Okuyorum o halde varım! - Yaşar Nuri Öztürk

Kitap okuyorum, çünkü okumadığım günler, ‘hüsrana uğramışlık’ duygusuna kapılıyorum.
Şöy­le ina­nı­yo­rum: Dü­şün­me­yi sür­dür­me­nin ya­ni in­san ola­rak kal­ma­nın ‘hüc­re ye­ni­le­yi­ci’ gı­da­sı, oku­mak­tır.
Fransız filozofu Descartes (ölm.1650) “Düşünüyorum, o halde varım!” (Je pense donc je suis) demiş ve bu söylem felsefe tarihinde bir devrim sayılmıştı. Descartes’ın söylediğinin kısa anlamı şuydu:
İnsanım diyorsan düşüneceksin, düşünmüyorsan insanım demeyeceksin!
Ben, Descartes’ın söylediğine alt yapı oluşturan bir söyleme dikkat çekmek istiyorum: Kur’an’ın ilk sözü ve ilk buyruğu olan “Oku!” emri. “Oku!” emri hem düşünmeyi hem de okumayı gerektirir. Yani okumak düşünmekten daha geniştir.
Her okumak düşünmeyi mutlaka içerir ama her düşünmek okumayı içermeyebilir... Şöyle de diyebiliriz: Her okumak aynı zamanda düşünmektir ama her düşünmek aynı zamanda okumak değildir.
Kur’an, teoriyle pratiği birleştirmek, üst düzeylerle alt düzeyleri aynı anda düşünmeye itmek için esrarlı bir yöntem getirmiştir: Okumak... Ve Kur’an, okumayı en büyük ve temel ibadet saymıştır. Öteki ibadetlerin tümü daha sonradır.
Neyin okunacağı söylenmemiştir. Kur’ansal hermenötik açısından bunun anlamı şudur:
Her şeyi okuyacaksın!.. Kur’an, kendi parçalarını birer okunacak ayet saydığı gibi, fosilleri, yıldızları, yosunları, dilleri, gözyaşını, geceyi, renkleri ve desenleri de okunacak ayetler olarak görür.
Kur’an’a göre, Firavun’un mumyası bile okunması gereken bir ayettir. Esasen, Kur’an, insan ve evreni de kendisi gibi kitap kabul ettiği için onun “Oku!” emri, tüm varlığın okunmasını isteyen bir buyruk olarak alınmalıdır.
Kısacası, Kur’an’ın yöntemi geneli, herkesi bir biçimde düşünmeye sevk ettiği için daha kucaklayıcı, daha insancıl, rahmeti daha geniş bir yöntemdir...
Ben, üç ya­şım­dan be­ri oku­yo­rum. İmkân alanıma giriş sırasıyla Türk­çe, Os­man­lı­ca, Arap­ça, Farsça, Fransızca ve İngilizce oku­yo­rum. Bu dil­le­rin ba­zı­la­rı­nı iyi ko­nu­şa­mı­yo­rum, ama bu­nun için vah­lan­mı­yo­rum...
Yine de şunu sık sık söylüyorum:
"Keş­ke, Al­man­ca bil­sem de Ni­etzs­che'yi, Rus­ça bil­sem de Dos­to­yevs­ki'yi ori­ji­na­lin­den oku­ya­bil­sem!.." Ne yazık ki böyle bir şansım yok!..
Ben­de­niz, otuz küsur yıl­lık öğ­re­ti­ci­yim. Akıl işi say­ma­ya­bi­lirsi­niz ama ben her za­man öğ­ren­ci­le­rimden bir­kaç kat faz­la oku­dum. Ve aynı şekilde okumaya devam ediyorum.
Gerçek şu ki, ben kat­mer­li, müz­min, me­zu­ni­yet bil­mez bir öğ­ren­ci­yim. Oku­ma­sam dü­şü­ne­mem gi­bi ge­li­yor ba­na...Ve düşünmezsem yaşayamam diyorum...
Okumasam dü­şü­ne­mem, sa­de­ce ez­ber­ledik­le­ri­mi tek­rar ede­rim. Da­ha kö­tü­sü, bu tek­ra­rı, dü­şün­mek sa­ya­bilirim. Al­lah ko­ru­sun, bir de baş­ka­la­rı­nın tek­rar­la­rı­nı tek­rar­la­ma­yı dü­şün­ce say­ma­ya baş­la­mak gi­bi bir fe­la­ket­le de yüz yü­ze ge­le­bi­li­rim.
İşte bu son durum, ‘en büyük ho­cam’ ba­ba­mın de­yi­şiy­le: ‘Hay­van­lı­ğın iki ba­cak üze­rin­de pa­zar­lan­ma­sı’dır.
Okumayı böyle anladığım, böyle algıladığım için olacak, Yüce Tanrım, bana en büyük onurları, en büyük ödülleri hep okumanın bereketi olarak lütfetti.
Yine o ‘en büyük hocam’ babamı hatırlıyorum. Cezbeli zamanlarından birinde, kendi deyimiyle ‘divanelik perdesinden’ şöyle haykırmıştı: “Yahu, şu Allah’la da asla başa çıkılmıyor. Ne yapıp yapın, O’nun iltimas edeceği adamlar arasına girin!”
Babamın bu önerisine sıkı sıkıya bağlı kaldım ve tüm çapulcuları bu bağlılık sayesinde etkisiz kıldım. Bu bağlılıktan doğan lütufları anımsadıkça, açık veya maskeli müşrik tüm çapulcuların taşlaşmış yüreklerine, bir şiir ustamızın şu dizeleriyle ‘taş’ atmaktan kendimi alamıyorum:
“Surda bir gedik açtık, mukaddes mi mukaddes!
Ey kahpe rüzgâr, artık ne yandan esersen es!”
Sevgili okuyucularım! Açık konuşmak gerekirse, ben ‘Tecdît’ kitabımın tamamlanmasını bekliyorum. Çünkü ‘Tecdît’ benim sonsuzluk ve ölümsüzlük sevdamın en değerli çocuğu olacak diye düşünüyorum...
Ben, ‘Tecdît’i beklerken bir şey daha bekliyorum: ‘Tecdît’i, ruhunu ve coşkusunu koruyarak yabancı dillere, özellikle Rusça’ya çevirecek birini veya birilerini...
Evet, tüm yoğunluğumla oku­yo­rum ve tabiî yazıyorum. Oku­duk­la­rı­mın omuz­la­rı­ma bin­dirdi­ği dü­şün­me yü­kü zih­ni­mi zor­la­dık­ça da gerçek aydının, kalabalık tarafından fark edilmeyen bir ‘emanet ta­şı­yı­cı’ olduğunu daha iyi anlıyorum.
İş­te bu nok­ta­da, ‘ahvâl-i âlem’ ile o çi­le­li ta­şı­yı­cı­lı­ğı bir­lik­te dü­şü­nün­ce şu­nu sor­mak ih­ti­ya­cı­nı du­yu­yo­rum:
"Acaba ben, kör­ler çar­şı­sın­da ay­na mı sa­tı­yo­rum?"
Bu soruyu so­run­ca ür­pe­ri­yo­rum. Çün­kü, ‘ince yolun sırları’nı öğrendiğim babam bana şu­nu da söy­lemişti:
"En di­ken­li ka­der, kör­ler çar­şı­sın­da ay­na sat­mak­tır. Se­nin, bu ka­der­den na­si­bin ola­cak, oğ­lum."
Şöy­le ve­ya böy­le, ben oku­ma­ya de­vam edi­yo­rum.
Oku­ma­dan yaz­ma­ya kal­kan ace­ze ta­kı­mı­nın se­fa­le­tin­den Al­lah'a sı­ğı­nı­yo­rum. Ve yü­ce Rab­bin, pey­gam­ber­le­re bi­le öğüt­le­di­ği şu duayı sık sık tekrarlıyorum:
"Rab­bim, il­mi­mi ar­tır!" (Kur'an, Tâha, 114)
Ma­sa­la­rı­mın üs­tü, ka­lem ve dü­şün­ce er­ba­bı­nın lüt­fe­dip gön­der­di­ği ki­tap ve der­gi­ler­le do­lu. Bazıları be­ni iyi­ce ‘sar­ıyor’; bir başlayınca saatlerin geçip gittiğinin farkına bile varmıyorum...
Ne güzel bir duygu, ne güzel bir talih bu, Tanrım! Bu duyguyu benimle paylaşan bir kitle olmasa da olur!..
Bu talihin bana kazandırdıklarından nasiplenmeyi istemeyen bir körler çarşısında ayna satmak zorunda kalsam da olur...
Sana malumdur, Tanrım! Ben, hiçbir zaman gamdan kaçmadım! Senden hiçbir zaman gamsızlık istemedim. Yüce katından sadece şunu niyaz ettim: Beni, gönlüme yakışmayan gamla yüz yüze getirme!
İş­te böy­le, sev­gi­li oku­yu­cu­lar! Ben oku­ma­ya de­vam edi­yo­rum. Yani, va­rol­mak, in­san­ca ya­şa­mak is­ti­yo­rum...
Ve Yaratan’a, elimden geldiğince şükürler ediyorum!..

Yorum Gönder

[blogger][facebook][disqus]

Kemalın Askeri

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Javascript DisablePlease Enable Javascript To See All Widget