Çok sürmedi Ergenekon “gerçeğiyle” yüzleşip hayatın katı yanına dönmem*...
SONER YALÇIN
*Samizdat/Kırmızıkedi, 2012
‘G’ NOKTASI
Kardeşim Soner, seninle hiç tanıştırılmadık, yüz yüze konuşmadık. Ama birbirimizi dikkatle izledik, değer verdik ve ben senin ortak mesleğimiz gazetecilikteki araştırmacı üstünlüğüne, çalışkanlığına, her zaman saygı duydum, duyuyorum, duyarım.
Doğan Yurdakul, Barış Terkoğlu, Barış Pehlivan gibi çok değerli ve ilkeli gazetecilerle kurduğun Odatv, ülkemizin önce çöp, ardından çöle döndürülen medya kumulunda bir özgürlük vahası olduğu için yok edilmek istenmiştir.
“Hakikatlere Dayanacak Gücünüz Var mı?” altbaşlığıyla yayımladığın son kitabın “Samizdat”, kuşkusuz en çarpıcı yapıtın. Çünkü insanlık onurunun, özgürlükten yoksun kalındığında açığa çıkan temel niteliğini içeriyor: Cesaret.
Ve senin cesaretin, o cesareti çekincesiz savunmaya bile cüret edemeyen yalancı aydınların, çakma gazetecilerin acıklı çapsızlığını gözler önüne seriyor.
Bu ülkede ifade özgürlüğü, ifadesine göre savunulduğu için katledildi. Voltaire’in “Düşüncelerinizi paylaşmıyorum, ama onları ifade edebilmeniz için dövüşürüm!” sözünü dilinden düşürmeyenler, tutuklu gazeteciler arasında ayrım yapıp, bazılarını “Düşüncelerini paylaşmıyorum, ama...” diye özenle vurgulayıp, gerisini yuttular, unuttular.
Normal.
Çünkü bir zamanlar “Elhamdülillah hepimiz Müslümanız ama...” diye başlayıp, şimdilerde “ama”sız elhamdülillaha fit olanlar da onlar.
Başını dik tut, çünkü haklısın. Kitabındaki son sözün doğru çıkacak. Bu baskı, bu kâbus bir gün sona erecek, kazanan insan olacak. Tabii kalan insan, insan kalabilen...
“Kardeşsiz el, ne yaparsa yapsın ikiz düğüm çözemez.”
TUAREG ATASÖZÜ
Yorum Gönder