Mahremiyet, Masumiyet, Merhamet - Işıl Özgentürk

Bazı sözcüklerin yeni hallerini kullanmayı hiç sevmem. Örneğin ‘özel’ hiç bir zaman mahremin yerini tutmaz bende. Masumiyet ise özellikle çok sevdiğim bir sözcüktür, içinde iyilik zamanları barındıran bir sözcük, merhamet ise, insanoğlunun en temel içgüdülerinden birini ifade eden, en sevgili sözcüklerden biridir.
Bugünlerde hayata ve dünyaya baktığımda, bu güzelim üç sözcüğün, utanç içinde başlarını eğip, bir ağaç kovuğuna sığındıklarını görüyorum. Yüzleri çok acılı, çünkü öyle çok ihanet, öyle çok acımasızlık, öyle çok ifşa edilen sır görmüşler ki, ellerinden kendilerini gizlemekten başka bir şey gelmiyor. Orada, o ağaç kovuğunda, anılarıyla baş başa yaşıyorlar. Mahrem o eski günlerindeki insanlar arasındaki sır dolu bakışları, hayal gücünün baştan çıkarıcı, kişiye özel görüntülerini, özenle katlanıp saklanan mektupları, kokusu yüz yıl süren kurutulmuş bir demet yaseminin, ipek bir mendilin içinde saklanan bir tutam saçın, geceleri, sonsuz bir sessizlikte alçak bir sesle sadece aya anlatılan hikâyelerini özlüyor.
Masumiyetin belleği hiç durmadan bir görüntüden öbürüne sıçrıyor, o masum günler artık hiç gelmeyecek gibi, kaybolmuş gibi. O genç adam düşünüyor ve her seferinde aynı görüntü düşüyor aklına. Adam bir ranzada oturuyor. Elinde bir tırnak törpüsü var, bununla küçük bir ağaç parçasını yontmaya çalışıyor. Yaptığı işe kendisini öylesine vermiş ki zaman akıp gidiyor, yaşadığı mahpushanenin bütün kapıları açılıyor ve o özgür bir kuş misali, gidip henüz dört yaşındaki oğlunun yanı başında ona en sevdiği masalları anlatıyor. Genç adam ağaç parçasına yontmaya devam ediyor, ağaç parçası muzip bakışlı bir kediye dönüşüyor, bu hafta görüşe gelen oğluna bu kez bir kedi armağan edecek. Aslan, maymun, fil, daha yatılacak ne kadar çok zaman ve yontulacak hayvan figürü var. Ne kadar çok.


Yıllar geçmiş, genç adamın yüzündeki çizgiler derinleşmiş, elinde bavulu, ürkek, mahpushanenin kapısından çıkıyor. Geride yüzlerce anı, yüzlerce ses, yüzlerce yüz bırakmış, ilk işi evinin sıcaklığına dönmek. Ama evin sıcaklığı yok artık, yıllar geçmiş her şey değişmiş, her şey ona yabancı olmuş. Oğlu bilgisayarın önüne oturmuş sürekli savaş oyunları oynuyor. O durmadan yaptığı hayvan figürlerini arıyor. Evin altını üstüne getiriyor, her kuytuyu, her köşeyi arıyor, yok.
Oğluna soruyor, yanıt bir tek sözcük ‘bilmiyorum’ sonunda karısı ‘onları attık ’diyor.’Bir işe yaradıkları yoktu, evde boşuna yer işgal ediyorlardı ’Genç adam sözcükleri kavramak ister gibi öylece bir an duruyor ve sessizce evin kapısını açıp kendini sokaklara atıyor. Herkesin birbirine yabancı yaşadığı sokaklarda kaybolmak istiyor. Ve hiç durmadan aklına, ölüm geliyor.
Merhamet, ağaç kovuğunda belleğini toparlamaya çalışıyor. Olmuyor, belleği tek bir görüntüde kalmış. Bir Amerikan askerinin karşısında, onu öldürmemesi için yalvaran altı yaşındaki kara kuru bir oğlan çocuğunda. Çocuk kendi dilinde sürekli yalvarıyor.’Ne olur beni vurma, ne olur beni vurma.’
Amerikalı asker silahını çocuğa doğrultmuş, oda sürekli kendi dilinde konuşuyor.’Okey, Okey, Okey! ‘
Ve asker birden elindeki silahın tetiğini çekiyor. Yalvaran oğlan çocuğu artık yaşamıyor, büyük bir kan gölünün ortasında böylece yatıyor.
Ben şimdilerde modası geçmiş, eski üç sözcüğü çok severim. Mahremiyet, masumiyet, merhamet.

Yorum Gönder

[blogger][facebook][disqus]

Kemalın Askeri

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Javascript DisablePlease Enable Javascript To See All Widget