Gazeteci olarak, içinden, 36 yıldır izlediğim 1 Mayıs’ların gelişmelerini değerlendirirken kim bilir kaç kez, “1 Mayıs’ların kutlanma biçimleri, özgür, geniş, işçi sınıfı katılımlı, bayram ya da acı anılarla dolu olmaları, ülkelerin insan hakları, demokrasi, işçi sınıfı, sendikal haklarının aynasıdır” benzeri cümlelerin altını çizmişimdir. Erdoğan hükümetleri, AKP’nin 10 yıllık iktidarları sürecinde çok çalkantılı 1 Mayıs yıldönümlerinde, hiçbirine 2012 yılı kadar iktidarların gölgesi düşmemişti.
Erdoğan hükümetlerinin Taksim’i işçi sınıfına, 1 Mayıs’a açmama direnişlerinin ilk yıllarında, kuşkusuz özgür iradeleri yanında 12 Eylül’ün gölgesi de vardı. En azından daha önce sığınılmış “güvenlik kaygıları” resmi gerekçesi aynen kullanılmaktaydı. Aradan geçen yasaklı yıllar içinde Erdoğan iktidarlarının aldıkları polisiye güvenlik önlemleri, Taksim’in kelimenin tek anlamı ile polisçe kuşatılması, işgal edilmenin çok ötesinde, polis eliyle orantısız şiddet, güç kullanılması, Erdoğan iktidarlarının emekçilere, her türden toplumsal muhalefete bakış açılarının çok çarpıcı aynası olunca işin rengi değişti.
Resmen polis kışkırtması niteliğini kazanan sokak çatışmaları, sadece Taksim Meydanı’nın değil İstanbul’un her 1 Mayıs, polis şiddetinin çok ağır örnekleriyle işgal altında, savaş alanına dönüşmesi, siyasi manevra zorunluluğunu gündeme getirdi. Batı siyasi-sermaye ittifaklarına bu çağda Taksim’in, 1 Mayıs’ın yasaklanıyor olmasının kolay kolay açıklanamaması, yandaş siyasi gösterilerde aynı Taksim Meydanı’nın kullanılması yan baskılar olarak gündeme girmişti. Kanlı 1 Mayıs’ın baskısında Taksim’in simgesel, zorunlu 1 Mayıs alanı algılamasını kazandırması, DİSK ile birlikte meslek örgütlenmeleri, sol hareketlerin direnişleri iktidarın yıllar içinde götürüsü getirisinden çok fazla olan direnişinin kırılmasını gerektirdi.
***
“Ben yasaklar, ben açarım” imajına, geçmişle hesaplaşma kampanyaları ile siyasi prim yapma hesapları eklenince, işin rengi nerede ise bir günde değişti. Daha doğrusu, üç yıl öncekine kadar “Sınırsız polisiye güç kullanan, sendikal liderlere daha DİSK binası içinde, sivil halka hastahaneler önünde göz yaşartıcı bomba attıran, her tür şiddeti kullanan antidemokratik iktidar” imajını düzeltme zorunluluğu doğdu. Önceki yıl sendikal kortej, çok sayıda yabancı sendika, siyasi lider gözleminde, kararlı, inatla yasaklanmış 1 Mayıs meydanına girince, geçen yıl Erdoğan iktidarları Taksim Meydanı’nı resmen, izinli, işçi sınıfına açmak noktasına geldiler.
Doğrusu bu manevra ile siyasi prim de beklenmişti. En marjinallerinden AKP yönetim kadroları, milletvekilleri, bakanlar kimileri 1 Mayıs alanı, kimileri televizyon ekranlarında boy gösterdiler. Gelin görün ki iktidarları için öngörülen yandaş hava, destek verecek, alkışlamasa da muhalefet rengi olmayacak yüz binler vitrini düş kırıklığına dö-nüştü. Örgütlü işi sınıfı, sendikal hareketin diplerde olması, işçi, 1 Mayıs gündemli yüz binler buluşmasının doğal rengi, kimliği, kırmızı, sol muhalefet yapısını kıramadı. 1 Mayıs alanındaki 1 Mayıs etkinliği, tüm renkleri, kimliği ile Erdoğan iktidarlarının emekçi düşmanı ekonomik, sosyal, siyasal politikalarının eleştirilmesi ağırlıklı, sol muhalefet damgalıydı.
Erdoğan iktidarlarının vitrinde kullanmak adına yaratmaya çalıştıkları dindar-yandaş sendikal hareket, zaten niyet sendikacılık, sendikal haklar olmadığından, işin doğası gereği varlık gösteremiyordu. Tabela olarak yaşatmak için neler yapılırsa yapılsın 1 Mayıs alanında gölgeleri bile görülemiyordu. Sınıf kimliğinden kopuk büyük sendikalar için de kocaman tabelaların arkasında bir avuç işçi gerçeği, geçmiş yılların 1 Mayıs’larında olduğu üzere parmakla sayılacak kadar az kalıyordu. 1980 öncesinin sendikal kimlik ağırlıklı, örgütlü işçi katılımlarının yerini, 1980’ler sonrası sendikal ağırlık, kayıtlı ekonomide çalışabilen işçi temsili dibe vurmuştu. Etkinlikler nerede yapılırsa yapılsın, örgütsüz, kayıt dışı çalışan, sömürülen işçi sınıfının simgelendiği varoşlara girebilen dergiler, dernekler, marjinal sol örgütlenmeler pankartları arkasında yürüyenler, sendikalardan çok daha büyük kalabalıkları oluşturuyorlardı. En büyük sendikaların kocaman pankartlarını görevlilerinin taşıdığı acıklı görüntüler söz konusuydu.
Erdoğan iktidarları yandaşı, işyerlerinde yıllardır var olan toplusözleşme düzenini de kırma amaçlı, sarının sarısı sendikal hareketlerin, iktidarlarının izin vermesinden hemen bir yıl sonra, övünemeden Taksim Meydanı’ndan kaçmaları işte bundan. Türk-İş’e ne olduğuna gelince. 12 Eylül’e girerken 3 milyon sigortalı içinde 1.5 milyon sendikalı, örgütlü işçisi olan Türkiye’de koskoca Türk-İş’in bile gerçek, örgütlü üyesi birkaç yüz bini geçemiyor. Onların da varlığı, tabelanın ayakta kalması, iktidarlarının iki dudağının arasında. Taksim’de muhalefetin odağında olmak ödlerini koparıyordur.
Yorum Gönder