Bir ekibimiz var. Birbirinden değerli sanatçılardan oluşuyor; “Sanatçılar Birliği”.
Dün gece Edip Akbayram ve eşi Ayten’in evinde yemekli bir toplantı yaptık. Rutkay Aziz ve Tarık Akan da aramızdaydı. Çok güzel bir geceydi. Ayten’in fevkalade misafirperverliği ve yemekleri bize parmaklarımızı yedirdi.
Gecenin sürprizi ise o günün, Ataol Behramoğlu’nun doğum günü olmasıydı. Ataol bize, pastası kesilirken güzel bir şiirini okudu. Biz de iyi ki doğdun, dedik. Hatta ben iki kere söyledim. Bir de şimdi söylüyorum, etti üç.
“İyi ki doğdun değerli dostum.”
Gecenin bir vakti fıkralar anlatılmaya başlandı. Kimine az, kimine çok güldük. Ben daha çok, sevmeye doyamadığım, Edip Akbayram’ın anlattığı fıkraya güldüm. Bakalım siz de benimle aynı fikirde misiniz?..
Karadenizli bir hemşerimiz arkadaşının yanına gelmiş; “Benden altı adet vesikalık fotoğraf istediler, nasıl olacak bu iş” diye sormuş. Arkadaşı; “Kolay” demiş. “Belden yukarını çekeceğiz. Sen bir çukur kaz bahçeye, göm, belden aşağını, ben gelir çekerim resmini”.
Ertesi gün kendisini yarı beline kadar gömen arkadaşının resmini çekmek için gittiğinde, “tamam” demiş, “tam da dediğim gibi yapmışsın; ama yanındaki diğer kazılmış çukurlar niye?”
Yarı beline kadar gömülü olan yanıtlamış soruyu; “vesikalık resmi altı tane istediler ya, ben de altı tane çukur kazdım”. “Yahu ne gerek vardı” demiş arkadaşı, “zahmet etmişsin. Ben altı tane fotoğraf makinesi getirmiştim”.
Edip Akbayram’dan size bir Pazar güldürüsü... Heves ettim, bir fıkra da ben anlatayım, dedim. Ne var ki Hayyam’ın bir dörtlüğünü Twitter’da sevenleriyle paylaştığı için sorgulamaya alınan Fazıl Say’ın başına geleni hatırlayınca, vazgeçtim anlatmadım.
Sakallı-şalvarlı bir molla, taksi çeviriyor ve arka koltuğa yerleşiyor. Şoför radyoda türkü dinliyor o sırada. Müşteri; “Kapa şu türküyü, günah” diyor. Şoför radyonun dalgasını haberlere çeviriyor. Müşteri; “Aslında radyo da günah... Peygamberimizin devrinde radyo mu vardı” diyor. Şoför gayet sakin arabadan iniyor, mollanın kapısını açıyor ve “lütfen inin arabadan” diyor. “Peygamber efendimizin devrinde taksi de yoktu. Lütfen inin arabamdan ve deve bekleyin.”
Ben dinibütün bir adamım. Bu benim için ne kadar haksa, inançsız olmak da bir başkası için hak. Hayyam’ın dizelerini de okuyamayacaksak artık, demek ki Neyzen Tevfik, hatta Can Yücel de okuyamayacağız demektir. Hatta bazı şairlerin dışında şiir okumak da yasaklanacak. Başbakan kürsüden “Nazım Hikmet, Yılmaz Güney bizim değerlerimizdir” demiyor muydu? Diyordu?
Ben dünya çapındaki piyanistimiz Fazıl Say’ın yanındayım...
Yanındayız...
Biline...
Çevik Bir Paşa
Filiz Akın’ın eşi Sönmez Köksal MİT Müsteşarı iken, eşi Filiz Akın’la bizi özel konutlarına, Ankara’ya yemeğe davet etmişlerdi. Günübirlik gidip döndük. Bizi gizli bir disiplinle üç siyah otomobil karşıladı. Önde ve arkada birer araba, güneş gözlüklü babayiğit ajanlar, kulaklarda telsizler, kuşkulu gözlerle sağı solu kontrol ederek “Bodyguard” filmini aratmayacak bir seremoniyle MİT Müsteşarının evine naklettiler. Eşimin kulağına eğilip şöyle dedim, “ister misin, gittiğimiz yol anlaşılmasın diye bizim de gözümüzü bağlasınlar?”
Eve ulaştığımızda, ev sahibesi Filiz Akın bizi kapıda karşılamıştı. O akşamki yemekte bir karı-koca daha vardı, Çevik Bir Paşa ile eşi. Yuvarlak bir masada oturduk, yedik, içtik. Memleketin ahvalini konuştuk. Çokça da Atatürk’ten bahsettik. Paşa‘yı bütün azametiyle anımsıyorum. Son derece yakışıklı, vakur, düzgün ve samimi konuşan bir insan... Gözümüzü, kulağımızı ondan alamadığımızı, kısa sürede kendisine hayran olduğumuzu ifade etmeliyim.
İngiliz yazar tarafından yazılmış Atatürk ile ilgili yasak bir kitabın yasağını kaldırtıp, “İnsanlar gerçekleri okumalılar, görmeliler... Ancak bu şekilde kalkınabiliriz” diyordu. Şerefli Türk Silahlı Kuvvetleri’ni ne güzel de temsil ediyordu. İşte o gece tanıdık Çevik Bir Paşa’yı.
Hakkı Karadayı Paşa Genelkurmay Başkanı iken, Sayın Çevik Bir de yardımcısıydı. O sıralar biz de Olacak O Kadar Programı’nda “Darbeleri” filan oynayıp, bir bakıma askerleri ti’ye alıyorduk. Çalıştığımız kanalın yöneticileri başlarına bir şey gelecek diye tir tir titriyordu. Hatta bir keresinde bizzat Genelkurmay Başkanı ile Çevik Bir Paşa’yı makyajlarını yaparak oynamıştım. Kanal yönetimi, “biz bu bölümü yayınlayamayız, artık bu kadar da olmaz” deyince, yalan söylemiştim onlara. “Ben paşayı tanıyorum, kendisinden izin aldım” dedim. “Vebali boynuna” deyip yayınlamışlardı programı. Ben gene de ürperip korkmuştum, ne yalan söyleyeyim...
Ertesi gün bir telefon; Çevik Bir Paşa arıyor. “Yandık” dedim kendi kendime, “Buraya kadarmış”. Titrek bir sesle “Buyrun” dedim telefona. Çevik Bir Paşa, “çok güldürdün Levent bizi” dedi... “Kızmadınız mı?” diye cılız bir sesle karşılık verdim. “Ne kızması yahu” dedi, “Bayıldık. Hakkı Paşa da kutluyor seni. Bizden sana açık kart. Bizi istediğin kadar eleştirip oynayabilirsin”.
O günkü Türk Ordusu böyleydi. Paşası da çağdaş ve hoş görülüydü. Bugünkü Türk Ordusu tam kadro hapiste neredeyse... Hatta hapishaneler doldu taştı da, boşalsın diye diğer sıradan suçluları tahliye ettiler. Duydum ki Çevik Paşa da alınmış içeri. Dimdik bir adamdır kendisi. İçeride büküleceğini de hiç sanmam. Ataol Bahramoğlu’nun bir şiiri var, şarkı yaptık söylüyoruz oyunumuzda...
“Cellât uyandı yatağında bir gece
Tanrım, dedi, bu ne zor bilmece
Öldükçe çoğalıyor adamlar,
Ben tükenmekteyim öldürdükçe...”
Güzel söylemiş, ben daha bir şey söylemiyorum. Aklıma gelmişken, Sanat Güneşimiz Zeki Müren Allahtan vakitlice ölmüş... Allah Rahmet eylesin... Yaşasaydı o da Silivri’de hapiste olacaktı anlaşılan. Çünkü biliyorsunuz Zeki Müren’in lakabı “Paşa”ydı. Herkes Paşam derdi ona. Ömrü vefa etmediği için hücrede bir Paşa olmaktan kurtuldu.
Sezen Aksu
Ben sana ne diyeyim yahu... Önceleri bir idealin vardı, Atatürk’ü severdin. Dörtlükler yazardın O’na. Türkiye Cumhuriyeti sana ne payeler ne ödüller verdi. Şimdi ne oldu da böyle oldu? Ulan şu parayı icat edeni bir geçirsem elime...
Meral Okay
Allah rahmet eylesin Meral’e. Delikanlı, aydın bir kadındı. Daha çok rahmetli kocası Yaman Okay arkadaşımdı. Onu da kanserden kaybettik. Ölümüne birkaç gün kala, hastanedeki odasının penceresini açıp, “Tanrım, neden ben?” diye bağırırdı. Dinibütün bir adamdı. Eşi Meral Okay kazandığı paraları Nesin Vakfı’na bırakmış. Ne kadar anlamlı bir bağış... Ali Nesin de bu parayla bir eğlence köyü kuracakmış, bu da iyi.
Meral Okay öldükten sonra yakılmak istemiş. Müsaade etmemişler. İnternette birisi yazmış, ben okuduğumu aktarıyorum. Diyor ki; “Ölülerin yakılmasına karşılar, oysa dirileri diri diri yakıyorlar.” Sivas Olayları’ndan söz ediyor. Dönemin Başbakanı Tansu Çiller, Madımak Oteli’nin yakılmasından sonra şöyle beyanat vermişti; “Telaş edecek bir şey yok. Yangın nedeniyle otelde birkaç kişi ölmüştür. Allaha şükür, otelin önündeki kimseye bir şey olmamıştır.”
Hadi bakalım, buyur buradan yak...
Nedim Saban
Duydum ki Nedim’in başarılı oyunu “Onca yoksulluk varken” Erzurum’da, Erzurum Belediyesi tarafından yasaklanmış. Gerekçe de dekorda “Kahrolsun Faşizm” yazılı olması... Duyduğumda, gülmekten ziyade düşündüm. Oyun bir Fransız klasiğidir. Filmini Simone Signoret ile Yves Montand birlikte oynamışlardı. Türkiye’de haftalarca kapalı gişe oynadı. Nedim Kardeş, hala farkında değil misin, bunlar şunu ya da bunu, şu ya da bu nedenle yasaklamıyorlar. Doğrudan tiyatro hedefleri, yasakladıkları tiyatro. Bilmem anlatabildim mi?...
Sana başarılar, gözlerinden öperim.. Diyeceğim ama diyemiyorum. Biliyorsun öpüşmek de yasak.
Yorum Gönder