HURAFELER İSLAM TOPLUMUNU GERİ BIRAKIYOR -CEVAT KULAKSIZ

Hurafeler, mantıksal temeli ve gerçek hayatla ilgisi bulunmayan yanlış inanç ve uygulamalardır.

'Türkler İslam oldukları halde, bozulmaya, yoksulluğa, gerilemeye maruz kaldılar; geçmişin batıl alışkanlık ve inançlarıyla İslamiyet'i karıştırdıkları ve bu suretle gerçek İslamiyet'ten uzaklaştıkları için, kendilerini düşmanlarının esiri yaptılar. Gerçek İslam'ın çok yüce, çok kıymetli gerçeklerini, olduğu gibi almamakta inatçı bulundular. İşte gerilememizin belli başlı sebeplerini bu nokta teşkil ediyor.' Atatürk [i]

“Bizi yanlış yola sevk eden soysuzlar bilirsiniz ki, çok kere din perdesine bürünmüşler, saf ve temiz halkımızı hep din kuralları sözleriyle aldata gelmişlerdir. Tarihimizi okuyunuz, dinleyiniz... Görürsünüz ki milleti mahveden, esir eden, harabeden fenalıklar hep din örtüsü altındaki küfür ve kötülükten gelmiştir”. 1923 Atatürk

“Baylar ve ey millet, iyi biliniz ki, Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, müritler, meczublar memleketi olamaz En doğru ve en hakikî tarikat, medeniyet tarikatıdır”.[ii]


Hurafeler, mantıksal temeli ve gerçek hayatla ilgisi bulunmayan yanlış inanç ve uygulamalardır.


Bilgisizlikten kaynaklanan hurafeler toplumu geri bırakan etkenlerden birisidir.

Dinde aslında bulunmayan, birtakım yollarla sonradan dine sokulan ve dinî inançmış gibi telakki edilen söz, fiil ve davranışların tümü hurafe kapsamına girmektedir. Hurafeli inançları en çok cahil köy imamları, imanla bağdaştırıp, muska yazarak teşvik ederek, hurafelerin artmasına, yaygınlaşmasına neden olmaktalar. Hurafeleri eleştirenleri de bu tür çıkarcı imamlar ve kişiler “imansız ve dinsizlikle” suçlamaktalar. İki arada bir derede kalan, ölüsünü yıkayan, namazını kıldıran, imama her halükarda inanmak zorunda olan halk arasında hurafeler gittikçe yaygınlaşmakta olduğu tabiidir.

Dinler tarihi incelendiğizaman, her dinde insanların yaşamlarını etkileyen pek çok hurafeye rastlarız. Ama en çok da, İslam ülkelerinde yoğunlaşan hurafe, insan yaşamını kötü etkilemekte, insanların ümitlerini boşa çıkararak, toplumların geri kalmasına neden olmaktadır. Hurafelerin okumuş aydın görülen bazı insanların arasında bile bulunduğu, inanılan hurafelerin sanki dinin bir kuralı imiş gibi savunulduğu görülmekte. Hurafeler o kadar yaygın ve etkin ki bazıları, bu hurafeleri adeta dinî bir hüküm zannetmekte, hatta birçok insan bunu din adına samimi bir şekilde savunmakta ve bu davranışını “hakiki dindarlık”, bunlara karşı çıkmayı ise “dinden uzaklaşma”, “itaatsizlik” ve “inançsızlık” olarak kabul etmektedirler.

İnsan, yaratılış itibariyle inanmaya ve telkine müsait bir varlıktır. Başına bir dert, bir bela geldi mi, deva ve şifa umuduyla her çareye başvurmakta, her duyduğunu yapmaya kalkışmaktadır.

İşte insanın bu zaafını iyi bilen bazı kimseler, (üfürükçüler, muskacılar, cinciler, falcılar) bundan istifade etmesini bilmektedirler. İnsanın duygu, düşünce ve inancını istismar ederek onu, yanlış yollara sevk etmekte ve menfaat sağlamakta, hatta çevresinde manevî otorite kurabilmektedirler.

Türkiye'nin de aralarında bulunduğu birçok ülkedeki insanların 13 sayısı, merdiven altından geçmek, baykuşun ötmesi, iki bayram arası düğün yapmak ve köpek uluması gibi olayların hurafeden ibaret olduğu belirtildi. Günlük yaşantımızda sık rastladığımız nice hurafeler vardır. Sanki gerçekmiş gibi, birçoklarımız da, hurafeleri doğal karşılarız.

Anadolu’da, İslam ülkelerinde, hastaların tedavi masraflarının fazla görülmesi, yol uzaklığı nedeni ile insan tedavisinde birtakım hurafelerin kullanıldığı görülür.



13 SAYISININ UĞURSUZLUĞU

Dünyada 13 sayısının uğursuz olduğu inancı çok yaygın. Bazı ülkelerde evlerin kapılarına 13 numarası verilmiyor. Bu inanç bir fobi, yani bir çeşit korku hastalığı olarak da kabul ediliyor.

Hz. İsa'nın çarmıha gerilmesinden önceki son yemeğinde toplam 13 kişi bulunuyordu; İsa ve 12 Havari. Sonraları 13 sayısını çağrıştıran bu sayının geçtiği her şey lanetli, kötü, korkunç olarak nitelendirilmeye başlandı. İbranilere göre 13 sayısının uğursuz olmasının nedeni İbrani alfabesinin 13'üncü harfinin ''mavet'' (ölüm) sözcüğünün ilk harfi olan ''m'' olmasıydı. Hammurabi kanunları listesinde ise 13 sayısı atlanmıştı. Kimi ülkelerdeki birçok otel müşterisi 13 numaralı odada kalmayı reddeder; bu nedenle kimi otellerde oda numaraları 12, 12A, 14 olarak devam eder.

Kimi toplumlarda ise 13 sayısının uğuruna inanılıyor. Örneğin Meksika'da, Keltik ve Germen toplumlarında bu sayı genelin tam tersine önemli, kutsal ve şans getiren bir sayı olarak görülüyor. İslam dünyasında da genel inanışın aksine 13 rakamına ayrı bir değer veriliyor. Müslümanlar için önem taşıyan bazı önemli tarihlere ait rakamların toplamının 13 çıkması bunun nedeni olarak gösteriliyor. Örneğin Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed'in doğduğu yıl olan 571 tarihide bu örnekler arasında yer alıyor.

Yolda kara kedi görülmesi ve merdiven altından geçilmesi de uğursuzluk olarak görülüyor; “aramıza kara kedi girdi” denilerek kara kedinin uğursuzluğu atasözü haline dönüştürülür. Eski Mısır'da herhangi bir üçgenin içinden geçmek, inanca göre Tanrı'nın kutsal alanını işgal etmek anlamı taşıyordu. Bu sebeple insan cezalandırılabilirdi. Duvara dayanan merdivenin de bir üçgen oluşturması ve altından birisinin geçmesi de Tanrı'nın kutsal alanını işgal etmek anlamına geleceği için tehlikeli sanılıyordu. Bu düşünce giderek yaygınlaştı.[iii]

ÇALIYA ÇAPUT-BEZ BAĞLAMAK

Orta Asya’dan atalarımızın dini olan Şamanizm’den kalan çalıya çaput-bez bağlamak âdetimiz yakın zamana kadar yaşıyordu. Halen yurdun bazı yerlerinde görülen çalıya çaput-bez bağlamak âdeti devam etmekte olduğunu medya organlarından öğreniyoruz.

Küçüklüğümde 1940 lı 1950 li yıllarda köyümle 10 km lik mesafede Kaman arasında Müderris köyü yakınlarında ve hemen yol kenarında bir “dede çalısı” vardı. O zaman köylüler eşeklerle pazara gidip gelirlerdi. O “dede Çalısı’nın yanına varınca köylüler eşeklerinden inip çalıya bir bez bağlarlar, adak adarlar dua ederlerdi. Bunun için evden çıkarken, Dede çalısını düşünerek özenle bir çaput-bez cebe konulup hazırlık yapılırdı. Dede Çalısı’nın yanından geçerken herkes dua mırıldanırdı. 1970 yıllarında Karayolları Kurumu yol yaparken dozerler, iş makineleri Dede Çalısı’nı kaldırıverdi; halktan bazılarından da “Dede Çalısı’na yazık oldu, günah yav” diye mırıldananla olmuştu.

Bu yazıyı yazmama neden olan olay, giden günlerde gazetelere de yansıyan İran Cumhurbaşkanı Ahmedinejad’ın, Ürdün Kralı ll. Abdullah’ın mavi gözlü farklı fizik ve davranışları nedeni ile “Mehdi” olup olmadığının şüpheye kapılıp araştırma yapma istemelerinden kaynaklanmaktadır.

Alman Der Spiegel dergisine göre bu iddiayı ortaya atan Ahmedinejad’ın arasının açık olduğu dini lider Ayetullah Hamaney’in kısa süre öncesine kadar temsilciliğini yapan Mojtaba Zolnur. Şii inanışına göre 12’nci Kayıp İmam Mehdi’nin dünyaya geri dönmesinden hemen önce Ürdün’de adı Abdullah, gözleri mavi ve sırtında beni olan bir hükümdar ortaya çıkar.

Ahmedinejad ekibi de son anda önlenen bu komployla Ürdün Kralı’nın söz konusu mehdi hükümdar olup olmadığını öğrenmek istemiş. Düşünebiliyor musunuz, çağdaş dünyada Müslüman bir ülkenin lideri, cahilce bir hurafe kafasının ürünü olarak başka bir ülkenin liderinin mehdi olup olmadığını Araştırıyor…

Mehdi Kimdir

Mehdi-el Muntazar, Şii mezhebinin esaslarından biridir. Şiiler hem Hz İsa’yı Mesih olarak kabul ederler hem de Mehdi’nin geleceğine, onunla işbirliği yaparak, dünyayı adaletle dolduracağına inanırlar. Şiiler, 869’da doğan ve 874’te 5 yaşlarındayken Abbasi halifesinin öldürme teşebbüsünden kurtulan, hayatta olan ve kayıplık devrini yaşayan Mehdi’ye inanırlar. Hz. Muhammed’in soyundan geldiğine inanılan 12’nci imamın ne zaman zuhur edeceği ise bilinmiyor.

Mehdi inancı, Mahmud Ahmedinejad’ın siyasetinde önemli yer tutuyor. BM’de Genel Kurulu’nda yaptığı konuşmada bile Mehdi’ye dua etti, kendisine yakın kişiler kıyamet alametleriyle ilgili bir film hazırladı. Filmde Ahmedinejad ve Hamaney, İmam Mehdi ile ‘kötü adam’ olan Ürdün Kralı ile baş ediyor. Paris’te sürgünde olan İranlı ilahiyatçı Muhammed Cavid Akbarein, İran Cumhurbaşkanı’nın Mehdi’yi bir kurtarıcı olarak gördüğünü belirterek, “bazı kişiler, Ahmedinejad yönetiminin Batı ile gerilimli siyasetini gündeme getirdiğinde, 12’nci İmam’ın tüm bu sorunları çözeceğini söyleyerek yanıt veriyor. Bu tür inanışları olan bir kişinin pragmatik (faydacı) olamaz” diyor.[iv]

Böylesine bir bağnazlık olur mu? Bir toplum ne kadar İran gibi dinsel baskı ile yoğrulduğu zaman, o denli çağdışı olaylara ve hurafeye saplanıyor, hurafeler yaratılıyor.

Aşırı dinsel baskı ve telkinle yetiştirilen toplumda kafalar hurafe ile doldurulurken, insanlar gözlerini kırpmadan canlı bomba olmaya bile şartlandırılmakta olduğunu yaşadığımız İslami kökenli canlı bomba olaylardan öğreniyoruz.

Bizim padişahlardan İran Cumhurbaşkanı’na kadar, bütün İslam ülkelerini de kapsayan hurafe olaylarına baktığımız zaman, ister istemez insanın aklına, İslam ülkelerinin geri kalmasına hurafeler neden oluyor, hükmü geliyor. Köylerimizden şehirlerimize kadar; Süleyman Peygamberden, Hazreti Ali’nin savaşlarına; tüm savaşlarda anlatılan olağanüstü olaylara baktığımız zaman, toplumu geri bırakan, adeta manyaklaştıran binlerce hurafeye rastlarız.

Ekonomik sıkıntılardan ümidi kırılan, ümidi kesilen yoksul insanlar, boş hurafelere sarılıyor, sonunda daha da mutsuzlaşıyor. Halkın bu hurafe ümidini, ne yazık ki camilerde bazı cahil imamların yine dinsel kökenli anlattıkları öyküler kamçılamaktadır. Bu hurafeler de eleştiri konusu olduğu zaman, “vatandaşın inancıdır, herkesin inancına, ibadetine karşı saygılı olmak lazımdır” şeklinde bir çıkışla karşılaşılmaktadır. Böylece toplum hurafe ile din kavramı arasında sıkışıp kalmakta.

Giden yıl Başkent Ankara’da bir lise müdürünün, okulunun uğursuzluğunun giderilmesi için, okuluna kurşun döktüren okul müdürünün olayını duymuşsunuzdur. Kurşun döktürmek tamamen hurafedir. Bunun gibi en mütevazi aileden, ülkenin en üst kademelerine, sanatçılarına kadar pek çok insanın kurşun döktürdüğü malumdür.



HURAFELER ALİ BARDAKOĞLU’NU YEDİ! AKP HURAFECİMİ İDİ?

Ahmet Necdet Sezer zamanında atanan Eski Diyanet İşleri Başkanı Ali Bardakoğlu, görevine az bir zaman kala ayrılmak zorunda kalmıştı. Atatürkçü ve laikliği benimsemiş, hurafelere karşı çıkmış, hurafelerle savaşılması gerektiğini söylemiş, aydın bir diyanetçi idi. İşte bu doğrultuda Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk bakınız bu konuda neler dokunduruyor:

Birileri Rahatsız Oldu

Yaşar Nuri Öztürk, Ali Bardakoğlu’nun düzgün bir başkan olduğunu belirterek, Çağdaş, cumhuriyetçi ve Atatürkçüler dikkate alınmıyor. Atatürk Türkiye’si kan kaybediyor dedi. Öztürk, hurafelere karşı çıkışlarının birilerini rahatsız ettiğini söylediği Prof. Dr. Bardakoğlu için şöyle konuştu:

İlim Adamı Ve Fakihtir

Önemli bir ilim adamı ve fakih olan Bardakoğlu’nun bir yerleri rahatsız ettiğini uzun süredir gözlüyordum.

Atatürk Dönemini Övdü

Ali Bey, “Diyanet İşleri’nin en ciddi dönemi Atatürk dönemidir” demişti. Bu rahatsızlık yaratmış olabilir.

Kim Uyduruyor Bunları?

‘Kadın elini tutmak haram’ denir. Ali Bey de böyle olmadığını beyan etmiş. Kim uyduruyor bu hurafeleri?

Tahammül edemediler Batı’ya teslimiyetçi zihniyet Ali Bey gibi bir bilim insanına tahammül edemiyorsa bu normaldir.

Türkiye Kan Kaybediyor:

Yaşar Nuri Öztürk, görevden alınan Ali Bardakoğlu’nun “düzgün bir başkan” olduğunu belirterek, “Çağdaş, cumhuriyetçi ve Atatürkçüler dikkate alınmıyor. Atatürk Türkiye’si de kan kaybediyor” dedi.

“Ali Bey son yıllarda gördüğüm en çaplı, en düzgün başkanlardan biriydi” diye konuşan Öztürk, “Bir yerleri rahatsız ettiğini uzun zamandır gözlüyordum. Kendisi çok beyefendi bir insandır. Önemli bir ilim adamıdır, bir fakihtir. Beyanlarını dikkate almamız gerekir” dedi.

Ayrıca yine söylenenlere göre Kadınların elini tutmak, kadınlarla tokalaşmak haramdır denir. Ali Bey’de hanımefendilerin elini sıkmak ile ilgili böyle bir şeyin olmadığını beyan etmiş. Bu da rahatsızlık yaratmış olabilir. Dine böyle hurafeleri kim sokuyor? Anlatıyorsunuz, rahatsız oluyorlar. Anlatıyorum, benden de rahatsız oluyorlar” şeklinde konuştu.

Doğruları yazınca birilerinin rahatsız olduğunu ifade eden Öztürk, sözlerini şöyle tamamladı: “Ben doğruları söyleyince sadece dincilik yapmak isteyenler değil, çağdaş, cumhuriyetçi ve Atatürkçü olduğunu belirtenler de dikkate almıyor. Atatürk Türkiye’si de kan kaybediyor, hala dinimiz adına gerçekler saptırılmaya devam ediyor. Yaşadığım dönemden önceki başkanlarını bilemem. Ancak bildiğim, son yıllarda gördüğüm en çaplı, en düzgün Diyanet İşleri başkanlarından bir tanesi Ali Bey’di.”[v]

Aşağıda tarihimizden çok ilginç hurafe olaylarına yer veriyoruz.

OSMANLIDA HURAFECİ PADİŞAHLAR DA VARDI.

Ulemanın “yeryüzünde Allah’ın gölgesi” dedikleri Osmanlı padişahlarından günümüze kadar hurafelere inanmış insanlar yanında, bizde nice binlerce hurafeler vardır. Saymakla bitiremeyeceğimiz nice hurafelerden bazı ilginçlerine değineceğiz.

Osmanlı Devletinin özellikle Gerileme Devri padişahlarının tarihi, gülünç, utanç verici ve onur kırıcı müneccim öyküleri ile doludur.

Avrupada matbaa bulunalı 270 yıl olmuş, ülke ülke, şehir şehir matbaa kuruluyor, birbirinden değerli bilim kitapları basılıyordu. Matbaa sayesinde bilim hızla yayılıyor, keşifler, bilimsel buluşlar Avrupa’da artan oranda yayılıyorken, Osmanlı bilime ilgisiz kaldığından, her alanda gittikçe geriliyordu. Ülkesine matbaayı getiren, Lale Devrinin Padişahı III. Ahmet (1703–1730) zamanında, çok ilginç ve üzüntü verici, bilim adına onur kırıcı bir müneccim olayı yaşanır. O devirde padişahlar, devletin ileri gelenleri, önemli konularda karar vermeden önce, büyücülere, falcılara, müneccimlere danışıp öyle karar verirlerdi. Kimisi de istiareye yatar, yani yatağa girerken birtakım tuhaf törenvari işler yapıp, gece rüyasında gördüğü duruma göre karar verirdi. (Şimdilerde Başbakan RTE nin “bir de ulemaya danışalım” dediği gibi).
Eşref saati belirlemeden yatağına bile girmeyen Padişah III. Ahmet, o sırada Avrupa’da ünlenen Prusya Kralı II. Frederik’e elçi salarak, kendisine keskin bilici üç müneccim gönderilmesini ister. (Padişah, demek ki Avrupa’nın keskin müneccimler sayesinde ileri gittiğini sanıyordu).

Prusya Kralı, bu çağ dışı müneccim isteme durumu karşısında şaşar kalır, koskoca Osmanlının bu duruma düşmesine hayret eder. Kral II. Frederik, Padişah III. Ahmet’in gönderdiği elçi Ahmet Resim Efehdi’ye, şu ibret verici sözleri söyleyip gönderir: “-Benim zaten üç müneccimim var. Birincisi, tarihten ders almak; ikincisi, dolu bir hazine; üçüncüsü de, iyi yetişmiş, iyi donatılmış bir ordu. Bunlar da benim şahsımın değil, halkın malı. Başkalarına vermeye yetkili değilim. Var padişahına selâm eyle!”…Osmanlının yoktan bilicisi ne yapmış, padişah nasıl karşılamış bilmiyoruz.

Şu acı bir gerçek ki, birtakım cahil din adamları sayesinde dinsel kökenli binlerce hurafeler, halkımızın bağrına çöreklenmiş, toplumun bilimden uzaklaşmasına ve böylece devletin geri kalmasına neden olmuştu. III. Ahmet’den 800–900 yıl önce, İbni Sinalar, Biruniler, Ömer Hayyamlar zamanında, toplum çok daha çağdaş ve ileri görüşlü olmalı idi ki, çağın seçkin bilim adamları çıkabilmişti. O devirde, din taassubunun devlet ve milleti daha iyice sarmadığı, dinsel bağnazlığın daha iyice yayılmadığı 800–900. yüzyıllarda çıkan bilim adamlarını aşan, İbni Sina gibi çağının en seçkin tıp bilim adamı kadar ve onu geçebilen bir Türk bilim adamını Türk dünyası çıkaramadı. Eğer halkımız, hurafeye değil de 800-900. yüzyıllardaki kadar bilime emek verseydi, ülkemiz daha ileride olurdu. Ne yazık ki, Osmanlının Gerileme Devrinden sonra Türk ve İslam Dünyası bilimden uzaklaşırken, alabildiğine hurafeye sarılmaya başlamıştır. Cehaletle hurafe içiçedir; din de (daha doğrusu cahil din adamı da) onun koruyucusudur.

Bu bağlamda, Diyanet İşleri Başkanlığımız, halkımızı geri bırakan hurafelerle savaşacağı yerde, bazı yatırımcı bakanlık ve dairelerden daha fazla bütçeye sahip olmasına karşın, hac turizm organizasyonu yapıp para kazanmakla meşgul.
2002 den beri Başbakanımız olan, Hurafeye karşı duran, laikliği savunan Diyanet İşleri Başkanı Ali Bardakoğlu’nu tasfiye eden RTE bile, M.Kemal Atatürk’ün laik T.C. ni iyi özümsememiş olmalı ki, Danıştay’ın türbanı ret kararına karşı uluslararsı hukuk, çağdaş düşünce yerine, tıpkı bir hurafeci padişah gibi “bir de ulemaya danışalım” diyebiliyordu). [vi]


PEYGAMBERİN NALINI İSTANBUL’A NASIL GETİRİLDİ

Zamanımızdan 150–160 yıl kadar önce, İstanbul’da Peygamberin nalını olduğu iddia edilen ilginç bir nalın hurafesi yaşanır.

İstanbul’da Topkapı Sarayının Kutsal Emanetler bölümünde Hz. Muhammed’in nalınının bir teki bulunmaktaydı. Nalının ikinci tekinin Canik Dağlarında olduğu söylentisi yayılır. Bu nalını dağdan Samsun’a getirmek için İstanbul’dan devletin ileri gelenlerince yağız bir katır gönderildi. Nalın Canık Dağlarından katıra yüklenip yola çıkarılınca, valinin emriyle sivil, asker ve askeri memurlar, bütün tarikat şeyhleri, askeri öğrenciler, halk, nalını karşılamak için Canik yolunun iki tarafına dizildiler. Dini tören başladı. Bir ağızdan Salât- ı ümmiye müftünün işaretiyle okundu tekbirler getirildi. Padişah hazretleri nalını Samsun’dan İstanbul’a getirmesi için şeyhülislâm başkanlığında bir saray heyeti teşkil etti. Cuma namazından sonra “Şıar-ı Nusret” vapuru denize açıldı. Samsun Valisi nalını dua, törenle vapura teslim etti. Kutsal emanet Topkapı Sarayı’ndaki özel yerine kondu.

Asıl sorun ve ilginç olaylar nalının gelmesinden sonra başladı. Nalın olayı etrafında inanılmaz mucizelerin yaşandığı söylentileri yayıldı. Osmanlı İmparatorluğu her gün yeni mucizelerin (aslında boş inançların) şahidi oluyordu. Kimine göre, nalını getiren katırın peşine takılan koyunlar dereyi geçince koç olmuşlardı. Koça el süren kötürüm bir kadın hemen ayaklanıp raks etmeye başlamıştı. Nalının örtüsüne yüz süren kör çocuğun gözleri açılmıştı. Koyunlar dağa yönelince nehir de dağa doğru akmaya başlamıştır.

İki nalın bir araya gelmekle Şeyhülislâm, Osmanlı Devlet’inin hem karada, hem denizde dünyanın en güçlü ülkesi olduğunu ilân etti. Ayrıca cihan savaşı açılırsa bütün Avrupa’nın fethedileceğini anlattı. Halk bu hurafe kaynaklı masala inanır oldu ve Abdülaziz’in dünyaya savaş açması gerektiğini fısıldamaya başladı. Neyse ki sağduyu hâkim oldu, savaşın eşiğinden dönüldü.

(Avrupa bilim teknik, buluşlar, sanayi devrimini yaşarken Osmanlı nelerle uğraşıyormuş.) [vii]



SEBZE TARIMINDAKİ HÜRAFELER

Orta Çağda (X.yüzyılda) ürünü korumaya, verimi artırmaya ve bahçe, tarlaları kötü rüzgârlara karşı türlü korumak için tılsımlar yapılırdı. Örneğin, zararlı böcekleri tarladan uzaklaştırmak için yeni bir testiyi beş parçaya bölerler ve her birinin üzerine bir aslanın boğazına sarılmış bir adam resmi yaparlardı. Bu resimli testi parçaları bahçenin orta ve köşelerine konurdu. O zaman, sözde bütün böcek ve haşereler hastalanıp ölürlerdi. Tarlayı karamat otu sarmışsa, genç bir bakirenin çırılçıplak saçları dağınık bir halde ve çıplak ayakla kolunda bir beyaz horoz taşıyarak, bu kötü otun bittiği yerde dolaşması, karamat otunun hemen aynı günde solup kuruması, inanca göre yeterdi. Sebzeler daha lezzetli ve tatlı olsun diye, tohumları ballı bir suya batırılırdı. Bahçıvanlar, soğanı dikerken daha tatlı olsun diye hurma yerlerdi. Soğan ekilirken, eken kişi “osurursa soğan çok acı olur” derlerdi. (Bu hurafe günümüzde de Orta Anadolu köylüsünde görülür.)Hoş kokulu hıyar elde etmek için, tohumlar bir gün önceden gül suyuna batırılırdı; bunun tersine ekşimtırak hıyar elde etmek için, tohumlar sirkeye batırılırdı... Kabakların ve kavunların çabuk büyüyüp meyve sebze lvermeleri için, her dal ucunun dört beş parmak yakınına su ile dolu bir çanak konurdu. Dal o tarafa uzadıkça, su kabı biraz daha uzağa konurdu; su kabının daima dolu olmasına dikkat edilirdi, çünkü su olmazsa dal başka yöne yönelirdi… Çok miktarda karpuz elde ederken, ekilecek tohumlar bir insan kafatasına konup, iyice suladıktan sonra toprağa gömülürse, karpuz olduktan sonra yiyenlerin zekâsının çok iyi olacağı sanılırdı; ancak insan kafatası yerine eşeğin kafatasına konursa, yetişen karpuzları yiyenlerin zekâsı azalır ve yürekleri kararırdı…[viii]



MEYVECİLİK ÜZERİNE İNANIŞLAR:

Orta Çağın (X.yüzyıl) Müslüman köylüleri ağaçların cinslerini güzelleştirmek ve ürünü artırmak için birçok sihirli yöntemler bilir ve uygulardı. Örneğin nar gibi kimi meyveyi, tatlılaştırmak için, fidan çeliğini dikmeden önce alt kısmını bala bularlardı. Pembe veya kırmızı renkli şeftali elde etmek için ağacın altına bir gül dikerlerdi. Meyvelerin olgunlaşmadan düşmesini önlemek için ağaçların altına kurşun bir kolye korlar veya lavanta tütsüsü yaparlardı. Ancak en çok kullanılan sihir, bir kâğıda aşağıdaki beyti yazıp asmaktı:”Allah gökleri ve dünyayı tutar ve onların düşmesine engel olur; eğer düşselerdi ondan başka kim tutabilirdi Korkutma yoluna da başvurulurdu; yani ağaç az meyve veriyor veya hiç vermiyorsa, birisinin elinde balta bulunan iki adam ağacın gölgesinde bir diyaloga girişirlerdi. Birincisi, ağaca:” Mademki bana bir vermiyorsun, seni keseyim de gör”! Diyerek ağacın gölgesine hafifçe vururdu. Tam bu sırada ikinci adam ağacın lehine işe karışır ve: “Bırak! Göreceksin gelecek sene o sana meyve verecek ben kefilim”! Derdi. Bundan sonra ikisi de uzaklaşırlar ve bir yıl sonra ağaç meyve verirdi. Aynı durumda, ağacın başka yerine iki delik açıp içlerine küçük birer parça kırmızı altın konması da önerilirdi. Bir ağaç dikilirken, ağaçların birbirine duydukları sanılan sempati veya sevimsizlik hesaba katılırdı; böylece hiçbir zaman bir asmanın yanına hurma ağacı dikilmezdi; buna karşılık zeytin ağacı, üzüm kütüğünü sevmesiyle ün salmıştı. Ceviz ağacı, duttan başka ağaçların çoğuna sevimsiz sayılırdı ne, olursa olsun bir üzüm kütüğünün yanında lahana dikilmezdi. [ix]



BİR HURAFE DE PAKİSTAN’DAN


BİR RÜYA İLE KERBELÂ YOLUNDA CAN VERENLER

1983 yılının Şubat ayında Kuzey Pakistan’da bir köylü kızı rüyasında, “bütün köylüleri ile birlikte Kerbelâ’ya hacca gitmek için hareket etmeleri gerektiğini, her türlü engeli aşacaklarını” gördüğünü, köylülere ısrarla anlatır. Kerbelâ şehitlerinin bölgesine gitmek için can atan, onun hayali ile yaşayan o mezhebin mensuplarına, bu cahil kızın rüyası adeta itici bir güç olur.

Bunun için, Pakistan’ın yüzlerce yoksul köylü Kerbelâ yolcuları, soğuk bir sabah Karaşi’nin sahillerinden, “ya Allah ya Hüseyin” naraları ile Umman Denizinin fırtınalı sularına atıldılar.

Ertesi günü, bir rüyanın verdiği esinle Kerbelâ’ya gidip hacı olmayı umanların cesetlerini, Pakistan Sahil Güvenlik güçleri ibretle topladılar. Bu hazin olay karşısında şaşkına dönen Pakistan Polisi, nasılsa boğulmaktan kurtulmuş az sayıda Pakistan köylüsünü, yasa dışı yollardan yurt dışına çıkmaktan tutukladı. Bu aptalca olayda sağ kalanlar, aşırı dinci çevrelerin övüncü oldu; aşırı dincilerin baskıları ile serbest bıraktırıldılar. Yoğun bir kampanya ve toplanan para ile sağ kalanlar, uçakla Kerbelâ’ya hacıya gönderildiler.[x]



DİYANET HURAFE İLE SAVAŞIYOR MU?

Diyanet İşleri Başkanlığı, hurafelere karşı yeterince savaşmamaktadır. Son yıllarda Halkı hurafelere karşı bilinçlendirmek için Diyanet İşleri Başkanlığı, bu amaçla "21. Yüzyıl Türkiyesi'nde Hurafeler" adı altında kitap hazırladığını görüyoruz.. Kitabta gerçek hayatla ilişkisi bulunmayan inanç ve uygulamaların izlerinin tüm dinlerde görülebileceğine işaret edilerek, bilgisizlik, yalnızlık, çaresizlik, zorda kalmışlık, korku, üzüntü, hastalık, sıkıntı ve felaketlerin insanları hurafelerin tuzağına ittiği kaydediliyor.
Bilgisizliğin, batıl inanışların, mesnetsiz yorumların ve çarpık anlayışların düşünce dünyasında kök salmasına zemin hazırladığına vurgu yapılan kitapta, "Başkanlığımız, inanç, düşünce ve sosyal hayatımızı etkileyen hurafeler konusuna önem vermiş, toplumu din konusunda ana kaynaklara dayalı doğru bilgi ile aydınlatmayı, dinimizin yasakladığı hurafelerin inançlarımıza karışmaması için gerekli tedbirleri almayı bir sorumluluk kabul etmiştir" deniliyor.

İŞTE DİYANET'İN HURAFE LİSTESİ
Diyanet, toplumda en yaygın olan hurafeleri 'aile, uğur ve uğursuzluğa inanmak, cenaze, şifa, türbe-yatır, hıdrellez, baht açılması, namaz, nazar, dua, adak-kurban, misafir, bayram, sihir-büyü-fal, muska, ay ve güneş tutulması' başlıkları altında açıkladı.
Diyanet'in 'Hurafe Listesi' Şöyle:
- Ateşe su dökülürse cin çarpar, yiyeceklerin ağzı kapatılmadığında gece onlardan cinlerin yediği anlayışı,
- Kuran ve sünnet ile örtüşmediği halde dövme yaptırmak, erkeklerin küpe takması, burçların insan karakterine etkili olduğu inancı,
- Türbe, yatır gibi yerlerden medet ummak. Bir yatırın mezar taşına mum yakıp, dilek tutmak,


- Sünnet olan çocuğun acısının azalacağına inanılarak sünnet olma anında annesi ve diğer hanımlar tarafından oklava çevirmek,
- Yeni doğan çocuğun dindar olması için göbek bağını keserek cami avlusuna bırakmak,
- Konuşmayan çocukların konuşabilmesi için cuma namazından sonra müezzin tarafından cami anahtarını çocuğun ağzına sokup çıkarmak,
- Yürümeyen çocukların ayaklarına ip bağlayarak cuma namazından ilk çıkan kişiye ipi kestirmek,
- Kırkı çıkmamış bir bebeğin tırnakları kesilirse o çocuğun hırsız olacağına inanmak,
- Küçük çocukların üzerinden atlanıldığında boylarının kısa olacağına inanmak,
- Çocuğu olmayanlara çocukları olması için deve dili veya etini yedirmek,
- Çocuk doğan eve 40 gün süre ile et alınmaması gerektiğine inanmak,
- Yeni doğan çocuğun kırkı çıkmadan evden çıkarılmaması gerektiğine inanmak,
- Boyu ölçülen çocuğun cüce kalacağına inanmak,
- Gelinin kucağına erkek çocuk verilince çocuğunun erkek olacağına inanmak,
- Loğusa kadının herhangi bir şeyden zarar görmemesi inancıyla, bulunduğu yere süpürge, soğan, sarımsak asmak, yastığının altına iğne, bıçak gibi şeyler koymak,
- Loğusa kadını kırkı çıkana kadar yalnız bırakmamak,
- Hamile kadınların saçlarını kesmemeleri gerektiğine inanmak,
- Nikah esnasında gelin ve damadın birbirlerinin ayağına bakması halinde, önce basanın sözünün geçeceğine inanmak,
- Gelin ve damadın üzerine para, üzüm, şeker ve leblebi gibi şeyler atıp, kapıda küp kırmak,
- Evlenmeyen genç kızların kısmetinin açılması için müezzine minareden para attırmak, mendil veya eşarp sallatmak,
- Baykuş ötmesi, kara kedinin insanın önünden geçmesi, horozun vakitsiz ötmesi, insanların ve araçların önünden tavşanın geçmesinin uğursuzluk sayılması, karganın ötüşünün o bölgeye gelecek belanın işareti olarak kabul edilmesi,
- İki bayram arasında nikah yapmak, duaların kabulü için mübarek gecelerde ziyaretgahlarda mum yakmak, gece vakti tırnak kesmek, cuma ve arife günlerinde çamaşır yıkamak, dikiş dikmek, temizlik yapmak, akşam sakız çiğnemeyi ölü eti çiğnemek gibi kabul etmek, gece aynaya bakmak gibi şeylerin uğursuzluk getireceğine inanmak,
- Elden ele sabun, makas, bıçak, iğne ve soğan vermenin uğursuzluğuna inanmak,
- Sağ elinin içi kaşındığında para geleceğine, sol elinin içi kaşındığında da para çıkacağına, ayak altı kaşındığında da yola çıkılacağına inanmak,
- Cam ve porselen gibi eşyanın aniden düşüp kırılmasını, bir belanın defedileceğine işaret saymak,
- Merdiven altından geçmeyi uğursuzluk saymak,
- Cenazenin 7. 40. 52. gecesi ile ölüm yıldönümünde hatim ve mevlit okutmak,
- Cenazenin alkışlanma uğurlanması, cenazenin arkasından slogan atmak ve çiçek serpmek, cenaze için üçüncü gününde helva ve yemek dağıtmak, kefen arasına dua, ayet ve vasiyetname koymak, ölen kimse için arefe günü kurban kesmek,
- Hastanın başı üzerinde tuz gezdirmek, köz söndürmek, kurşun döktürmek,
- Dileğin kabulü için ağaçlara bez-çaput bağlamak, türbelere adakta bulunmak, türbe ziyaretlerinden şifa beklemek,
- Hıdrellez günü sahile gidilerek kuma veya toprağa ev, araba veya kadın resimleri çizilerek böylece çizilen resimler sayesinde ileride onlara sahip olunacağına inanmak,
- Camiye girerken cami duvarını öpmek,
- Tekke ve türbelerde kurban kesmek, türbe ve tekkelerden şifa beklemek, mum yakmak, el yüz sürmek,
- Misafirin, askere gidenin veya yola çıkanın arkasından su dökmek,
- Kahve falına bakmak, falcılara, büyücülere gitmek,
- Ay ve güneş tutulmasında silah atmak, teneke çalmak. [xi]

“Dünyada her şey için, maddiyat için, maneviyat için, hayat için muvaffakiyet için en hakiki mürşit ilimdir, fendir. İlim ve fennin dışında kılavuz aramak gaflettir, cehalettir, doğru yoldan sapmaktır.” Gazi Mustafa Kemal Atatürk.


--------------------------------------------------------------------------------

[i] http://www.girgin.org/ansiklopedi/Ataturkinanc.htm 2 İzmir, 3 Şubat 1923, Atatürk Diyor ki, Varlık Yayınları, s. 46
[ii] 1925 (Atatürk'ün B N , S 93)
[iii] http://rizedeokuyanlar.org/haber-15743-Ugursuzluguna-inanilan-48-hurafe.html
[iv] http://www.haberegir.com//Ahmedinejadin-ekibinden-Urdun-Kralina-komplo.htm
[v] http://www.karaelmashaber.com/haber/806
[vi] a) Ana Dili Dergisi Sayı 21, Nisan, Mayıs, Haziran. 2001. Prf, Dr. Metin Karadağ Sf: 35–36
b) Milliyet Melih Aşık Okula Kurşun 12.12.09 sf 15
c)http://www.ogretmenlersitesi.com/haber/2843
d) www.baskentlilerhaber
[vii] 28–5–1872 Hakaik-ül Vakayi den nakleden Yılmaz Karakoyunlu 4–4–1999 Sabah Sf:7
[viii] Orta Çağda Müslümanların Yaşayışları Ali Mazaheri Sf ?
[ix] Orta Çağda Müslümanların yaşayışları Ali Mazaheri Sf: 304–305–306
[x] Bağnazlığa Karşı Akılcılığın Savaşı Prof. Dr. Pervez Hoobhoy Sf: 79-80
[xi] http://www.karaelmashaber.com/haber/806-zonguldak-hurafeler-yedi.html

Yorum Gönder

[blogger][facebook][disqus]

Kemalın Askeri

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Javascript DisablePlease Enable Javascript To See All Widget