Ekim 2011
Abbas Güçlü Ahmet Tan Alev Coşkun Ali Eralp Ali Sirmen Ali Tartanoğlu Alican Uludağ Altan Öymen Arslan BULUT Ataol Behramoğlu Atilla Kart Aydınlık yazarları Ayşenur Arslan Barış Yarkadaş Bedri Baykam Bekir Coşkun Bilim Teknik Bozkurt Güvenç Burak H. Özdemir Bülent Soylan Can Ataklı Can Dündar Celal Şengör Cengiz Önal Cengiz Özakıncı Cevat Kulaksız Ceyhun Balcı chp Coşkun Özdemir Cumhuriyet yazarları Cüneyt Arcayürek Çiğdem Toker Deniz Kavukçuoğlu Doğan Kuban Dr. M. Galip Baysan Dünya haberleri Ece Temelkuran Eğitim Ekonomi Emin Çölaşan Emine Ülker Tarhan Emre Kongar Erdal Atabek Erdal Atıcı Eren Erdem Ergin Yıldızoğlu Erhan Karaesmen Erol Manisalı Ertuğrul Kazancı Ferhan Şensoy Fırat Kozok Fikret Bila genel Gündüz Akgül Güner Yiğitbaşı Güngör Mengi Güray Öz Gürbüz Evren Hakkı Keskin Hasan Pulur Hayrettin Ökçesiz Hikmet Çetinkaya Hikmet Sami Türk Hulki Cevizoğlu Hüner Tuncer Hüseyin Baş Işık Kansu Işıl Özgentürk İlhan Cihaner İlhan Selçuk İlhan Taşçı İnci Aral İrfan O. Hatipoğlu İsmet İnönü Kemal Baytaş Kemal Kılıçdaroğlu Köşe Yazıları Kurtul Altuğ Kürşat Başar Levent Bulut Levent Kırca Leyla Yıldız lozan Mehmet Ali Güller Mehmet Faraç Mehmet Haberal Mehmet Halil Arık Mehmet Türker Melih Aşık Merdan Yanardağ Meriç Velidedeoğlu Mine Kırıkkanat Miyase İlknur muharrem ince Mustafa Balbay Mustafa Mutlu Mustafa Sönmez Mümtaz Soysal Müyesser Yıldız Necati Doğru Necla Arat Nihat Genç Nilgün Cerrahoğlu Nuray Mert Nusret Ertürk Oktay Akbal Oktay Ekinci Oray Eğin Orhan Birgit Orhan Bursalı Orhan Erinç Ömer Yıldız Özdemir İnce Özgen Acar Özgür Mumcu Öztin Akgüç Rıza Zelyut Rifat Serdaroğlu Ruhat Mengi Sabahattin Önkibar Sağlık Saygı Öztürk Selcan Taşçı Serpil Özkaynak Sevgi Özel Sinan Meydan Siyaset Soner Yalçın Sözcü yazarları Spor Süheyl Batum Şükran Soner Tarım Tarih Tayfun Talipoğlu Tekin Özertem Tülay Hergünlü Tülay Özüerman Tünay Süer Türey köse Türkiye Türkkaya Ataöv Uğur Dündar Uğur Mumcu Utku Çakırözer Ümit Zileli Vatan Yazarları Video Yakup Kepenek Yaşar Nuri Öztürk Yaşar Öztürk Yazı Dizileri Yener Güneş Yeniçağ yazarları Yılmaz Özdemir Yılmaz Özdil Yurt Yazarları Yüksel Pazarkaya Zeki Tekiner Zeynep Göğüş Zeynep Oral Zulal Kalkandelen

Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK) Mehmetçik Vakfı Genel Müdürü Salih Güloğlu, yardımcısı Osman Aydoğan ve Mehmetçik dergisinin Editörü Medine Sarıoğlu, gazetemize geldiklerinde, vakfa olan ilginin, güvenin ve sevginin örneklerini anlatıyorlardı. Yapılan bağışların nerelere, ne amaçla kullanıldığını belgelerle gösteriyorlardı. “Sessiz bağışçılarını” anlatıyorlardı. Halidun ve Feridun Tınaztepe kardeşlerin, İstanbul’da 155 dükkanın kirasını vakfa bağışlamalarından da, sanatçı Fedon’un, vakfa yaptığı ya da yaptırdığı bağışlardan da söz ediyorlardı.
Güneydoğu’dan şehit ve gazi haberlerinin gelmediği gün yok. Subay, astsubay, uzman çavuşlar sosyal güvenlik kapsamında.  Devlet onların yanında. Ya Mehmetçiklerin yani er, onbaşı ve çavuşlar?  Askerde şehit olmaları veya herhangi bir nedenle hayatlarını kaybetmeleri, gazi veya engelli olmaları halinde kendilerine eş ve çocuklarına yardım eden bir kuruluş var. O da, sadece bağışlarınızla ayakta duran Mehmetçik Vakfı’dır. 
Devlet katkısı da yok, bağış toplamakta yok
Adının başında TSK var ama Devletten bir kuruş bile yardım almıyor. Kendileri de ellerine makbuz alıp kimseden bağış toplamıyor. Sadece bağış kabul ediyor. Bağışlar da, harcamalarda tamamen banka aracılığıyla gerçekleşiyor. İşte bu vakfın neler yaptığını genel müdür emekli general Salih Güloğlu anlatıyor: 
“Mehmetçik Vakfı, kurulduğu 1982 yılından bu yana 37 bin 709 Mehmetçik ve ailesine 269 milyon lira yardım yaptı. Vakıftan halen 10 bin 225 kişi yardım alıyor. Bu yardımların tutarı aylık ortalama 4 milyon 200 bin liradır. Birinci derecede gazi ve engelli bir Mehmetçiğimiz, Vakıftan aylık 858 lira alırken,  onların üniversite öğrencisi çocuğumuza aylık 558 lira ödüyoruz. Vakıf, üniversite öğrencilerine 12 ay ödeme yapıyor, yılda bir maaş kırtasiye yardımı gerçekleştiriyor, üniversite harçlarını da ödüyor. Devlet kaynaklı herhangi bir geliri bulunmayan TSK Mehmetçik Vakfının en büyük gelir kalemini, Mehmetçiğini seven yardımsever halkımızın bağışları oluşturuyor..”
Gelirleri arttıkça, yardımları da artırıyorlar
Gelirlerini bağışlar ve gerçekleştirdiği yatırımlar yoluyla artırıyorlar. Mehmetçik Akaryakıt istasyonları, sigorta şirketleri var. Vakıf, kendi denetim organının yanı sıra Vakıflar Genel Müdürlüğü, Sayıştay ve Ankara Valiliği tarafından denetleniyor, gelir-gider tablosunu internet sayfasından da yayımlıyor.
Gaziler, şehit ve gazi yakınlarının yaşam koşullarını daha iyi seviyelere ulaştırmak amacıyla 1996 yılında vekâleten kurban bağışı alınmaya başlanmış. Kurban gelirleri arttıkça, yapılan yardımlar da buna paralel olarak artırılıyor.  Örneğin, 1996 yılında bir şehidimize 120  lira yardım yapılırken, bugün yardım miktarı 30 bin 119 lira. Memur maaşı arttıkça, aynı oranda yardımlar da yükseltiliyor. 2000 yılında  birinci derecedeki gaziye 140 lira verilirken, bugün 550 lira ödeniyor.
Kurban kesimini izleyebileceksiniz
TSK Mehmetçik Vakfı aracılığıyla kurban kestirmek isteyenler, vakfın hesabına 460 lira yatırmaları gerekiyor. Kurbanlıkların Diyanet İşleri Başkanlığı ile Tarım Bakanlığı’nın belirlediği kriterlere göre seçildiğini genel müdür anlatıyor. Vakıf, 38 bin kurban temin edebildi. Eğer, vekaleten kurban kestirmek istiyorsanız, daha gazla geç kalmayın. 
Kurbanlar, Bilecik, Malatya, Eskişehir, Şanlıurfa, Gaziantep’te kesilecek, bu illere yakın il ve ilçelerde oturan 2 bin şehit ve gazi ailesine de kurban etleri ulaştırılacak. Kesilen kurbanların tüm deri ve bağırsakları geçmiş yıllarda olduğu gibi Türk Hava Kurumuna verilecek. 
Vekâleten kurban kesilen her kesim bölgesinde; noter, din görevlisi ve veterinere ilave olarak biri heyet başkanı olmak üzere beş vakıf personeli bulunacak. Tüm kesim faaliyeti kameraya kaydedilecek, daha sonra arzu eden bağışçılara CD olarak verilecek,  kurban kesimi  Mehmetçik Vakfı internet sitesi üzerinden canlı olarak yayınlanacak.
24 Mehmetçik için sadece TSK Mehmetçik Vakfı’nın başsağlığı ilanını görebildik.  Şu bir gerçek ki, terör arttıkça, Mehmetçik Vakfı’na yapılan bağışlar da artıyor. Şehit Mehmetçikler, gaziler ve onların aileleri, öğrenim gören çocuklarına yardım yapılmasını istiyorsanız, siz de, onlara uzanan TSK Mehmetçik Vakfı’nı unutmayın…

Saygı Öztürk

Bakan düğününde göbek havası ve Cumhuriyetin iptali! - Sabahattin Önkibar
Önce Çankaya Köşkü’ndeki resepsiyon, akabinde resmi geçit törenlerine iptal geldi.
Bazıları haklı olarak soruyor: Bu teşebbüs Cumhuriyet’in iptaline gidişatın fiili adımı mıdır yoksa?
Değilse söyler misiniz Cumhuriyet törenleri nasıl iptal edilir?
Efendim Van’da deprem oldu ya, onun için yastayız!
İyi de Cumhuriyet kutlamalarında göbek atılmıyor ki!
Mesela bendeniz işim gereği 1989’dan beri Çankaya Köşkü’nndeki resepsiyoların tamamına yakınına katıldım, orada bir göbek havasının çalındığını hiç görmedim!
Bırakın göbek havasını, müzik yok o resepsiyonda!
Aynı şekilde Hipodrom’daki asker ve tank  geçişinin deprem yasımızı engelleyecek hangi  boyutu var?
Eğer hadise göbek havası ise onlar en çok özellikle de AKP’lilerin düğünlerinde çalınıyor ve o düğünlerden her gün bir kaçı yapılıyor.
Mesela bunlardan biri 5 gün önce yapılan Kürt kökenli Bakan Zafer Çağlayan’ın oğlunun  düğünüydü ve orada maşallah döktüren döktüreneydi.
Başbakanımız Erdoğan da bu düğünün şeref konuğuydu ve bütün o manzaralara şahitlik etti.
Düşünün devletin kuruluş resepsiyonu Çankaya Köşkü tarafından “yasımız var” diye iptal ediliyor ama akrabaları depremde ölen AKP’li Bakanın düğününde davul - zurna gırla gidiyor!
Soruyorum bu işte bir sakatlık yok mu?
Asıl gerekçe yas değil güvenlik yani PKK korkusu diyenler var ama o da inandırıcı değil zira Çankaya Köşkü’ndeki resepsiyon iptalinin güvenlik boyutu olabilir mi? Ayrıca akşam saatlerinde  halk tarafından fener alayları düzenlendi, bir şey yaşandı mı?
Bir başka soru şudur:
87 yıldır 29 Ekim tarihine denk geldiği haftadaki Cuma hutbelerinde Mustafa Kemal Atatürk, “isim zikredilerek” yad edilirken ilk defa bu sene Mustafa Kemal pas geçildi niye acaba?
Bütün bunlar tesadüf  mü yoksa Yeni Anayasa hazırlanırken toplum bir şeylere mi alıştırılıyor?

Diyarbakır hakikaten BOP’un yıldızı! Hatırlayın Başbakan Erdoğan Diyarbakır BOP’un yıldız şehri olacak buyurmuştu!
Hakkını teslim edelim oluyor!
Nasıl mı?
PKK kalkışmasına merkez olarak!
Diyarbakır’da öldürülen PKK’lı teröristleri sahiplenme adına iki gündür acaip şeyler oluyor.
Esnaf  kepenk kapatırken, BDP’li mebusların önderlik ettiği çeteler şehri yerle bir ediyor.
Evet Diyarbakır maalesef bölücü kalkışmanın odağı oldu! Bize göre bu tablo sürpriz değil, beklenendir çünkü BOP yani Büyük Ortadoğu Projesinin varlık sebebi zaten böyle bir tabloyu oluşturup Türkiye’yi bölmektir.
Tam bu noktada soralım, sahi BOP bu ise yani yaşananlarla gerçek misyonu tescillenmişse ona Eşbaşkan olanların durumunu nasıl değerlendirmemiz gerekiyor?
Suikastçıyla Anayasa yapmak! Bölücü KCK’nın kurduğu Siyaset Akademisine mensup 41 isim önceki gün gözaltına alındı.
Niçin mi?
Başbakan Tayyip Erdoğan’a suikast düzenlemeye katkı sunma iddiasıyla!
Gözaltına alınanlar arasında çok ilginç bir isim var.
Adı Büşra Ersinli’dir.
Profesör olan bu hanımefendi halen Marmara Üniversitesi’nde ders veriyor.
Bitmedi bu hanımefendi AKP’nin ısrarla gündeme aldığı Yeni Anayasa yapma çalışmalarının da baş aktörlerinden biri.
Evet bu hanım Yeni Anayasa bağlamında BDP heyetinin içinde AKP heyeti ile bir araya geldi ve fikirlerini sundu iyi mi?
Kesin hüküm yani yargı kararı olmadan Büşra Hanımı suçlamak istemem ama burada bir sakatlık yok mu?
Bir akademisyeni düşününüz ki hem Anayasa tavsiyecisi, hem de Başbakan’a suikast yapma iddiasıyla gözaltında!
Sahi yeni Anayasada AKP’nin en doğal partneri bu BDP değil mi?
Barzani’ye göre PKK terör örgütü değil! Ne imiş efendim Başbakan Barzani ile telefonda PKK’yı tasfiyeyi konuşmuşmuş ve mutabakata varmışmış!
Hatırlayın 24 erimizin şehadeti sonrasında bu haber duyurulmuştu.
Peki sonra?
Sonrası yok, tersine ABD’nin desteğini alan Barzani Türk Silahlı Kuvvetlerinin Kuzey Irak’ta operasyon yapmasına bile izin vermedi!
Ve son  haber:
Kuzey Irak Bölgesel Yönetimi Hukuk Davası Başkanı Ali Piştovan yanında kalabalık bir heyetle Rusya’da bir basın toplantısı yapıyor ve aynen şu sözü ediyor: “PKK Terör örgütü değildir. TC onların taleplerini yerine getirmelidir.”
Görüyorsunuz bu sözler Barzani’nin adaletten sorumlu vekili tarafından teamüden yani  önceden planlanarak söyleniyor!
Soruyorum Ali Piştovan Barzani’ye rağmen bir şey söyleyebilir mi?
Mümkün değil... Şu halde Barzani de aynı şeyi düşünüyor değil mi?
Bu durumda Türkiye’nin yapması gereken Barzani’ye haddini bildirmesi mesela Habur sınır kapısını derhal kapatması gerekmez mi?
Gerekir ama Tayyip Erdoğan bunu yapmaz ya da yapamaz zira Kuzey Irak’ta milyarlarca dolarlık iş yapan pek çok Türk müteahhit Tayyip Bey’in yakın tanıdıkları!

Sabahattin Önkibar/Yeni Mesaj

Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay, Cumhuriyet Bayramı kutlamalarının iptal edilmesi ile ilgili "'Elimizde kadehlerle neden kahkaha atmadık' tepkisini anlayamıyorum" dedi.
Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay, 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı kutlamalarının iptal edilmesine ilişkin yaptığı açıklama ile Cumhuriyet Bayramı'ndan ne anladığını ortaya koydu. Günay, "Yüzlerce vatandaşımız canını yitirmişken biz neden bir resepsiyonda buluşmadık, elimizde kadehlerle kahkahalar atmadık diye bir tepkinin dillendirilmesini anlayamıyorum" diye konuştu.
29 Ekim 1923'te kurulan Cumhuriyet'in bitirilmesinin verdiği rahatlıkla konuştuğu belli olan Bakan Günay, "Basında okuduklarım ve hafızam beni yanıltmıyorsa 99 depreminden sonra da hem 30 Ağustos hem 29 Ekim törenleri aynı şekilde iptal edilmişti. Hep birlikte bir hüzün yaşıyoruz. Yüzlerce vatandaşımız canını yitirmişken biz neden bir resepsiyonda buluşmadık, elimizde kadehlerle kahkahalar atmadık diye ya da yollarda neden bu akşam yürüyüş yapmadık diye bir tepkinin dillendirilmesini doğrusu anlayamıyorum." dedi.
Günay, Cumhuriyet'ten halkın söz sahibi olmasını değil "elde kadeh kahkaha atmayı" anladığını göstermiş oldu.

“Trafik sıkışıyor” denilip önce Atatürk’ün Ankara’ya gelişinin yıldönümünde, Harp okulu öğrencilerinin Atatürk Bulvarında yürümelerine son verildi. Bazı valiler çıkıp, “19 Mayıs gibi kutlamalar Komünist dönemden kalma. Bunlara son verilmeli” dedi. Van-Erciş’te meydana gelen deprem gerekçe gösterildi, 88. yılında Cumhuriyet Bayramı resmi geçitlerinin yapılması iptal edildi. Hükümet etsin. Ama halk belki de bugüne kadar tanık olmadığımız coşkuda bayramını araçlara bayraklar takarak, korna çalarak, marş söyleyerek kutladı.

Kutlamalar iptal edilirken, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının Almanya’ya gidişlerinin 50. yıldönümü ise tam tersine coşkuyla kutlanacak. Bunun için özel tren kaldırıldı. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’da 1 Kasım’da Berlin’de yaklaşık 1500 kişiyle yemek yiyecek ve “göçün 50. yıldönümünü” kutlayacak.

Cumhuriyet Bayramı içtin “yas” ilan edenler, Almanya’da hala köle muamelesi gören, vize için işkence çektirilen, en ağır işlerde çalıştırılan vatandaşlarımızın gidişlerini bir bayram havası içinde kutlamayı uygun buluyorlar. Biliyoruz ki, onlar Almanya’da da olsa depremin acısını da, şehitlerimizin acısını da yaşıyorlardır.

Almanya’da neyin kutlaması?
Ali Kılıç, küçük yaşta Almanya’ya gitmiş, orada yaşam mücadelesi vermiş, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarına yapılan aşağılayıcı muameleleri görmüş bir isim. Bunun ortadan kaldırılması için Türk-Alman Dostluk Federasyonu’nu kurmuş, Almanların desteğiyle bu muamelelerin kalkacağına inanmış.
Başkanlığı döneminde düzenlediği toplantılara Almanya Cumhurbaşkanı katılmış, Münih Belediye Başkanı hemen hemen bütün etkinliklerinde bulunmuş. Alman politikacıların ilgisiyle bir çok sorun aşılmaya çalışılmış.

Başbakan Erdoğan, Türkiye’den trene bindirilip gönderilen vatandaşlarımızın Almanya’da ne zorluklar yaşadığını mutlaka biliyordur. YİMPAŞ, Kombassan gibi firmalar tarafından nasıl dolandırıldığını anlatmaya çalışanların ağızları kapatılıp salon dışına çıkarılışını da tanık olduk. Onlara, “ben mi para yatırın” denildiğini de duyduk.

Başbakan vizeyi mi kaldırttı?
Ali Kılıç, “Başbakan neyin kutlamasını yapacak?” diyor ve şunları ekliyordu:

“Türkiye’de, depremi gerekçe gösterip Cumhuriyet Bayramı geçiş törenlerini bile iptal eden Başbakan, neyin kutlamasını yapacak? Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları Almanya’ya gidebilmek için vize alıyor? Başbakan, vizeyi mi kaldırttı da kutlama yapıyor? İnsan onurunun incitildiği, Afrika’nın balta girmemiş ormanlarında yaşayanlarla, Türk insanını da aynı kefeye konulması mı ortadan kaldırıldı? Vatandaşlarımızın Almanya’ya gidişinin 50. yıldönümü için ‘iyi ki köle oldunuz’ kutlaması için mi Başbakan Almanya’da olacak?”

Turgut Özakman: Yas, hep birlikte olur
Şu Çılgın Türkler, Cumhuriyet kitaplarının yazarı Turgut Özakman, dünkü SÖZCÜ’nün manşetini hatırlatıyor, “Evet, Atatürk ölüm döşeğinde bile Cumhuriyet kutlamalarını iptal ettirmemişti” diyor ve ekliyor:
“Cumhuriyet kutlamaları, bütün bayramların anasıdır. Cumhuriyet kutlamaları eğlence değil, Cumhuriyeti yaşamak demektir. Bu törenler hem vatandaşını moralini düzeltir, hem de dışarıya karşı mesajdır. Keşke böyle şey olmasaydı. Resepsiyon iptal edilir ama geri kalan 87 yıllık gelenek devam ederdi. Allah korusun, gelecek yıl 20 vatandaşımız trafik kazasında hayatını kaybetse yine mi Cumhuriyet kutlamalarını iptal edecekler?”

Atatürk’ün Ankara’ya geliş yıldönümünün Ankara Valisi Alaattin Yüksel tarafından iptal edilmesini ve “trafik sıkışıyor” gerekçesini de de çok manidar bulmuş. Harbiyelilerin, Ankara’daki binalarına 1935 yılında gelişleri de gösteri yürüyüşüyle gerçekleşmiş. Bazı geleneklerin ortadanr kaldırılması için her gün bir adım daha atılıyor.

Almanya’da yapılacak kutlamaları hatırlatıyorum. Koca çınar, “Eğer Türkiye’de Cumhuriyet Bayramı iptal edecek kadar ağır yas varsa, yurtdışındaki vatandaşlarımız için de yas vardır. Ama bu nasıl yas? Yas varsa televizyonlarda matem yayınları olur. Oysa biz de bırakın yası, vur patlasın çal oynasın devam ediyor. Böyle yas mı olur?” diyor.

Tarih, Cumhuriyetimizin 88. kuruluş yıldönümünün “yas” gerekçesiyle iptal edildiğini de, bunun o günlerde ne anlama geldiğini de yazacaktır…

Saygı Öztürk

Dün pek çok gazetenin pek çok köşesinde, Cumhuriyet’in ne olduğu yazıldı. Biz de bugün Cumhuriyet’in ne olmadığını yazalım dedik…
Cumhuriyet, başbakanların pilotlara talimat veremediği rejimin adıdır: Başbakan Erdoğan Güney Afrika gezisi sırasında, sırf Obama’nın eşinin uçağı da inebildi diye, pilota emir verip, uçağını pisti kısa havaalanına indirtti. Ancak Erdoğan’ın uçağı 74 metre, Michelle Obama’nın uçağı ise 47 metreydi!
Cumhuriyet, başbakanların “asıp, kesemeyeceği” rejimin adıdır: Başbakan Erdoğan 23 Nisan kutlaması nedeniyle koltuğuna oturttuğu çocuğa, “artık başbakan sensin, ister asar, ister kesersin” demişti.
Cumhuriyet, başbakanların köylüyü azarlamadığı rejimin adıdır: Başbakan Erdoğan, geçim sıkıntısı çektiğini söyleyen bir yurttaşa sinirlenip, “ananı da al git” demişti.
Cumhuriyet, başbakanların seçim meydanlarında başka, arkada başka davranmadığı rejimin adıdır: Başbakan Erdoğan, seçim meydanlarında “ben olsam Apo’yu asardım” derken, meğer özel temsilcisini Öcalan’la pazarlık yapmaya gönderiyormuş.
Cumhuriyet, bir parti genel başkanının, genelkurmay başkanı ile “mahrem” görüşebilmek için üçüncü bir ülkeden ricacı olmadığı rejimin adıdır: Başbakan Erdoğan, henüz AKP Genel Başkanı iken, dönemin Genelkurmay Başkanı Org. Hilmi Özkök’le “mahrem” görüşebilmek için ABD Savunma Bakanı Paul Wolfowitz’e mektup yazarak ricacı olmuştu.
Cumhuriyet, başbakanla genelkurmay başkanlarının, kayıt dışı görüşme yapamadıkları rejimin adıdır: Başbakan Erdoğan ile Genelkurmay Başkanı Org. Yaşar Büyükanıt Dolmabahçe’de baş başa görüşmüş, mutabakata varmış ancak görüşmenin kaydı tutulmamıştır. Cumhuriyet rejimlerinde bu düzeyde her görüşmenin ayrıntıları kamuoyuna açıklanmaz ama bu düzeyde her görüşmenin, devletin gizli arşivlerine koyulması gereken bir kaydı olur!
Cumhuriyet, en zor gününde yanında olan bir ülkenin yıllar sonra bombalanmasına karargah olunmayan rejimin adıdır: Başbakan Erdoğan “NATO’nun ne işi var Libya’da” dedikten kısa bir süre sonra “NATO, Libya’nın Libya’lılara ait olduğunu tescil etmek için Libya’ya girmelidir” demiş ve Türkiye’yi NATO’nun Libya saldırılarına karargah yapmıştı.
Cumhuriyet, Cumhuriyet yıkıcısı odak olduğu hükme bağlanmış bir partinin iş başında olamadığı rejimin adıdır: AKP’nin, Cumhuriyet’in ilkesi olan laikliğe karşı odak olduğu Anayasa Mahkemesi tarafından hükme bağlandı. Mahkemenin 11 üyesinden 6’sı partinin kapatılmasını istedi. Ancak değişen yasa nedeniyle 7 oy gerekiyordu!
Cumhuriyet, Cumhuriyet ordusunun kozmik odalarına girilemeyen rejimin adıdır: TBMM Başkanı Bülent Arınç’a suikast yapacakları iddiasıyla iki asker yakalanmış, bu gerekçe üzerinden de TSK’nin kozmik odalarına girilmişti. Ancak suikast sırasında Arınç, Ankara’da bile değildi! Kozmik sırlar gitti, ya Arınç’a suikast iddiası ne oldu?
Cumhuriyet, Cumhuriyet askerlerine kumpas kurulamayan rejimin adıdır: Ergenekon soruşturmasında tutuklan ve üç yıl zindanda kalan Üstteğmen Mehmet Ali Çelebi’nin telefonuna, emniyette gözaltındayken, Hizbut Tahrir üyesinin telefon rehberinin yüklendiği ortaya çıkmıştı.
Cumhuriyet, Cumhuriyet ordusunun Cumhuriyeti yıkacağının iddia edilemediği rejimin adıdır: TSK’nin Cumhuriyet’i yıkma girişiminde bulunmakla suçlandığı Ergenekon soruşturmasında, bir savaşta bile esir alınamayacak kadar general ve subay tutuklandı!
Cumhuriyet, Cumhuriyet kuvvetlerinin Cumhuriyet yıkıcılarına teslim olmadığı rejimin adıdır!

Mehmet Ali Güller/AYDINLIK

Atatürkçü Düşünce Sistemi - Kurtul Altuğ
29 Ekim’in üzerinden 2 gün geçti ama bir Atatürkçü olarak 29 Ekim’in törensiz, heyecansız kutlandığı o heyecan dozu eksik günde anlattığım noktadan biraz daha ileri gitmek niyetindeyim. Mustafa Kemal’in düşünce sisteminde neler vardı? Onlardan söz etmek istiyorum. Tarihin tozlu sayfalarının içinden ya da toprağın derinliklerinden fırlayan çıyanlar gibi şeyh Sait’in torunları, Bedüü Zaman Nurcuları ya da İngiliz muhipleri, Amerikan mandacıları için “Bu millet, bu vatan tarikatlara, dervişlere, şeyhlere emanet edilemez” diyerek Kurtuluş Savaşı’nı başlatan Atatürk’ün ne kadar haklı olduğunu bir kez daha anlıyoruz. şair Tevfik Fikret’in “Sis” manzumesinde anlattığı bu puslu havanın yarattığı neme lazımcılık, umursamazlık mı bizleri bunları konuşmaya mahkum etmekte? İşte beni üzen bu.
Mustafa Kemal’in düşünce sisteminde 4 ana unsur vardır: Çağdaş ulus devlet, çağdaş uygar ekonomi, ulusal ordu, çağdaş üniter toplum… Mustafa Kemal Cumhuriyet’in ilanından sadece 4 yıl sonra bu kavramları açıklığa kavuşturmuştur. Ama bakın Atatürk’ün düşündüklerini, 1925 yılının baharında çağdaş/asri devletin ne olduğunu Yusuf Akçura İstanbul Üniversitesi’ndeki bir konuşmasında nasıl anlatmıştı:
Çağdaş Devlet Nedir?
“Çağdaş devlette egemen güç devleti kuran ulusun kendisidir. Ulus bireyleri hukuk açısından eşittir. Bireyin bireye baskısını doğuran kurumlara yer verilmemiştir.
Çağdaş devlet ulusaldır. Ulus aynı kültürün ürünüdür. Bundan dolayı da en azından çoğunluk aynı ülküye bağlıdır.
Devlet dışında bazı hiçbir dinsel ya da siyasal güç bulunamaz (yani tarikatlar, mezhepler ve etnik gruplar).
Çağdaş devlet özgürlükçüdür. Ulusu oluşturan bireylerin özgürlükleri devletin bağımsızlığına egemenlik gücüne zarar vermeyecek biçimde yasalarla korunur.
Çağdaş devletin ayırt edici özelliği, hak egemenliğidir (demokrasidir).
Çağdaş devlet aynı zamanda ekonomik devlettir. Hükümetin birinci görevi, ekonomik etkinlikleri düzenli biçimde yönetmektir.”
Atatürk ise 1927′de şöyle diyordu: “Bu sözlerimle ulusal varlığı sona ermiş sayılan büyük bir ulusun bağımsızlığını nasıl kazandığını, bilim ve tekniğin en son ilkelerine dayanan ulusal ve çağdaş devleti anlatmaya çalıştım.” (ATATÜRK,Büyük Söylev)
Oysa Gazi Mustafa Kemal asıl amacını 1921′de TBMM’de bir konuşmasında şöyle anlatmıştı: “2.Mahmut memleketin yönetimini ıslah etmek için teşebbüste bulunmak istedi fakat yapılan girişimler Avrupa’yı takdir etmek oldu. Avrupa kanunlarını almak, Avrupa düzenlerini almak, Avrupa’nın elbisesini giymek gibi birtakım düzenleme girişimlerinde bulundu. Fakat bu gerçekte olumlu sonuç vermedi. Çünkü ıslahat için taklitçiliğe geçilmişti. Taklit suretiyle olan bu ıslahat girişiminin doğurduğu karşıklık bugün de sürmektedir.” (Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, s.204 vd.)
2011′de Cumhuriyet
Fes yerine şapka, tesettürün kadınlar için kaldırılması Anayasamız’ın 174. maddesinde yer alan kılık kıyafet devrimi… İşte bir süredir karşıdevrim bunları yok sayıyor ve daha da ileri giderek Meclis’te kurulan ortaklıklarla yeni bir Anayasa hazırlamak için kolları sıvıyor. Sayın Başbakan diyor ki:” Masadan kalkan tokadı yer.”
Ne için?

Kimilerine göre 2. Cumhuriyet,kimilerine göre Sevr’i diriltmek ya da Osmanlı’yı mezardan çıkarmak için. Açığı, asıl amaca ulaşmak uğruna…

Bu devrimlerin ve daha pek çoğunun sahibi ana muhalefet partisi CHP, masada önceden kaybedeceğini bildiği bir kumara oturmakta.
Ülkenin yargı organları siyasallaşmış, Cumhuriyet’in aydınları, TSK’nın komutanları Hasdal’da rehin tutulmakta. Parlamento uluslararası güç odakları tarafından sahneye konulan bir parçalama oyununu seyretmekte. Hatta zaman zaman oyuna katılmakta. Ülkenin bütün tersaneleri çalışamaz hale gelmiş, savaş gemilerini yürütecek komutanları hapiste, iktidara sahip olan kişisel tutkularıyla ülkeyi bir iç ve dış savaştan korumak gücünden yoksunlar. TSK’nın başkomutanı bile söylemek istediklerini ancak satır aralarında gizliyor. Medya o konuşmayı halka duyurmaktan korkuyor…
Ve biz “Cumhuriyet’in 88. yılını coşkuyla kutladık” diyoruz.
Hadi canım sende.

Kurtul Altuğ/AYDINLIK

“Başbakanlık Genelgesi-2011/19
23 Ekim 2011 tarihinde Van İli ve çevresinde meydana gelen deprem felaketi nedeniyle 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı kutlama törenlerinin sadece çelenk koyma ve tebrikleri kabul şeklinde icra edilmesi; tören geçişi, resepsiyon gibi diğer kutlama faaliyetlerinin yapılmaması uygun görülmüştür.
Bilgilerini ve gereğini rica ederim. Recep Tayyip Erdoğan-Başbakan”

Genelge bu. Başbakan Erdoğan, Cumhuriyet Bayramı geçiş törenlerini yasakladı.
17 Ağustos 1999 Marmara Depremi ve arkasından gelen depremlerle benzeri bir yasak, Genelkurmay Başkanlığının isteği üzerine konmuştu. O zaman ki deprem Van Depreminden çok fazla tahribat yapmıştı. 25 Binden fazla insanımızı kaybetmiştik, sanayimiz çökmüştü, ve en önemlisi tüm yurtta
“Ulusal Yas” ilan edilmişti.
Şimdi televizyonlarda eğlence programları devam ediyor, Hükümet “Ulusal Yas” ilan etmedi. Başbakan Erdoğan depremin hemen ertesinde İl Başkanları toplantısı yapıp, Suudi Arabistan’a başsağlığına gitti. Döndü geldi, ekibiyle birlikte üç adet düğüne katıldı. Nikah şahitliği yaptı, gelinler ve damatlardan üçer çocuk sözü aldı.
Böyle bir yasağa hiç gerek yoktu.
Bu yüzden Başbakan’ın yasağı sadece Vali-Kaymakam ve Devlet Memurlarını bağladı, Türk Milletini asla bağlamadı.
29 Ekim Cumartesi ve 30 Ekim Pazar günleri bayrağını eline alan her yaştan insan meydanları doldurdu ve Cumhuriyeti kutladı, onu bize armağan eden Büyük Atatürk’ü sevgiyle-saygıyla andı…

“Anıtkabire gidip, sap gibi durmanın ne manası var” diyen kimdi, hatırlayanınız var mı?
Cumhuriyet Bayramı tören geçişlerini, gençlerimizin Cumhuriyetin değerlerini anmalarını, onu yaşamalarını, asker-millet kucaklaşmasını kim istemiyorsa o demişti,  yani  Başbakan Erdoğan…

Başbakan Erdoğan, bu lafı söylediğini hiçbir zaman inkar etmedi, ama Başbakan olduktan sonra Atatürk’ün huzuruna defalarca çıkıp “sap gibi” durdu…
Halbuki, insan ya olduğu gibi görünmeli, ya da göründüğü gibi olmalı.
İranlı veya Suudi Arabistanlı bir devlet yetkilisinin Atatürk’ün huzuruna çıktığını gördünüz mü?  Çıkmazlar, çünkü Atatürk’ sevmezler. Atatürk’ün diktatörlüğe, Şeriat devletine karşı olduğunu bilirler ve Atatürk’ün ülkelerine yaydığı özgürlük ateşinden ve o ateşin gözlerini kör etmesinden korkarlar.

Gelen Devlet Yetkilisinin Anıtkabiri ziyareti, Türkiye Cumhuriyetine olan saygının gereğidir. Türkiye Cumhuriyeti Devleti bu saygıyı her devletten beklerdi. Saygı göstermeyene aynen karşılık verir ve Türk Devlet adamları da o ülkeye gittiğinde öyle davranırdı. Ben de öyle yaptım.  55. Hükümet zamanında Türkiye-İran Karma Ekonomik Kurulu Başkanıydım. Muhatabım İran Ulaştırma Bakanı idi.  4  defa gittiğim İran da  toplantılara başkanlık ettim, ama Humeyni’nin türbesine gitmedim…
AKP İktidara geldikten sonra ise;
Ermenistan’a gidip sözde soykırım anıtı önünde dakikalarca bekleyen İran Cumhurbaşkanı Ahmedinecad, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül tarafından İstanbul’da karşılandı. Başkent İstanbul imiş gibi. Niçin, çünkü Ahmedinecad Anıtkabire çıkmak istememişti. Suudi Kral Türkiye’ye geldiğinde Cumhurbaşkanı Gül, her türlü protokol kurallarını yerle bir ederek Anıtkabiri ziyaret etmeyen Kralın oteline ziyarete gitti !…
Cumhuriyet Bayramı törenlerini yasaklayan Başbakan Erdoğan da, özel uçağıyla Suudi Kral’a başsağlığına gitti.

Genç arkadaşlarıma iki konuda bilgi verip yazıyı noktalamak isterim;
*Suudiler, Vahhabi inanışı gereği “kabir ziyareti” yapmazlar. Bu yüzden çok sayıda “türbe” ve “sahabe mezarlarını”  yok ettiler. Sıra Hz Peygamberin kabrine gelince  Atatürk, Suudi yetkililerine şu telgrafı çekti:
Hazreti Peygamberin kabrinin tek taşına zarar gelirse, aşağı iniyoruz. Haberiniz olsun…”
Suudiler kabre dokunamadı. Bu telgrafın bir kopyası, eski AKP Milletvekili Prof.Dr. Nevzat Yalçıntaş’ın arşivindedir…

*İran, Türkiye’ye asırlar boyu hep mesafeli durmuştur. Sebeplerinden en önemlisi, İran nüfusunun %33’ünün  Azeri Türkü olmasıdır. İranlılar, Azeri Türk kökenli vatandaşlarını yüksek görevlere asla getirmezler. İranlı bir Azeri Türk asla Genelkurmay Başkanı, Başbakan, Cumhurbaşkanı olamaz. İranlı Azeri Türkleri de, Türkiye’yi sevgi ve hasretle izlerler. İran’ın bize karşı hassasiyetlerinden biri ve bize karşı zaman zaman Hizbullah’ı kullanmasının sebebi budur..(Uğur Mumcu’yu rahmetle anıyorum)
Van Depremi sırasında kaybettiğimiz insanlarımızı gerekçe gösterip, Cumhuriyeti kutlama törenlerini yasaklamalarının mantığını gayet iyi anlıyoruz. Fakat yazının başında söylediğim gibi bu yasak, Türk Milletine işlememiştir. Artık cevher uyanmıştır. Sıra, Türk Milletine yasak koyanlara, demokratik yolla yasak koymaya gelmiştir. O zaman herkes görecek; El mi yaman, Bey mi yaman…
Not: Terör can almaya devam ediyor. Üç günde, 3’ü asker, 2’si Polis, 4’ü sivil olmak üzere 9 insanımızı kaybettik, 24’den fazla yaralımız var. Kuzey Irak Yönetimi de “PKK bir terör örgütü değildir” diye bir açıklama yaptı !…
Başbakan Erdoğan’ın, Bakanları ve danışmanlarıyla en kısa zamanda Barzani’yi ziyaret edip, yeni bir sazlı-sözlü alem yapmasının zamanı gelmedi mi sizce ?…

SUÇ  DUYURUSU
Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı’na suç duyurumdur;
PKK Terör Örgütünün elebaşlarından Murat Karayılan ve Zübeyir Aydar,  Roj TV’ye yaptıkları açıklamalarda şunları söylemişlerdir;
Karayılan: “MİT ile yapılan görüşmelerde sadece MİT yoktu, Devlet ve Hükümet yetkilileri de vardı.Protokolleri de Devlet bize 10 Mayıs’ta getirdi…”
Aydar: “Evet, Hükümet yetkilileri de vardı. Ayrıca 2002 Genel, 2004 Yerel, 2007 Genel, 2009 Yerel, 2010 Referandum, 2011 Genel Seçimleri sürecinde AKP Yetkilileri arabulucular gönderdi ve ateşkesler ilan edildi. Seçimleri kazanınca verdiği sözleri unuttu…”

Sayın Cumhuriyet Başsavcısı,
Bu iddiaların yapıldığı Roj TV kayıtları basınımızda ve internet ortamında yayınlanmıştır. Kayıtların asıllarını da Devletin İstihbarat kuruluşlarından temin etmek mümkündür.
30 yılını T.C Devletine ve Türk Milletine hizmetle geçiren bir Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olarak bu kayıtların incelenmesini ve Anayasa-Türk Ceza Kanunu-Siyasi Partiler Kanunlarına olan aykırılıkların belirlenerek gereğinin yapılmasını saygılarımla istirham ederim…

Not: Görevi, Anayasayı ve Cumhuriyeti korumak olan  Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığını gören bilen varsa lütfen bu dilekçe anlamındaki yazımı iletsin. Hiç olmazsa tarihe not düşmüş oluruz…

Sağlık ve başarı dileklerimle 

Rifat Serdaroğlu

Cumhuriyetimizin kuruluşunun 88. yıldönümü kutlamalarının Van-Erciş depremi nedeniyle iptal edilmesine tepki gösteren CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, SÖZCÜ’ye yaptığı açıklamada, “Resepsiyon iptallerini anlarım. Ama çocuklarımızın Cumhuriyet şiirleri okumalarına, konuşmalar yapmalarına niçin engel oluyorsunuz? Bunun mantığı olamaz. Bunun mantığı, Cumhuriyete karşı olan düşüncedir. AKP, Cumhuriyeti farklı anlıyor” dedi.

CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun, TBMM’de yapılan törende yalnız bırakılması ve bu görüntülerin basında yer alması da, “CHP Genel Başkanı törenlerde yalnızlaştırılıyor ve gelmemesi mi isteniyor?” yorumlarına neden oldu. Kılıçdaroğlu, SÖZCÜ’nün sorularını şöyle cevaplandırdı:

Rahatsızlık duymuyorum
Evet, TBMM’de düzenlenen törende yalnız olduğumu gösteren fotoğraflar ve tokalaşma olmadığına ilişkin haberler yayımlandı. Ancak, bu durum ben de bir rahatsızlık yaratmadı.
Açıklıkla ifade edeceğim şöyle bir şey var: TBMM’de ki törenlerden önce Anıtkabirde buluşuyoruz. Tokalaşmalar, sohbetler oluyor. Oradan çıkınca TBMM’ne geliyoruz. Yeniden tokalaşma gibi bir şey yok. Sanki hiç bir araya gelmemiş, tokalaşmamış, konuşmamış gibi gösteriliyor. Ama gerçek öyle değil. Anıtkabirde bakanlarla, AKP’li milletvekilleriyle de konuşuyoruz. Bir sorun yok. Medyaya farklı yansıyor ve vatandaşlarımız da haklı olarak benim yalnızlaştırıldığımı düşünüyor.

Genelkurmay Başkanıyla görüşeceğim
Genelkurmay Başkanı Orgeneral Necdet Özel’le de konuştuk. Anıtkabir’de bana ‘randevu istemiştiniz. Çarşamba ya da Perşembe günü uygun olursanız görüşelim’ dedi. Yeni görevinden dolayı kendisini tebrik edeceğim. Tabii ki başta Güneydoğu olayları, sınır ötesi harekat ve başka konularda da konuşmamız olacaktır.

Törenlerin iptalinde samimi değil
Cumhuriyet Bayramımızın 88. yıldönümü törenlerinin iptali konusunda hükümetin samimi olmadığı kanısındayım. Nedeni de şu: İptal gerekçesine bakıyoruz. Deprem gerekçe gösteriliyor. Tasada ve kıvançta berabersek bayramı asıl şimdi kutlamamız gerekiyor. Bu kutlamalar düğün-dernek değil, yurttaşlık bilinci demektir. Hepimiz, üzerine düşeni fazlasıyla yapmak zorundayız.

Kendileri düğün-dernekte
Hükümet, törenleri deprem nedeniyle yasakladı ama başta Başbakan ve bakanlar olmak üzere hepsi düğün-derneklere gittiler. Bu konuda samimiyet göstergesi yok. Hükümetin gündemi farklı. Vatandaşa farklı söyleniyor, uygulamaları farklı..

Cumhuriyete karşı olan düşüncedir
Düğün-derneklere gidenler, Cumhuriyet Bayramı törenlerini hangi gerekçeyle ortadan kaldırdıklarını da söylemesi lazım. Başbakana her fırsatta kutlamaları niçin iptal ettiğini soracağız. Resepsiyonların iptalini anlarız. Buna en küçük bir itirazımız da olmaz. Ama okuldaki çocuklarımızın törenlerinin iptalini nasıl anlayacağız? Bu çocuklar Cumhuriyetle ilgili konuşma yapacak, şiirler okuyacaktı. Bunu da yasakladılar. Bunun mantığı olamaz. Mantığı ancak Cumhuriyete karşı olan düşünce olur.

Cumhuriyeti farklı anlıyorlar
Kutlamaları yasakladınız da ne oldu? Halk sokaklara döküldü ve Cumhuriyet Bayramımızı kutladılar. Bu insanlar ülkesini seviyorlar. İnsanlar birbiriyle barışık. Ancak, kendi insanıyla barışık olmayan AKP hükümetidir. Anlaşılıyor ki, Cumhuriyeti bizim anladığımızdan farklı anlıyorlar. Bu daha vahim bir olay. Oysa, Cumhuriyet hepimizin ortak değeridir. Demek ki Cumhuriyetle ilgili ciddi bir sorunumuz var. Bunu gündemde tutmak bizim görevimizdir.
;CHP’de kapalı oturum

Dün, makamında çalışan CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu’nun gündeminde, parti içi konular ve izlenecek yöntemler de var. Kılıçdaroğlu, “Ülke gündemindeki konular başta olmak üzere, hazırlanmak istenen yeni Anayasa konusunda CHP grubu olarak bu hafta kapalı bir oturum yapacağız. Ağırlıklı olarak Anayasayı ele alacağız ve bu konuda grup olarak tavrımızı belirleyeceğiz” dedi.

Saygı Öztürk

Milli Eğitim Bakanlığı Din Öğretim Genel Müdürü İrfan Aycan, imam hatip lisesi müdürlüklerine birer yazı göndererek, “Değerler Eğitimi Merkezi” tarafından 24-25 Aralık’ta yapılacak “İmam Hatip Liselerinde Arapça Öğretimi Sempozyumu”na katılımın sağlanması çağrısında bulundu:
“Sempozyumun imam hatip ve Anadolu imam hatip liselerindeki Arapça öğretimine olumlu katkı sağlayacağı düşünülmektedir. Bu nedenle, konunun okulunuzdaki meslek dersleri ve Arapça öğretmenlerine duyurulması konusunda gereğini rica ederim.”
Sempozyumu düzenleyecek olan Değerler Eğitim Merkezi, Ensar Vakfı’nın kurduğu bir merkez. Geçen temmuz ayında ölen vakfın eski başkanı Ahmet Şişman’ın cenazesinde, tabutunu Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ile Başbakan Recep Tayyip Erdoğan taşımışlardı.
Ensar Vakfı’nın şu andaki başkanı İsmail Cenk Dilberoğlu. Dilberoğlu, aynı zamanda İstanbul İl Genel Meclisi’nin AKP’li üyelerinden. Ensar Vakfı’nın başkan yardımcıları arasında Mehmet Sarımermer adına rastlıyoruz.
Sarımermer, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün damadı. Bir diğer genel başkan yardımcısı Hasan Can, AKP’li Ümraniye Belediye Başkanı. Vakfın sekreteri İbrahim Bacacı, Gül’ün damadı Mehmet Sarımermer’in Fen Bilgi Teknolojileri Sanayi ve Ticaret Şirketi’nden ortağı. Ensar Vakfı Mütevelli Heyeti üyeleri arasında AKP’li Zeytinburnu Belediye Başkanı Murat Aydın, AKP İstanbul Milletvekili Feyzullah Kıyıklık da bulunuyor.
Bir başka heyet üyesi de, AKP’li Bahçelievler Belediye Başkanı Osman Develioğlu’nun oğlu Ziya Develioğlu. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Ziya Develioğlu’nun düğününde, evlenen çiftten üç çocuk yapmalarını istemişti.
Okurlarımız daha önceki yazılarımızdan biliyor, Milli Eğitim Bakanı Ömer Dinçer de Ensar Vakfı Kurucular Kurulu üyesi... Ömer Dinçer’in oğlu, Enerji Bakanı Taner Yıldız’ın damadı Asım Dinçer de vakfın bugünkü mütevelli heyetinde üye.
Anlayacağınız, Ensar Vakfı adeta AKP’nin bir aile kuruluşu...
Böyle bir kuruluş ile işbirliğinin anlamı bellidir:
Zil çalmış; AKP, arka bahçesini Milli Eğitim’de ön bahçeye teneffüse çıkarmıştır.
Okullarda Cumhuriyet törenlerinin yasaklanmasının ardındaki asıl gerekçe de, iktidardakilerin benzer kadrolarla ülkemizde yarattığı depremdir!

İlerlemiş çocuklar

Cumhuriyet Kitapları’ndan arkadaşımız Hakan Şehirli’nin, Antalya Kitap Fuarı gözlemleri:
Çocuklara sormuşlar:
- Okuma yazma biliyor musunuz?
Aralarından biri “Eveeet biliyorum” demiş, “Elif, be, lâm, mim, nûn.”

Standa, bir ilkokul öğrencisi yaklaşmış:

- İlahi kitabı var mı? Ben dindarım da.
Bir başka ufaklık da, ileride matematikçi olma isteğinden vazgeçmesinin gerekçesini açıklamış:
- Kaldığım yurtta hafız olmaya karar verdim.

Kol kola

Alman Sosyal Demokrat Partisi (SPD), Almanya ile Türkiye arası iş göçü anlaşmasının 50. yılında Bavyera Eyalet Parlamentosu’nda 24 Ekim’de bir kokteyl verdi. Kokteylin çağrısı aşağı yukarı şöyleydi:
“SPD Parlamento Grubu, Türkiye Cumhuriyeti Münih Baskonsolosu Hidayet Eriş ve IDIZEM e.V. temsilcileri ile beraber, Türk kökenlilerin Bavyera refahına katkısını onurlandırmak istemektedir.”
Çağrıda adı geçen IDIZEM, bildik cemaatin Bavyera’daki temsilciliğiydi ve sosyal demokratlar da onlarla kol kola girmişti!
“Dünya değişiyor” diyorlar da, inanmıyorsunuz...

Irak için güncelleniyoruz

Kuzey Irak’a giden bir arkadaşımız anlattı: “Bölgedeki evlerin hiçbirinde elektrik saati yok. Türkiye’den gelen elektrik bedavaya tüketiliyor!”
Irak’a yapılan elektrik dışsatımını uzmanlara sorduk, durumu şöyle özetlediler:
TEİAŞ’ın raporuna göre, 2009’da Irak’a 1 milyar 215 milyon kilovat saat, 2010’da ise 1 milyar 288 milyon kilovat saat elektrik satılmış.
Türkiye’nin toplam elektrik ihracatı da zaten 2009 yılında 1 milyar 545 milyon kilovat saat, 2010’da ise 1 milyar 917 milyon kilovat saat.
Yani elektrik ihracatının 2009’da yüzde 78.6’sı, 2010’da da yüzde 67.2’si Irak’a yapılmış.
İhracatçılar Birliği verilerinden çıkan sonuca göre, Irak’a 1 kilovat saat elektrik ortalama olarak 2009’da 11.76 kuruşa, 2010’da 11.55 kuruşa satılmış görünüyor.
Aynı dönemde, Enerji Piyasası Denetleme Kurumu’nun (EPDK) açıkladığı Türkiye ortalama toptan elektrik satış fiyatı 2009’da 13.32 kuruş, 2010 yılında 14.07 kuruş.
EPDK’nin açıkladığı TETAŞ tarifesi de 2009’da 13.3 kuruş, 2010’da ise 15.28 kuruştur. Yani bu durumda HES’lerden nükleer santrala değin elektrik üretim yatırımları için birçok tartışmanın sürdüğü Türkiye, kendi ülkesindeki satış fiyatından daha ucuza Irak’a elektrik sağlıyor.
Özetle, elektrik bize pahalı, onlara ucuza satıldığına göre, aradaki farkı Türk halkı “güncelleme” yoluyla karşılamış oluyor.
Övünçle bağırabiliriz:

Işık Kansu/Cumhuriyet

Yaşlı dünyamızın nüfus saatinin gongu, bugün 7 milyara ulaştığımızı haber verdi. Böyle nüfus kaynakları var: An be an dünyaya kaç kişinin geldiğini, kaç kişinin bu dünyadan göçtüğünü bildiriyorlar(*) . Düşünün, 1650’de dünya nüfusu henüz 500 milyondu, 1804’te 1 milyar ile tanıştı, 1927’de 2 milyarı buldu.

200 küsur irili ufaklı devletin bulunduğu bu kavanoz dipli dünyada, nüfus da aslında 20 büyük ülkede yoğunlaşıyor. Bunlardan Türkiye, yüzde 1’lik payıyla dünyanın en kalabalık 18’nci ülkesi. En yüksek nüfusa sahip olanlar açık arayla Çin ve Hindistan. Bunlar, bilindiği gibi, 5’nci kalabalık Brezilya ve nüfusu artık artmasa da Rusya ile bir araya gelip yüzde 42’lik dünya nüfusuna sahip BRIC’i oluşturdular ve ABD’nin karşısına dikildiler.






Kaynak: Dünya Bankarı ve BM veritabanı

Son 10 yılda 1 milyar çoğaldık. Allahtan önümüzdeki yıllarda biraz yavaşlayacak çoğalma ve 2050’de 10 milyar olacak dünya nüfusu. Bugün için, özellikle Güney dünyasında kapitalistleşmenin yavaşlığı nedeniyle, nüfusun henüz yarısı kentlerde. Ancak 2050’de kent nüfusunun yüzde 65’e ulaşması söz konusu.

Dünya kapitalizminin tekleyerek, krizlere girerek ayak sürüdüğü dünyamızda, artan nüfusa aş-iş bulmak da güçleşiyor. Eşitsizlik, adaletsizlik de küresel. Merkez, gelişmiş ülkeler dünyasında kişi başına gelir 35 bin dolarlarda seyrederken Güney dünyasında 3-4 bin dolarlarda sürünüyor. Kuzey-Güney arasında 1’e 8 eşitsizlik var.






Kaynak: Dünya Bankarı veritabanı

Gelirdeki eşitsizlik, dünyadaki misafirlik süresini de belirliyor tabi ki. Varlıklı ülke yurttaşları, mesela AB’liler, şu gök kubbenin altında ortalama 79 yıl yaşarken gariban yoksul ülke dünyalıları 58 yılda el sallıyorlar yalan dünyaya…Dile kolay, 21 yıl fark var arada…

Kar ve sermaye birikiminin hükümranlığındaki dünyada nüfus çoğalıyor, yaşama süresi iyi-kötü uzuyor uzamasına ama bir yandan da bu kadar nüfusa gıda, su, barınma, sağlık, iş nasıl yetişecek ? Şimdiden gıda güvenliği, enerji güvenliği gibi sorunlarla uğraşıyor ülkeler. Dünya kapitalizmine hükmeden başta ABD olmak üzere merkez ülkeler, hammadde, enerji kaynakları, su kaynakları üstünde hükümranlıklarını pekiştirip artan ve kentleşen dünya nüfusunun talebine kıtlaşan bu kaynakları metalaştırıp, buradan kar ve sermaye birikimini sürdürmenin derdindeler. Kimileri, büyüyen dünya sorunlarına, nüfus artışını sebep gösterir ama asıl sorun dünya kaynaklarını, doğayı kar ve sermaye birikimi odaklı yönlendirmeyle ilgilidir. Kar yerine ihtiyaçlara göre kullanılan bir dünyada açlık, kuraklık sorun olmaz, dünya nimetleri her dünyalıya yeter aslında.

Tam da Nazım’ın, “Taranta Babu’ya Beşinci Mektup”ta dediği gibi:… dünya öyle büyük,/ öyle güzel/ öyle sonsuz ki deniz kıyıları/her gece hepimiz/ yan yana uzanıp yaldızlı kumlara/ yıldızlı suların/ türküsünü dinleyebiliriz...

(*)www.census.gov/main/www/popclock.html -
www.worldometers.info/world-population/

Mustafa Sönmez/Cumhuriyet

Avrupa Birliği liderleri, perşembe günü sabah 04.00’te, Yunanistan’ın iflasını, Avro’nun çöküşünü, küresel bir mali krizi önleyecek yeni bir kurtarma paketi üzerinde anlaştıklarını açıkladılar. O gün mali piyasalar uzun zamandır görülmeyen bir hevesle ileri atıldılar. Ancak, ihtiyatlı bir Wall Street Journal başyazısının işaret ettiği gibi, piyasalar, Brüksel’den sabaha karşı gelen haberlere daha önce de böyle heyecanlı tepkiler vermemişler miydi?
Gerçekten de cuma günü, Wolfgan Müncahu Financial Times’da, “Belki bir gün AB liderleri krizi aşacak bir paketle gelecekler, ama bugün o gün değil” yorumunu yaparken, piyasalar, kurtarma paketinin ilk anda sandıkları kadar parlak olmayabileceğinin ayırdına vararak hız kesiyorlardı.
Pakete ilişkin kaygıları kabaca iki başlık altında toplamak olanaklıydı. Birincisi, paketin sonuç alabilmesi için, halk deyişiyle bir “olsayla bulsa bir araya gelse” durumu söz konusuydu. İkincisi, tüm bu “olsalar ve bulsalar” sonunda “bir araya gelseler” bile paket mali krizin aşılması için gerekli temel koşulu, ekonomik büyümeyi teşvik edecek gibi görünmüyordu.
Bu ekonomik kaygıların yanı sıra bir de süreci iyice zorlaştıracak gibi görünen bir kaygı daha giderek öne çıkıyordu. La Stampa’da Enrico Rusconi’nin perşembe günü vurguladığı gibi, bu kaygı “ulusal egemenlik” konusuyla ilgiliydi: Mali krize müdahale süreci ilerledikçe Almanya’nın egemenliği ve AB üzerindeki hegemonyası güçlenirken, yalnızca Yunanistan, Portekiz gibi görece küçük ülkelerin değil, AB’nin üçüncü büyük ekonomisi İtalya’nın bile ulusal egemenliği giderek zayıflıyordu...
‘Olsayla bulsa...’
Perşembe günü açıklanan kurtarma paketinin içeriğini üç başlık altında özetleyebiliriz. (1) Yunanistan’dan alacağı olan bankalar, bu alacaklarının yüzde 50’sini gönüllü olarak silecekler. Böylece Yunanistan’ın borçlarının GSMH’ye oranı 2020 yılına kadar yüzde 160’tan yüzde 120’ye (Mali İstikrar Paktı’nın koyduğu yüzde 60 sınırının iki katı) inecek. (2) Avrupa Finansal İstikrar Fonu (EFSF) 440 milyar Avro’dan, 1 triyon Avro’ya yükselecek. Bu, miktar konuyu yakından izleyen yorumcuların gerekli gördüğü büyüklüğün ancak yarısına ulaşıyor (The Times, Le Monde, 28/10/011). (3) Bankalar Haziran 2012’ye kadar sermaye tabanlarını güçlendirmek için toplam 106 milyar Avro yeni kaynak bulacak, rezerv oranlarını yüzde 9’a yükseltecekler.
Paketle ilgili ilk sorun bu “gönüllü” kavramından kaynaklanıyor. Bu kavram Yunanistan’ın iflas ettiğini gizleyerek CDS denen kredi sigorta sorumlulukları zincirinin devreye girmesini önlemeyi amaçlıyor. Ancak CDS’leri kullanmak bazı bankalar için daha avantajlı olabiliyor. Bankaları gönüllü olarak borç silmeye Uluslararası Finans Enstitüsü (IIF) ikna edecek. Ne kadar başarılı olacağı henüz belli değil. Diğer taraftan, bankaların bu borç silme operasyonunu gerçekleştirmeden önce, sermaye tabanlarını güçlendirmek için gereken 106 milyar doları nereden bulacakları da henüz belli değil.
EFSF’nin 440 milyar Avro’dan 1 triyon Avro’ya yükseltilmesine gelirsek... Birincisi, halen Fon’da yalnızca 220 milyar Avro var. Bunu trilyona yükseltmek için gerekli kaynak, AB üye ülkeleri “vergi mükelleflerine” yeni yük getirilmeyeceği ısrarla vurgulandığına göre, esas olarak başta Çin olmak üzere kimi rezervleri kuvvetli ülkelerin devlet fonlarından sağlanacak. Bunun ışık tuttuğu jeopolitik görüntü bir yana, bu ülkelerin bu yatırım karşılığında dayatacakları ekonomik, özellikle de siyasi koşulların AB için kabul edilir olmasına bağlı (Spiegel, 28/10/011).
Paketin bu aşaması da başarıyla tamamlansa, Yunanistan’ın borcunun yarısı silinse bile geride kalan miktar, sürdürülebilirliği sağlamak, daha uygun koşullarla da olsa yeni borçlanmaları gerektirecek. Borçların büyümeye devam etmemesi için Yunanistan ekonomisinin kaynak yaratması; diğer bir deyişle büyümeye başlaması gerekiyor. Yunanistan hükümeti, harcamaları keser, işten çıkarmalara devam eder, varlıklarını satarken toplumsal muhalefet meydanlarla genel grevler arasında gidip gelirken, bu büyüme nasıl sağlanacak? Cumartesi günü Berlusconi “Avro’ya kimse güvenmiyor” derken, Financial Times’a göre “piyasalar artık İtalya’ya güvenmiyordu.” La Reppublica da “krizin İtalya ve İspanya’ya bulaşma olasılığının IMF’yi alarma geçirdiğini” bildiriyordu.
‘Avrupa’da egemenlik kimde?’
Açıklanan kurtarma paketinin ayrıntılarını, özellikle de bu paketin içeriğinin hazırlanma koşullarını düşünürken, tartışmalar aniden adeta başa, Avro’nun ilk yaratıldığı sırada gündemde olan, “Arkasında siyasi bir egemenlik olmayan bir para yaşayabilir mi” sorusuna geri döndü. Bu soruya geri dönen tartışmaların en ilgincine İtalyan gazetesi La Stampa’da rastladım.
Enrico Rusconi, yorumunda, sorunu çok berrak bir biçimde koyuyordu: “Bugün Avrupa’da egemenlik nerede bulunuyor?” Rusconi, olası cevapların sonuçları üzerinde düşünmeye devam ederken muhafazakâr Alman hukuk ve siyaset teorisyeni Carl Schmitt’in “egemen olan, olağanüstü koşulun (sıkıyönetim anlamına da geliyor-E.Y) uygulanması konusunda karar alabilendir” tanımına başvuruyor. Bugün Avrupa’da bir “olağanüstü koşullar” uygulaması var. Bu ortamda Berlin ve Roma’nın durumlarını karşılaştırırsak diye devam ediyor... Alman parlamentosu Bundestag, Merkel’in raporunu dikkatle dinliyor; Merkel’i, Avro’yu koruma, işin gerekenleri yapmak konusunda yetkilendiren kararı alıyor.
Merkel bu kararı uygulamaya başladığında “diğer üye ülkelerin hükümetlerine bu karar doğrultusunda yeniden şekillenmek düşüyor”. Rusconi’ye göre bu olgu, “egemenliğin Bundestag’da olduğunu”, diğer, “parlamentosu felç olmuş, siyasetinde iktidarsızlık yaşayan İtalya gibi AB ülkelerinin bir egemenlik kaybı yaşadığını gösteriyor”.
Bu yoruma Fransa’nın muhafazakâr gazetesi Le Figaro da katılıyordu. Le Figaro, “Merkel ile Berlusconi arasında seçim yaparken tereddüt edecek değiliz” dedikten sonra ekiyordu: “Almanya’nın egemenliği doğmakta olan mimarinin bir unsurudur. Bu Avrupa projesini yeniden Almanya ile el ele inşa etme konusunda bizi motive etmelidir”(Le Figaro, 26/10/011).
Yunan gazetelerine kısaca bir göz atınca, bu “yeniden inşaya” katılma bağlamında motive olmayan tek ülkenin İtalya olmadığını görüyoruz. Örneğin, Eleftherotypia paketin açıklandığı gün “İçi Alman tanklarıyla dolu” başlığıyla çıkarken, yazarlarından Moses Lychees cumartesi günü, “Bankaların saçı biraz kesilse ne olur? Biz Yunanlılar, Portekizliler, İspanyollar, İtalyanlar... çalışma ve toplumsal haklarımız söz konusu olduğunda koyun gibi kırkıldık” diye yazıyordu. Prof. Nikou Kotza, “Avrupa’da borçlandırma yoluyla bir imparatorluk kurulduğundan”... “otoriter demokrasiye doğru ilerlendiğinden” söz ediyordu.
Kathimerini gazetesine bir yorumuyla katılan Handelsblatt (Almanya’nın finans gazetesi) editörü Steingart, dayatılan ekonomi politikasını, Rusya’da uygulanan “şok terapiye” benzetiyor. “Dr. Şok demokrasinin düşmanıdır”... “Ben Yunanistan’da yaşıyor olsam bir gözüm ordunun üzerinde olurdu” diyor.

Ergin Yıldızoğlu/Cumhuriyet

‘Arap Baharı’, ne yazık ki başladığı Tunus’ta beklenen değişimi getirmeyi, en azından şimdilik başarmış görünmüyor. 23 Ekim kurucu meclis seçimlerine katılımın konuyla ilgili yüzde 60, yüzde 70 gibi en iyimser tahminleri geride bırakarak rekor düzeylere ulaşması Arap dünyasının demokrasiye ilgi duymadığıyla ilgili olumsuz yaklaşımların asılsız olduğunu ortaya koymuştur. Ancak rekor katılımlı seçimler, ne yazık ki bekleneni vermemiş, Müslüman Kardeşler kökenli İslamcı parti Ennahda (Rönesans) seçimleri, açık ara kazanmıştır. Ancak dinci partinin başarısının ardında nelerin olduğu, ilerici partilerin toplamda 217 sandalyeli mecliste dinci partiden daha fazla sandalyeye sahip oldukları da gözden kaçırılmamalıdır.
Dinci partinin başarısının ardındaki nedenler irdelenirken ilerici cephenin yenilgisine yol açan hataların da en azından yakın gelecek için göz ardı edilmemesi gerekmektedir.
Tunus seçimlerinde dinci partinin seçimlerde birinci parti olarak ipi göğüslemesinin ardında da petrol zenginlerinin siyasal, mali ve silah desteği de yer almaktadır. Ancak Ennahda’nın seçim başarısında payı olanlar salt bunlarla da sınırlı değildir. Dinci partiye karşı mücadele veren ilerici ve demokrat cephede yer alan partilerin bir türlü bir araya gelip birlik oluşturmayı başaramamaları da mevcut bulunmaktadır.
***
Demokratik ve Modernist Hareket’in (PDM) koordinatörü Riyad Bin Fadhel, geç de olsa ilerici tüm güçleri birleşmeye çağırmaktadır. Fadhel’in konuyla ilgili düşünceleri özetle şöyle: “Tunuslu seçmenlerin seçimlere bu denli ilgi göstereceklerini doğrusu tahmin edemedik. Tunus’un tarihinde benzerine rastlanmayan bu katılım en iyimser tahminlerle yüzde 60 ile yüzde 70 arasındaydı. Oysa bu tahminleri bile aşan rekor katılım Tunus halkının, giderek Arap halklarının demokrasiye hazır olmadıklarıyla ilgili savların yersizliğini ortaya koymaktadır. Oysa 14 Ocak ve 23 Ekim’de boyun eğme dönemi bir kez daha geri gelmemek üzere sona ermiştir. İslamcı partinin seçim başarısına gelince; bunun muhafazakâr kesimin zaferi olduğu söylenebilir. Demokratik ve Modernist Hareketimiz nisan ayından başlayarak tüm demokratik ve ilerici güçlerin bir araya gelip birleşmeleri için yoğun çaba harcamıştır. Ne yazık ki demokratik cephenin önde gelen iki kuruluşu Ettekatol ve ilerici Demokratik Parti (PDP) mücadeleyi tek başlarına götürmeyi uygun bulmuşlardır. Oysa bu tercihten ve ayrışmadan en çok dinci parti yararlanmış, ayrışan demokratik cephe ise ağır bedel ödemek zorunda kalmıştır. Ayrıca dinci parti özellikle gençleri vuran işsizlikten, sosyal adalet yoksunluğundan, bölgeler arası eşitsizliklerden de yararlanmıştır. Ayrıca dinci parti ilerici cephede yer alanları İsrail yanlısı olmakla ve dinsizlikle de suçlamaktan geri durmamışlardır. Dinci partinin seçim başarısının ardında başta Katar olmak üzere körfezin petrol zenginlerinin mali katkılarının payı da unutulmamalıdır.” Yakın gelecekte bir dizi Arap ülkesinde de Müslüman Kardeşler yönetiminin ortaya çıkması kimse için şaşırtıcı olmayacaktır. Ne ki, işin tuhaf yanı da yok değil.
Batılı müttefiklerin Kaddafi sonrası Libya’ya özgürlük, insan haklarına saygı, kadın erkek eşitliği gibi çağdaş amaçlarla bu ükeye karşı savaşa girmesinin ardında salt petrol çıkarları değil, meğer şeriatın gelmesinin sağlanması da varmış. Gerçi petrolün Batılı ülkelerin denetiminde olması ve sorunsuz akmasının yaşamsal önemde olduğu kimsenin saklısı değildir. Yeter ki petrol bu güçler tarafından çıkarılsın ve sorunsuz aksın. İnsan hakları, demokrasi, kadın-erkek eşitliği, şeriat kimin umurunda!

Hüseyin Baş/Cumhuriyet

Çarpık Demokrasi, Çarpık Yapılaşma - Erol Manisalı
- Piyasa mal, hizmet üretir ve satar.
- Aynı şekilde bina, mesken de üretir.
- Kimi zaman “piyasa dışında” bireyler de kendi meskenlerini yaparlar. Evde yoğurt ya da reçel üretir gibi evciklerini inşa ederler. Çoğu zaman kaçak ve bilgisizce, el yordamıyla işlerini görürler.
Oysa binalar,meskenler de bir “mal”dır. Bir otomobilin ya da bisikletin nasıl ki standardı varsa, binanın da standardının olması gerekir.
Teknik hesapları, donanımı, yangın çıkışı misali uyulması gereken kurallar vardır. Ancak Türkiye’de bunların bilinmesine karşın uygulaması çok zayıftır veya hiç yoktur.
Kırsal alanlarda ve gecekondu semtlerinde hiçbiri uygulanmaz. İnsanlar kendi oturacakları meskenleri yaparken de “içine girecekleri tabut binalar”a hiç mi hiç aldırmazlar.
Neden mi?
- Çünkü tabutlarını kaçak yaparlar.
- Çünkü ölüme giderken ondan para kazanmayı hedeflerler.
- Çünkü herkes aynı şeyi yapmaktadır, kaldırıma park etmek gibi doğal bir şeydir bu.
Kamu yararı ve birey çıkarı
Katılımcı demokrasinin yerleştiği uygar ülkelerde bireyin (ve şirketin) çıkarı ile toplumun yararı örtüştürülür. Çağdaş dünyada binaların da otomobiller gibi standartları, güvenliği vardır. İnşaatı sürecinde her türlü denetimi yapılır.
Nasıl freni olmayan bir otomobil piyasaya çıkarılamaz ise çürük çarık bir bina da yapılamaz, satılamaz ve oturulamaz.
- Bireyin kendi kendini tabut meskenin içine sokmasına izin verilmez.
- Binalar belli standartlara göre yapılmak zorundadır. Trafik kuralları gibi binaların da yapım kuralları vardır ve bunlar kesinlikle uygulanır.
Avrupa Birliği’nin on binlerce sayfayı içeren ayrıntılı “piyasa kuralları” içinde bina (ve konut) yapımına geniş yer ayrılmıştır. Güvenlik, sağlık ve çevreye uyum koşulları belirlenmiştir.
Piyasa-demokrasi bağları
Çarpık demokrasilerde piyasa da çarpık çalışır. En çarpık olanı da inşaat piyasasıdır. Çünkü en büyük haksız kazançlar bu sektörde sağlanır.
Arazi rantı ile düğmesine basılan süreç (ve düzen) demirden, çimentodan çalmaya kadar her alana yayılır. Dış görüntüsüne bir boya atıldığı zaman altındaki bütün pislikler örtülmüş olur. Aynen makyajla kusurunu örten bir insanda olduğu gibi.
Hani derler ya, “Karpuz değil ki kesip içine bakacaksın”… Oysa katılımcı demokrasinin işlediği ülkelerde bireyin çıkarı, güvenliği ve özgürlüğü ile bunların toplumsal boyutu arasında denge sağlanır. Bu dengede konut, gıda, ulaşım ve eğitim gibi sektörler en stratejik ve “olmazsa olmazların bulunduğu alanlardır.”
İnsanları çağdaş ve güvenli bir konutta yaşatamıyorsanız ne demokrasiden ne de uygarlıktan söz edilebilir. Avrupa’nın gelişimini incelediğimiz zaman şunu görürüz; eğitim, konut, ulaşım, gıda gibi alanlar altyapıda gelişmenin temelini oluşturmuşlardır.
Salih Bey’leri ya da Abuzer Bey’leri üreten, yaşatan ve ayakta tutan çarpık demokrasidir. “Ahlaksız adam, nasıl yaparsın….” gibi ifadeler, onları “istisna gibi gösterip çarpık yapıyı meşrulaştırmaktan başka bir işe yaramaz.”
Van depremini bu açıdan değerlendirmemiz gerekir. Çarpık demokrasi olduğu sürece binaların da büyük çoğunluğu çürük olmaya mahkûmdur.
Bireyleri suçlayarak işleri düzeltemeyiz. Bu ancak, çürük binanın dışının iyi boyanmasını sağlar. İşleri düzeltmek için katılımcı demokrasinin altyapısını hazırlamak zorundayız.

Erol Manisalı/Cumhuriyet

“Davutoğlu, Stratejik Derinlik kitabında, Türkiye’nin dış politikada saydığı yeni politik ilkelerinin arasında demokrasi ilkesine değinmez. Bir iki yerde demokrasi kavramı geçer; oysa bugün Suriye’de ‘demokrasi’yi ön plana çıkartıyor, ne dersiniz?
Türkiye’de seçim sisteminin dinsel, etnik kimliğe dayalı yapısının kırılma ve demokratik ve bütünleştirici değerlere dayalı hale gelme olasılığı var mı?
Neden böyle bir durum başka ülkelerde büyük tepkilere yol açabilirken OECD ülkeleri arasında gelir dağılımının en eşitsiz olduğu ülke Türkiye’de seçmen vurdumduymaz?
Arap Baharı’nın Türkiye üzerinde etkileri olabilir mi?
Meclis’te kurulan Anayasa Komisyonu’na CHP’nin katkı vermesi konusunda ne düşünüyorsunuz?..”
Daha onlarca soru…
***
Münih’te Alman Sendikalar Birliği’nin salonunda, seçkin bir dinleyici kitlesi ile sohbet ediyoruz; 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı etkinliği. Münih Türkiye Halk Derneği başkanı Necip Şahin ve arkadaşlarının davetlisiyim. Almanya bu derneklerin çatı örgütü ise “Sosyal Demokrat Halk Dernekleri Federasyonu”..
Derneğin ilginç yönü, yönetimin fabrika ve benzeri yerlerde çalışanlardan oluşması. Necip Şahin örneğin BMW’de İşçi Temsilcisi. 3 çocuğunu yetiştirmiş, güzel Türkçe konuşuyorlar. Görkem, biyoenformatik okuyor! Ömer Kara çocuklarıyla gurur duyuyor: Kızı Fatma hukuku bitirdi, şimdi staj yapıyor ve Münih’te ilk Türk kız savcı olacak!
Bizim zamanımızda, Almanya’da örgütlenme genellikle devrimci öğrencilerin girişimiyle sürerdi. İşler tersine dönmüş! Çalışan kesim, öğrenci arayışında!!
***
Çoğu, Alman Sosyal Demokrat Parti’ye üyeler! Söz parti üyeliğinden açılmışken: Ayda 5 Avro aidat ödüyorlar! Tıkır tıkır işleyen bir sistem! “Bize partiden her ay en az 4 elektronik posta gelir. Davet ediliriz çeşitli etkinliklere. Görüşlerimiz sorulur. Parti içi seçimlere katılmamız istenir.. Bize sürekli olarak parti üyeliğimiz anımsatılır.”
CHP’ye de üye olan Necip Şahin, bunca yıldır partiden tek mesaj bile almamış! Baykal’la yıllar önce hem aidat hem de parti ile üyeler arasında haberleşme sorunları için önerilerde bulunmuş, ilgilenen olmamış.
CHP’nin on yıllardır dingonun ahırına benzediğini, ilgisiz tonlarca kişinin parti içi seçimler için üye kaydedildiğini, parti ile üyeleri arasında organik bağın hemen hiç düzeyinde olduğunu bilen bilir! Üyeler, insanları yönetime seçmek için varlardı.. Şimdi ne değişiyor, dışarıdan bilemiyoruz..
***
Türkçe yeni nesiller için ciddi bir sorun. Almanlar eğitimde çocukların Türkçe öğrenmesi için, bazı denemeleri saymazsak, okullarda bir sistem kurmaktan kaçındı. Sonuç: Çocuklar genellikle Türkçeyi Almanca ile karışık konuşabiliyorlar. Dolayısıyla, bu çocukları izleyen nesilden önemli bir kesmin Türkçeyi hiç konuşmayacakları varsayılabilir.
Böylece Türkçe ve kimlik, küçük bir nesil zinciri içinde unutulma riski ile karşı karşıya..
Şüphesiz, Alman devleti ve yönetiminin istediği de bu. “Entegrasyon-entegrasyon!” diye acele ile bastırmasalar, zaten eğitim politikalarıyla, epey bir Türk nüfusu Almanlaşmış olacak!
Almanlar acaba şunu mu tercih ediyor: Türklüğünü unutmuş ama Müslüman bir Alman nüfusu! İki yıl önce Duisburg’da büyük caminin açılışına katılan Alman İçişleri Bakanı “Almanya’da daha çok sayıda cami kurulmalıdır…” demiş!
Fay Kırığı Korunmalı
Van depreminde yarım metre genişliğinde ve bir metre derinliğinde fay kırığının fotoğrafını gördüm. Bizde bu kırıklar hemen yok edilir.. Aslında bu kırıkları tam yerlerinde korumanın çok önemli olduğunu düşünüyorum. Bunu, Kocaeli depremi için de yazmıştım.. Bu kırıklar kaybolmasın demiştim.
Küçük bir koruma önlemi alınabilir çeşitli yerlerde. Hem deprem konusunu canlı tutar, hem de meraklıların gezisine vesile olur..

Orhan Bursalı/Cumhuriyet

Büyük bir bıçaktır ‘kurban bıçağı’. Adı böyle.
“Sağlamdır” diyor bıçakçı, “çeliği sağlamdır, keskindir”.
Keskin olmalı. Kurban ne olduğunu anlamadan iş olup bitmeli.
Erkek çocuklarını kurban kesilirken görmeye götürürler.
“Erkek çocuğudur. Görmeli. Alışmalı.”
Erkek çocukları kurban kesimine, kan görmeye alışmalıdır.
Sonra “Horoz bile kesemez” diye aşağılanır. Aman ha!
Kurban kesilir, kanı erkek çocuğun alnına sürülür.
Kan, kurbanın uğurudur.
Bıçak, kurban, kan.
Sokaklar her gün bu üçlüyü nasıl bir arada görüyor?
Erkek kimliğinin kültürüdür bu.
Daha sonra bu kültür ‘av sporu’ adı altında bu üçlüye ateşli silahları da katacaktır.
Avın da, avcılığın da keyifli erkeksi özel kültürü olacaktır.
Kurban tarih boyunca var olmuştur.
Her kurban bir Tanrı’ya adanmış canlıdır.
Kurban kimi zaman insan olmuştur.
Çocuk, genç erkek, bakire kız.
Esirler, köleler, egemenin bıçağı altında yaşayanlar.
Uygarlık değişti ama kurban geleneği değişmedi.
Şimdilik koçlar, erkek hayvanlar, boğalar, develer.
Bunlar görünen kurbanlar.
Ya görünmeyenler.
***
Küresel pazarların kurbanları göze görünmüyor.
Haftada bir dolara 12 saat çalışan bugünün kurbanları.
10’lu yaşlarda seks kurbanı yapılan kız çocukları.
Asyalılar, Afrikalılar, Kuzeyliler, Güneyliler, Doğulular, Batılılar.
Ve küresel sermayenin mallarını almaya koşullanan gönüllü kurbanlar.
Tüketici kurbanlar.
Ne aldığını, neden aldığını bile unutan tüketici kurbanlar.
Ekran kurbanları çocuklarımız.
Ekranda oyun bağımlısı olmuş gençler.
Ekranla serseme çevrilmiş kitleler.
Oyunlarla avunan insanlar.
Eğlenceyle görme engelliye çevrilen milyonlar.
Bakan ama görmeyen.
Gören ama düşünmeyen.
Yeni kurbanlar.
Kısır döngüye çevrilmiş yaşamların kurbanları.
365 günün kurbanları.
***
Yeni ‘kurban bıçakları’ var.
İnsanları işsiz bırakan bıçaklar.
İşlerine son verilenler.
Sürülenler.
Yerlerinden edilenler.
Yeni ‘kurban bıçakları’ var.
Yetkili emirleri.
Keskin yüzleriyle uygulanan emirler.
“Tutukluluğun devamına..” diyen yargı kararları.
“Sizinle çalışamayacağız” diyen tebligat.
Görünmeyen ‘kurban bıçakları’.
Görünen kurbanlar.
Güvensiz toplumda yaşayan herkes.
Sıranın ne zaman kendisine geleceğini bilemeyenler.
***
Bir el olmalı.
Hepimizin ortak eli.
Bu el kalkmalı, bıçaklı ele yapışmalı.
“Dur bakalım” demeli, “dur. Yeter artık”.
Bir el olmalı.
Hepimizin ortak eli.
Kalkıp bıçağa yapışmalı.
Bıçak yere düşmeli.
Bütün kurbanlar kurtulmalı.
Bayramı o zaman kutlamalı.
Hepimizin ortak bayramını…

Erdal Atabek/Cumhuriyet

HER ŞEY gibi sabrın da sonu olmalı. Sabırda dünya rekorları kırmış olabileceği söylenen Kıbrıs sorunu için bile. Bu beklentinin karşılanıp karşılanmadığı belki bugün öğleden sonra belli olabilir. Tabii, dün New York eyaletinin büyük kentinden batıya doğru uzanan Long Island’da başlayan “üçlü müzakere”nin sonucu ilan edilebilir duruma gelirse eğer.
Ama bu sonucun sabrı sona erdirmesi çok düşük bir olasılık. Çünkü görüşmeleri bitirmek hiçbir tarafın işine gelmiyor gibi. Ne Kıbrıslı Rumlarla Türklerin, ne anavatanlarının ne de Birleşmiş Milletler’in.
Rumlar AB’ye girmiş olmakla muratlarına çoktan ermişler; Türkleri yönetenler kendi sorunlarını tek başlarına çözebileceklerinden pek emin değiller; Yunanistan krizden çıkma telaşında; Türkiye ise tedhiş ve depremle meşgul.
Birleşmiş Milletler’e gelince, orası asıl sorumlu olduğu dünya düzeninin dışına düştükten sonra ayakta kalma gerekçesi sayabileceği Kıbrıs sorunu gibi bir konu bulmuş olmaktan çok memnun.
Kısacası, önemini yitirdiği halde sürüklenen bir sorun var ortalıkta. Ama siz bunu bir de ne yapacağını kestiremeyen gariban Kıbrıslı Türk’e sorun. Sabrın sona erdirilmesi ve KKTC’nin gerçek devlet niteliğiyle herkesçe tanıtılması, en azından o gibilerin insan sayılması açısından önemli. Ankara bu davadan vazgeçemez.
Üçlü New York görüşmeleri sonuçsuz kalırsa, bir bakıma sabrı sona erdirip sorunu noktalamak için değerlendirilebilecek bir fırsat doğmuş olacaktır. Anlaşılıyor ki, gelinen aşamada Türk tarafı çapraz oylamayı, yani bir tarafın seçmenine öbür taraftaki adaylara oy verme hakkı tanınmasını reddetmiş, Rum tarafı ise Annan Planı’yla da önerilen “dönüşümlü başkanlık” formülünü geri çekmiş.
Bu durumda, Adadaki iki bağımsız devletin karşılıklı saldırmazlık ve iyi komşuluk paktları çerçevesinde yan yana yaşamasını öngören bir barış planını ileri sürme zamanı gelmiş demektir.
Daha ne bekleniyor? Batı dünyasının Birleşmiş Milletler’e damgalatarak önümüze koyacağı bir “zoraki nikâh” belgesinin baskıyla bizlere kabul ettirilmesi mi?

Mümtaz Soysal/Cumhuriyet

Demokratik rejimlerde medya, iktidarı denetler.
Otoriter ya da otoriter eğilimli
rejimlerde iktidar, medyayı denetler.
Bugünkü anlamda demokrasinin, parlamenter sistemin oluşmaya başlaması da “halkın kralı denetleme” isteğiyle filizlenmiş, adım adım gelişmiştir.
Parlamenter sistemin kendi iç denetim mekanizmaları dışındaki en güçlü denetim organı medyadır.
Bu evrensel doğruların ortasında Türkiye’nin durumu ne?
Türkiye girişte altını çizdiğimiz çelişkiyi yaşıyor. Paradoks şu:
Medya organları güçlenirken denetim güçlerini yitiriyorlar.
Doğanın kanunları her yerde işler; siz denetim gücünüzü yitirdiğiniz an, denetim altına girersiniz.
***
Başbakan’ın seçtiği medya yöneticileriyle yaptığı son toplantı bunun somut örneklerinden biriydi.
Toplantıdan sızan bilgilere göre, aslında Başbakan’ın denetim için çok da çaba harcamasına gerek kalmamış. Medya yöneticileri ne yaparlarsa daha iyi olacağını demokratik şekilde tartışmışlar.
Bir Başbakan medya yöneticileriyle toplantı yapamaz mı?
Elbette yapabilir. Hele terör gibi sadece iktidarı değil, ülkenin tüm kurumlarını ilgilendiren bir konuda medyayı bilgilendirmesi, kimi hassas gelişmeleri paylaşması elbette gerekir.
Sonuçta medya da iç barışın tam olmasını ister. Bu konuda kendisine düşen sorumluluklar da vardır. Böylesi ortamlarda birinci sorumluluğu da kin ve nefret yollarını kapatmaktır.
Ancak Başbakan’ın istediği tam olarak bu değil. Başbakan, kendisinin de net biçimde açıklamadığı ya da açıklayamadığı bir yol haritası doğrultusunda haberler, yorumlar istiyor.
Aslında böyle bir “iktidar denetiminin” var olduğu düşüncesinin toplum katında iyice yerleşmesinin başlıca zararını yine iktidar görür. Zaten var olan bu endişe yerleştiğinde kimsenin tirajını tam olarak kestiremeyeceği bir fısıltı gazetesi yayına başlar.
***
Tarih boyunca bütün iktidarlar, kamuoyu oluşturma güçlerini kendi kontrolleri altında tutmak istemiştir. Bu kimi zaman bilim insanları olmuştur kimi zaman ozanlar.
Bugün bu anlamda en önemli güç medya. Kaldı ki, çağın adı da iletişim çağı.
Bütün klasik medya organlarından öte giderek kendinden daha çok söz ettiren yeni bir organ gelişiyor; sosyal medya.
Hindistan’da yaşayan bir genç “Wall Street’i İşgal Et” eylemine katılanları tebrik edip, eylem yerinin hemen yakınındaki bir pizzacıdan onlara pizza ısmarlayabiliyor. Bütün bunları binlerce kilometre ötede oturduğu yerden sadece bilgisayarının tuşlarına basarak yapabiliyor.
Böyle bir gelişimin olanaklarının yakın gelecekte neler olabileceğini düşünmek bile insanı heyecanlandırıyor.
Silivri henüz iletişim çağına girmedi. İnternet yok. Ancak kimi mektupların eklerinde sosyal medyadaki tartışmalar yer alıyor. Çok kısıtlı da olsa bu yolla o dünyanın kokusunu alabiliyorum.
Görünen o ki, klasik medya araçlarını denetim altında tutmak, hatta kendisine ait bir kol gibi kullanmak iktidarlara yetmeyecek. Çok yönlü sansür karşısında sosyal medya, koca bir canlıyı kısa sürede etkisiz hale getirebilen karıncalara da benzetilebilir.
Sermaye küreselleşmesinin karşısına tek tek bireyleri de kitlesel harekete çekebilen bir güç çıkıyor:
Medya küreselleşmesi…

Mustafa Balbay/Cumhuriyet

Devlet vergi koyar. Artırır. Azaltır. Kol büker. Ceza yazar. Kaçıranı yakalar. İcabında içeri atar. Vergiyi toplar.
Devlet sahipsizi sahiplenir.
Yoksula, kimsesize bakar.
Devlet, ordu besler.
Polis barındırır.
Eğitime, sağlığa, kültüre destek verir. Gelir uçurumu çok açılmışsa yoksullar lehine kapatır. Bölgeler arası kalkınmışlık uçurumu açılmışsa gerice yörelere destek çıkar. Pozitif ayrım yapar. Topladığı vergileri ihtiyaca göre dağıtır. Dünyanın ileri, şeffaf, halkına hesap veren, saydamlığı ilke edinmiş ülkelerinde devlet yani Maliye Bakanları, sözünde dururlar. Topluma ne söz vermişlerse onu yaparlar.  Deprem vergisi çıkartmışlarsa; “deprem vergileriyle toplanmış paraları deprem afetini savuşturmak” için harcarlar.
Hesap verirler.

Çıkıp toplumun karşısına; “deprem vergisi diye topladım ama duble yol yaptım- karayollarına harcadım- hava yollarına harcadım” diye tafra atmazlar.
Atamazlar.
“Ne olmuş yani, toplanan vergileri biz yemedik ya….” dercesine tafra atarlarsa; “vergileri deve yapmış” sayılırlar.

Xxx

Devlet vergileri deve yapamaz.
Yaparsa o devletin Maliye Bakanı, “halkı deve yerine” koyuyor sayılır. Develerin bakanı olur.
Ona sorurlar; madem ki, “duble yol yapacaktın o zaman duble yol vergisi” koymayı” niçin düşünmedin. Madem ki, havayollarına harcayacak ve o harcama içinde “Başbakan’a binsin ve yandaş gazete yazarlarını da yağcı yazılar yazsınlar diye yanında götürsün diye dördüncü  VİP protokol uçağını satın alacaktın” o zaman verginin adını “Başbakan’a dördüncü VİP uçağını alma vergisi” koyacaktın derler.
Devlet adamı sözünde durur.
Maliye Bakanı sözünde durmamış.
Adına “deprem vergisi” denilmiş.
Geçici olarak konmuş.
Deprem için toplanmış.
Sonra kalıcı hale getirilmiş.
Deprem için harcanmamış yani deprem vergileri “deve yapılmış”  Sayın Bakan da bunu başarıymış gibi anlatıyor. Deprem vergilerini, sağlığa, eğitime, duble yola, başbakana uçak almaya harcadıysan peki o zaman halktan topladığın diğer vergiler nereye gitti?

Xxx


12 yıldır toplanıyor.
Halkı “deve yerine koyan” bakanın zorlana zorlana yaptığı açıklamaya göre, bir yılda eğitime, sağlığa, duble yola, hava yola aktarılan 44 milyar lira oluyormuş. “12 yılda deprem vergisi adı altında ne kadar toplandığını” ise sayın bakan “toplam miktara bakmam lazım” cevabını yapıştırıyor. İşte bu cevap; o “vergilerin deve yapıldığının” resmidir.
Resim açık ve nettir.
O vergiler deve olacaktır.

(uyan borusu)

O vergiler
deve olmaya
devam edecek!



Şükrü Kızılot’un köşesinde yazdığına göre Başbakan, 12 Haziran seçimlerinde Meclis’e giren yeni milletvekilleri için “ballı emeklilik” talimatı verdi. Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı’na “gerekli düzenlemeyi yapın” denildi. Buna göre, milletvekilleri gerekli şartları taşımaları ve 2 yıllık milletvekilliği yaptıktan sonra, milletvekili emeklisi de olacaklar. Hem 11 bin TL milletvekili maaşı ve hem de 4 bin TL milletvekili emeklisi maaşını aynı anda alacaklar. Deprem vergisinin “deve yapılması” süreci böylece kesintisiz işleyecek. Ayrıca Ankara’dan gelen yeni habere göre, TBMM Teşikalat Yasası’nı değiştiren teklife yapılan eklemelerle milletvekili danışmanın maaşı 4 bin 500 TL’ye çıkıyor. Meclis lokantasında ise Etli türlü fırın yine 1 TL ve cacık yine 50 kuruş.

Necati Doğru/SÖZCÜ

Biliyorsunuz; yılda iki kez saatler değiştiriliyor. Ekim sonunda bir saat geri çekiliyor ki, gün ışığından daha fazla yararlanalım.
Lakin; doğal durum bunun tam tersi...
Lütfen bir hesap yapın:
İki gündür; 1 saat daha geç uyanıyoruz.
Yani cumartesi günü 08.00 olan saat, pazartesi günü 07.00'yi gösteriyor.
Biz de daha erken diye kalkmıyoruz. Böylece; çoktan doğmuş olan güneşin altında 1 saat daha fazla yatıyoruz.
Öte yandan güneşin doğuşu-batışı değişmediği için de akşam 18.00'de değil 17.00'de inmiş oluyor.
Sabahı yatarak geçirdiğimiz için akşam karanlığında çalışmak durumunda kalıyoruz.
Nereden bakarsanız bakın bu saati geri almak tam bir saçmalık...
Gün ışığından daha az yararlanmak diye buna denilir işte.
Bu yüzden de Enerji Bakanı Taner Yıldız'ın tepkisine hak veriyorum.
-Yaz saati değiştirilmemeli... Belki de saatleri geriye almak yerine aksine bir saat daha ileriye alınmalı. Böylece insanların daha erken kalkmaları ve gün doğumundan faydalanmalarını sağlamak gerekir. Bu yolla da akşam üzeri çalışma yerlerinde ışıkların yakılması da önlenmiş olacaktır.
Bu önerimi Sayın Taner Yıldız'ın Bakanlar  Kurulu'nun gündemine getirmesini bekliyorum.
Her bayramda 9 gün tatil yap; sabahları geç saatlere kadar yat; akşam mesaiyi tamamlamak için de elektrik altında çalış...
Ne hovarda toplumuz Allah aşkına...

DEVLET VERSİN

Hovardalık denilince aklıma türkücü İzzet Yıldızhan ile Nihat Doğan'ın kaçamakları geldi.
Kimsenin özel hayatı beni ilgilendirmez, ilgilendirmemesine de...
Siz kadınlarla gönül eğlendirin; sonra da paralarını vermeyip olay çıkartın.
İyi ki şöyle dememişler:
-Biz şimdiye kadar hep ezildik; bu işin parasını da devlet versin!

KURBAN BAYRAMI DA YASAKLANACAK MI?
Hükümetimiz; Van depremini bahane ederek bu yılki Cumhuriyet Bayramı kutlamalarını iptal etti.
Lakin bu hafta sonu da Kurban Bayramı var.
Van'daki acı ve sıkıntı sürüyor.
O zaman haydin Kurban Bayramı'nı da yapmayalım; Van için çalışalım.
Biliyorum ki, bizim bu iktidar böyle bir teklifi duymak bile istemez.
Modern Türkiye'nin kurulduğu; bireylerin yolunun açıldığı Cumhuriyet Bayramı'na 'hayır', amma Kurban Bayramı'na sonuna kadar 'evet'...
Yeter ki, ümmet memnun olsun.
Nasıl olsa Türkiye'de artık vatandaşlar azınlıktadır...

NEREDE ŞU TÜRBANLILAR?
Van depremine en çok üzülenler; çağdaş Türkiye'nin çağdaş insanları oldular. Filistin ve Gazze için yeri göğü inletenler ortalıkta pek gözükmediler.
Çünkü; Vanlılara yardım için para ve malzeme toplarlarsa bunu başka amaç için kullanamayacaklarını anladılar.
IHH'ciler; Deniz Fenerciler; Kimse Yok mucular ve benzerleri istismar ortamı  bulamayacaklarını anlayınca kenara çekildiler.
İşte ümmetçilerle vatandaşlar arasındaki fark budur.
Umarım ki bu farkı Kürt kökenli yurttaşlarımız da anlamışlardır.
Din üzerinden o bölgenin nasıl sömürüldüğünü de...

KURBANINIZI MURDAR ETMEYİN
Hafta sonu başlayacak olan Kurban Bayramı'nda yine milyonlarca hayvan kurban edilecek.
Bence; Allah'a yürekten seslenerek kurbanın parasını bir eğitim kurumuna vermeniz daha hayırlıdır.
Kutsal Kur'an da en son hükmü şöyle vermiştir:
'Allah'a ulaşacak olan kurbanlarınızın eti ve kanı değil, sizin iyiliğinizdir'
Eğer yine de kurban kesecek iseniz sakın ola ki bu işi hayır kurumu gibi gözüken özel derneklere; vakıflara vermeyiniz.
Onlar sizin paranızı alırlar; şer işlerine harcarlar; böylece siz; hayır yapayım derken bilmeden günaha girersiniz.
Size önerim kurbanınızı Kızılay, Türk Hava Kurumu, Türk Eğitim Vakfı, Mehmetçik Vakfı gibi resmi kuruluşlara vermenizdir.
Ey inananlar; kurbanınızı heder etmeyin...

Rıza Zelyut/GÜNEŞ

Can Dündar, Uğur Dündar gibi Türkiye televizyon tarihinin en parlak isminin bile bir anda boşta kalmasında sonra, “Bir gün sıra hepimize gelecek. Durup seyretmeye devam edersek, alkış seslerinden zaten kendi sesimizi duyamaz olduk. Türkiye’de basın özgürlüğü varmış gibi bir ilüzyon yaratmaktansa dışarıda kalmak daha iyi. Bir süre taviz verilebiliyor belki, esneme noktanız var belki ama biz kırıldık. Esneyecek bir yer kalmadı. O noktada bırakmak çok daha iyi zaten. Dışarıda da yapılacak işler var, medyanın merkezinde olacağım diye direnmenin âlemi yok” dedi.
Söylenecek çok söz var tabii..

***

Türkiye’de egemen güçlerle eklemlenmiş medyanın içinde olmak, hem şöhret hem para getiriyordu. Ancak şimdi egemen güçler değişiyor. Yeni egemenlerin kurduğu yeni bir medya düzeni var.. Dolayısıyla yeni egemenlerin türküsünü söylemeye hevesli olanların sayısı o kadar çok ki bunların taleplerinin karşılanabilmesi için eski medyatörlerin artık tasfiye edilmesi gerekiyor. Aslında eskiden de düzen aynen böyleydi. Egemenlerin çizgisi dışına çıktığınız anda kendinizi işsiz buluyordunuz. Ama devlete hakim olan egemenlerle birlikte hareket ediyorsanız, bütün ekranlar, bütün mikrofonlar, bütün sütunlar sizindi..
Şimdi, maddi ve manevi ihtiyaçlarını karşılama sırası yeni egemenlerin medyatörlerindedir.. Üstelik, “Yeni Türkiye” sloganlarına ve “Yeni Anayasa” hazırlıklarına bakılırsa daha işin başındadırlar. Arkalarında süper gücün tam desteği de vardır. Zaten mevcut medya kuruluşlarının bir kısmı da süper gücün elindedir.
Yargıyı dönüştürdükleri gibi medyada da hiçbir kritik kurum ve makamda, eski egemenlerin adamlarını bırakmayacaklar. Kişisel başarısı ile sivrilenlere de “Cumhuriyetçi” iseler yeni düzende yer yok..

***

Geçmişte de basın özgürlüğü yoktu, şimdi de yok.. Geçmişte güç dengeleri vardı da aralarındaki çatışmadan dolayı basın özgürlüğü var zannediliyordu. Gazeteciler gerçeği aramak yerine, egemenlerin çıkarlarını korumak peşindeydi. Tabii ki nispeten gazetecilik yapmak da mümkündü ama bu riski göze alanlar, o zamanın egemenleri tarafından tasfiye ediliyordu. Karşı tarafa geçip eski egemenlerine saldırarak konforunu sürdürenler de oluyordu ama yeni egemenlerin artık bu tür döneklere ihtiyacı yok.. Yeteri kadar dönekleri var ellerinde ve onları da başlarından atmak istiyorlar.
Yine geçmişte de yargı bağımsızlığı, dolayısıyla adalet yoktu, şimdi de yok! Daha önce de mahkemeler baskı altındaydı şimdi de öyle.. Sadece baskı gerekçesi değişti..

***

Evet “bir süre taviz verilebiliyor” ama sonunda esneyecek yer kalmıyor. Ya, şapkanızı, paltonuzu vestiyere bırakır gibi kişiliğinizi geçmişte bırakıp yeni egemenlere boyun eğeceksiniz ya da başınızın çaresine bakacaksınız.. Öyle ya, 40 yıl hizmet ettiğiniz eski egemenler bile mevcudu korumak adına boyun eğmişken siz tek başınıza veya hep birlikte, sermaye olmadan ne yapabilirsiniz?
Kaldı ki devlet gücü kullanılarak, önce sermaye sahiplerine boyun eğdirildi de böyle oldu..
Belki karamsar bir tablo çizdim ama gerçek bu..
Şayet kendi çöplüğünüzde ötmeye çalışıyorsanız, o zaman da hakkınızda uyduruk gerekçelerle, uyduruk davalar açılıyor veya kendinizi uyduruk bir terör örgütü üyesi olarak hapiste buluyorsunuz..
Bu şartlar altında gazetecilik yapmak, doğru bildiğini yazmak biraz “enayilik” oluyor.

***

Hakimlik, savcılık veya avukatlık da aynen gazetecilik gibi.. Yargıtay hakimleri bir bir istifa ediyor! Savcıya “sanık lehine olan belgeyi niçin kullanmadın?” diyen avukata bile dava açılıyor!
“Dışarıda da yapılacak işler var” yaklaşımı, doğru değil. Çünkü siz kendi kişiliğinizle belgesel yapsanız, hangi kanalda yayınlatacaksınız? Veya kitap yazsanız, hangi gazetede kime duyuracaksınız? Yarın kitabınızı basacak yürekte yayıncı bile bulamayacaksınız.. İşi gücü bırakıp ticaret yapsanız yandaş olmayana orada da ekmek yok!
Evet, Türkiye tam bir diktatörlüğe ve beraberinde çöküşe sürükleniyor, farkında mısınız?
Fakat bu kadar baskıya can dayanmaz, etki tepki doğurur.. O tepkiler, yeni egemenleri de alaşağı edecektir!

 Arslan BULUT/YENİÇAĞ

Her seferinde ellerim titreyerek açıyorum zarfı. Önce “gönderen”in ismine bakıyorum, sonra ona dair yazılanları, çizilenleri kısa film gibi gözümde canlandırıyorum, sonra itiraf edeyim şöyle bir bakıp yazılanlara, okumayı erteliyorum;
Bazen bir, bazen iki, bazen üç gün!
Kolay iş değil, cesaret gerekiyor Hasdal’da, Silivri’de yaşanan Türkiye ile yüzleşmek. Soğukkanlılık gerekiyor. Yoksa al, bir adamın “aşk” mektubu say vatanına, hıçkıra hıçkıra oku; iş değil. Anlaman lazım, anlayacak kadar güçlü durman.
Hasdal’dan gelen son mektubu okumak için bekledim ben de. Günlerce çantamda dolaştırdıktan sonra; dün gecenin bir yarısı, bir otel odasında tek başımayken nihayet “vaktidir” dedim.

Sadece vefa yok
Yazan 13 aydır tutuklu bulunan Jandarma Kurmay Albay Mustafa Önsel bu kez, “Sizin de duruşmalarımıza tanıklık etmenizi, daha doğru ifade ile tarihe tanıklık etmenizi istirham ediyorum” diyor;
“Mahkemede inanın komedi trajedi her şey var. Sadece vefa yok!”
Mektubuyla birlikte 6 Ekim 2011 tarihli duruşmada yaptığı “suçlama”yı da yollamış Önsel. Evet evet yanlış okumadınız “savunma” değil de “suçlama” yapmış.
“Suçum yok ki, niye, neyin savunmasını yapacağım” diyor.
“Yok”  dediği “vefa”yı göstermesi gereken herkesin, hepimizin yüzüne tokat gibi çarpan ifadelerle dolu 10 sayfalık “suçlama”!

Ağacın kurdu içinde
“Var da diyemem yok da diyemem” diyen, silah arkadaşları “rehin”ken zırhlı araca binen “komutanları”nı suçluyor  önce.
“Ağacın kurdu içinde olur” diyor ve “TSK üniformasını giyip, bazı değerler üzerine silahın ve bayrağın şahitliğinde yemin etmiş, silah arkadaşı görünümlü alçaklar”ı suçluyor;
Gelecekleri uğruna geçmişlerini sattıkları için!
Ve tam bu noktada veda ediyor üniformasına.
Bir askerin yıllarca onurla taşıdığı, devletin, bağımsızlığın, tarih boyunca bu vatan uğruna canını vermekten çekinmemiş binlerce, yüz binlerce şehidin, kazanılmış nice zaferin simgesi olan üniformasını çıkarıp da “Dünya durdukça sen var ol! Ben artık yokum!” dedirten duyguları, tıpkı Silivri’den dönüşte hissettiklerini aynı cümleyle özetleyen İsa Gök ve Özcan Yeniçeri’nin dediği gibi;
Yüreğimi kanatıyor; bir parçasını koparıp alıyor.

Allah’ın gazabı iftiracılara
“Eğitim adı altında ABD’li gizli servis elemanlarından destek alan, mankurtlaşmış emniyetçi çete”yi suçluyor Önsel.
“Balyoz planı ile ilgili belgelerin gazetelerde yayımlanması için ricacı olan”, tahliyeler üzerine “çetecilerin nöbetçi hakimleri” diye saldırıya geçen, “balyozu balyozcuların başına geçirdik, bu iş daha bitmedi devamı gelecek” diye kin ve intikam kokan açıklamalar yapan siyasetçileri suçluyor.
“Yalan rüzgarı” yazan sözüm ona gazeteleri, sözüm ona gazetecileri suçluyor hem de en ağır dille:
“Allah’ın gazabı, kim iftira atıyorsa onun üzerinizde olsun!”
Dreyfus davasını hatırlatıp, Emile Zola olmayı göze alamayan aydınları suçluyor!
Sahteliği yüzlerce kez ispatlanmış bir CD üzerinden tutuklu yargılanan biri olarak haliyle yargıyı suçluyor. Hukuku “diktatörlerin kılıfı, zalimlerin kırbacı”  yapanları suçluyor.
Türk halkı ile Türk ordusunun arasını açanları; 12 Eylül’lerin 28 Şubat’ların “mimarları”nı suçluyor.

Cesaret özgürlüktür
“Cambaza bak” dediklerini ileri sürüyor mektubunda:
 “Her geçen gün batağın içine çekilen ülkemde ben cezaevindeyim. Ülke ise giderek cezaevine dönüşüyor. Bu gidişle çıkınca da özgürlüğün bir kıymeti olmayacak. Hukuk giderek daha karanlık biçimde, dikta rejiminin kılıfı haline getiriliyor.
Hitler Almanya’sında “Önce karşı komşumu götürdüler Yahudi deyip sesimi çıkarmadım” diye başlayan, en sonunda kendi kapısına gelindiğinde “Benim için bağıracak kimse kalmamıştı” diyen papazın hikayesi ne kadar öğreticidir. Sıra bize gelmeden bu gidişe dur demeli mücadele edilmeli, onurlu bir direnç gösterilmeli diyorum. Cesaret cezaevinde bile insanı özgür kılar, ama korkaklık cezaevini devamlı insanın ruhunda yaşatır. Maalesef toplumumuz bir kesimiyle sindirilmiş, bir kısmıyla uyutulmuş durumdadır. Bu tepkisizlik ne kadar daha sürecek bilemiyorum. Şu anda yürütülen siyasi davalar; emperyalizmin güdümünde demokrasi kılıflı, dikta rejimine koşar adım gidilen bir dönemde, toplumu oyalama amaçlı “cambaza bak” projeleridir. Toplum bu davalarla oyalanırken enflasyonmuş, bütçe açığı imiş, borsanın yüzde 80’i yabancıların elinde imiş önemli değildir. Çocuk pornosu ve gazeteci tutuklamalarında dünyada birinci sırada çıkmışız, füze kalkanı kurulacakmış kime ne? Varsa yoksa Ergenekon, Balyoz vs. Bakınız bu davalar kocaman bir yalandan ibarettir. “Bin tavşandan bir at, bin yalandan bir doğru olmaz” olayın özeti budur.

ABD karşıtlarının tasfiyesiGeçtiğimiz günlerde 28 Şubat’ta en çok mağduriyeti yaşamış partinin yöneticilerinden Oğuzhan Asiltürk yaptığı açıklamada “Ergenekon Balyoz vs. davalar ordu içerisinde ama sol, ama milliyetçi, ama mukaddesatçı olsun özellikle Amerikan karşıtı subayların tasfiyesi için açılmıştır” demiştir. Bu yaklaşım hemen hemen olayın özetidir. Başka söz gerek yoktur. Bu davalarda yargılananların durumu Nedim Şener ve Ahmet Şık’tan farklı değildir. Sizi tenzih ediyor bu konudaki düşüncelerinizi biliyorum ama keşke bir kısım gazeteci arkadaşımız onlar içeri alınmadan diğer davalarda da kararlı bir duruş sergileyebilseydiler.”
Önsel “suçlama” metninin sonunda “siz hiç çatışma gördünüz mü” diye soruyor mahkeme heyetine; “siz hiç pusuya düştünüz mü?” Onları bilemem ama biz Türk Milleti’nin fertleri, “Yeni Anayasa” pususuna düştük düşüyoruz...

Selcan Taşçı/GÜNEŞ

Kemalın Askeri

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Javascript DisablePlease Enable Javascript To See All Widget