Kanmaya teşneyseniz suç kimin! - Selcan Taşçı

Açık açık “bal gibi kandırıldık”  yazmamış ama Aslı Aydıntaşbaş’ın dünkü Milliyet’te Ahmet Şık ile yaptığı “Silivri karşılaştırması”ndan çıkan sonuç bu...

***

Aydıntaşbaş “Tavuk budu, bulgur, mercimek çorbası ve ayrandan oluşan öğle yemeği fena değildi” yazmıştı, Şık “Aynı çorbayı içmiş olamayız” diyor.
Aydıntaşbaş, “7 odalı 21 kişilik bir üniteler ve “ortak kullanım alanları”ndan bahsetmişti, Şık,  “53 hafta boyunca sadece Nedim (Şener) ve Doğan (Yurdakul) Abi’yi gördüm. Ve de bize yemek getirenleri. Onun dışında tek bir kişiyi görmedim. Çıt çıkmıyor, en ufak bir ses bile kafamda yankılanıyordu” diyor.
Aydıntaşbaş, “haftada üç gün sıcak su” olduğunu yazmıştı, Şık “minik bir detay”ı paylaşıyor:
“Banyo ve bütün çamaşır ve nevresimleri o saatte (iki saat) yıkaman lazım. 21 kişi olunca yetişmiyor; çok kavga çıkıyormuş.”
Aydıntaşbaş, mahkûmların “haftada 50 dakika spor imkânı” olduğunu bildirmişti, Şık, “Biz hiç maç yapmadık. Nedim’le ben ne kadar maç yapabiliriz ki. Bari izin verin Oda TV’den diğer çocuklarla maç yapalım dedik, hayır dediler. Balbay da uzun yıllar hücrede tek başına olduğu için tek başına çıkıyordu spora. Ne maçı yapsın?” diyor.
Aydıntaşbaş ve diğer “turist gazeteciler”, kursları ballandırarak anlatmıştı, Şık “Nedim’le bağlama kursuna katılmak için dilekçe verdik; reddedildi. “Can güvenliğiniz için” dediler” diyor.
Bilirsiniz, iktidardakiler lafa gelince Mevlana’yla hitap etmeyi pek severler. Lakin belli ki en önemli öğüdünü tutmayı becerememişler:
 “Ya olduğun gibi görün, ya göründüğün gibi ol!..”
Karşılarında kanmaya bu derece teşne bir grup görünce de, kandırmakta sakınca görmemişler!

Silivri’ye giden gazetecilerin hemen hepsi  “izlenimlerini” paylaştı... Kaç gün oldu, gezi kafilesindeki Emre Aköz’den bu konuda tek satır okuyamadık... “Neden” diye düşünürken, cezaevi mutfağında çekilen fotoğraflara alıcı gözle bir daha baktım. “Yemek” deyince onun için akan suların durduğunu cümle alemin bildiği Aköz, öyle uzaktan göz ucuyla bakmış tezgahta duran tepsilere... Olağan koşullarda bir içli köfteye, bir kebaba, bir bardak isli viskiye köşe tahsis eden Emre Aköz iki cümleyi çok gördüğüne göre, Silivri menüsü hitap etmemiş olmalı midesine...



Ümit var...
Ali Bulaç, dünkü Zaman’da Alevilerle ilgili olarak “Osmanlı döneminde haksızlıklara uğradılar, bunda kuşku yok. Ama bu İslamiyet’in referanslarından değil, siyasi sebepler ve iktidar/taht mücadelelerinden kaynaklandı” yazdı. Önemli bir aşama... Bir de “akil bakış”ını yarıda kesemese, “Aleviler Cumhuriyet döneminde de haksızlıklara uğradılar, bunda kuşku yok. Ama bu rejimin, üniter/milli devlet yapısının referanslarından değil, siyasi iktidarların Neo-Osmanlılaşma çabasından kaynaklandı” diyebilse...



Takdirname diye çerçeveletmiştir
Arif Altan’ın Gündem’deki çarpıcı Taraf analizini, “Bugüne kadarki en ağır eleştiri” olarak değerlendirdi kimi internet siteleri...
Sorun bakalım Ahmet Altan’a hiç ağırına gitmiş mi! Sanmıyorum...
Aksine... Sado-mazohizme meylini, vahşetin cazibesine hayranlığını düşününce, “iltifat”  olarak bile algılamış olabilir Ahmet Altan aşağıdaki satırları: “Gazetecilik tarihinin en rezil, en alçakça yalanlarını hakikat diye kimse onlar kadar ustaca yutturamadı sokaktaki insana. Katil kanlı bıçağıyla başucunda beklerken, kendi kendini bıçakladığına kurbanı inandırmak ancak onların elinden gelen bir şeydi...
 Enerjik muhbirleri, işkenceli sorgu odalardan yazar diye fırlayan operasyon tutkunu istihbaratçı polisleri, ırkçı sosyalistleri, jurnalci solcuları, zorbasına sevdalı Kürtleriyle bir harikalar bireşimi...”
Kimbilir belki çoktan çerçeveletip, “takdirname” diye duvarına asmıştır bile...



BASINDAN SEÇMELER



Yandaşlık devri kapandı iktidar yalakaları seviyor
“Bırakın iş vermeyi, Star TV’nin yeni patronu Ferit Şahenk, beni ve Yılmaz Özdil’i çay içip vedalaşmaya bile çağıramadı. Bizimle yan yana görülmekten bile çekindi.”
Soru: Star Televizyonu’nda büyük başarıyla çalışırken bu televizyon el değiştirdi ve siz daha sonra ekranlarda görünmediniz. Eski patronunuz Aydın Doğan’ın deyimiyle “ölüyü diriltecek kadar başarılı olan bir haberci” nasıl olur da, bu kadar süre boşta kalır?
Cevap: Hayır boşta kalmadım. O kadar çok teklif geldi ki, bunların hangisini tercih edeceğime bir türlü karar veremedim!.. Aklınıza gelen tüm büyük medya patronları beni transfer edebilmek için adeta birbiriyle yarıştı. Milyonlarca dolarlık teklifler havada uçuştu. Yayıncı özgürlüğü konusunda istediğim her türlü garanti verildi. Doğrusunu isterseniz bu parlak teklifler karşısında şaşkına döndüm. Tam bir teklifi kabul edecekken, diğer patron daha parlak bir öneriyle karşıma çıktı. Onu mu, yoksa bunu mu kabul etsem diye düşünürken, bir de baktım ki aylar geçmiş!..
Soru: Allah Allah... Yoksa şaka mı yapıyorsunuz?
Cevap: Evet, bunların hepsi şaka!.. Hatta kara mizah!.. Yukarıda söylediklerim ancak demokrasisi gelişmiş, çağdaş hukuk devletlerinde yaşanır. Mesleğinde başarılı olan bir televizyon habercisi, seyirci kendisini izlediği ve sağlığı elverdiği sürece işini yapar. Medya patronları da saygın reyting alan, haberlerine güven duyulan dolayısıyla çalıştığı kuruma para kazandıran bu habercileri transfer edebilmek için adeta yarışırlar. Kısacası başarılı haberciler, o ülkelerde el üstünde tutulurlar.
Soru: Peki bizde neden böyle olmuyor?
Cevap: Medya patronları bağımsız değiller de ondan!.. İdeolojileri gereği başından beri iktidara destek veren  “yandaş” medyayı bir kenara bırakırsak, merkezdeki büyük patronlarının, medya dışında büyük kazanç sağladıkları başka işleri var. Bu işler de genellikle devletten alınan ihalelerle yapılıyor, paralar böyle kazanılıyor. İhaleyi alabilmek için iktidarla iyi geçinmek zorundalar. AKP iktidarı iyi geçinmeyle de yetinmiyor, yandaşlık, hatta yalakalık yapılmasını istiyor. Devletle iş yapmayanların da mali yapıları şeffaf değil. İki vergi müfettişinin gitmesi, iplerinin çekilmesi için yeterli oluyor. Oysa medya patronlarının her an hesap verebilir şeffaflıkta olmaları gerekiyor. Korku dağları beklediği için gazetelerin birinci sayfaları, televizyonların ana haber bültenleri adeta tek merkezde hazırlanıp çoğaltılmış gibi birbirine benziyor. Birkaç köşe yazarını hariç tutarsak, gazete ve televizyonların isimleri, logoları ve sunucuları değişiyor, ama içerik hep aynı kalıyor! Böylesine köşeye sıkışmış medya patronlarının,  “Yağdanlık olmayacağız, yalakalık yapmayacağız. Halkın gerçekleri öğrenme hakkının dışındaki hiçbir gücün önünde eğilip bükülmeyeceğiz. Evrensel meslek ilkeleri doğrultusunda objektif habercilik yapacağız”  diyen bizim gibi habercilere iş vermeleri, onları taşımaları mümkün mü? Tabii ki değil. Bırakın iş vermeyi, Star TV’nin yeni patronu Ferit Şahenk, beni ve birlikte büyük başarılara imza attığımız sevgili kardeşim Yılmaz Özdil’i çay içip vedalaşmaya bile çağıramadı. Açıkçası bizimle yan yana görülmekten bile çekindi.
Uğur Dündar / Sözcü



Yakında ofsayt için de Başbakan’ın izni ile bayrak kaldırılır ise hiç kimse şaşırmasın..
H. Hüseyin Türkoğlu



Aydınların haysiyetle imtihanı
’İçine tükürürüm böyle sanatın!’ diyen çizginin yönettiği Türkiye’de maalesef; aydınlarımız; Osmanlı aydınındaki haysiyete bile ulaşabilmiş değiller. Değiller; çünkü Osmanlı aydınları kelleyi koltuğa alıp padişaha bile karşı gelebiliyor iken; bugün kendisini aydın, yazar, sanatçı, akademisyen sanan binlerce kişi; iktidarı nasıl doğrulayacağının hesabını yapıyor.
Rıza Zelyut / Güneş



Şiddeti meşrulaştırma aracı
Başbakan öfkeli, şiddet saçıyor.
Bakanlar vatandaşa tepeden bakıyor.
Eski bir bakan, VIP salonunda milletvekilini yumrukluyor.
Hasta yakınları doktorları vuruyor, dövüyor. Öğrenci öğretmenini dövüyor.
15 yaşındaki kız, çocuk kavgasında komşularını bıçaklayarak öldürüyor.
Her gün denecek sıklıkla bir eski koca, ayrılmış karısını öldürüyor.
Toplum artık bunlara duyarsızlaşmış gibi.
Neredeyse öldürülenin suçlanacağı bir ortam yaratılıyor. Geçenlerde iki genç kız yanımdan geçiyorlar. Birisi ötekine:
- Yok canım, diyor. Futbolu sevdiğim falan yok. Ama işte orada istediğin gibi bağırıyorsun. Küfür falan serbest. Onun için gidiyorum.
Öbür kız da hevesleniyor: ‘İyiymiş, ben de gelirim.’
Maça futbol için değil, özgürce bağırıp küfretmek için geliyorlar. Şiddet toplumu olmaktan kurtulabilir miyiz? Düşünmeye değer. Ama şimdilik şiddet yolunda azimle yürüyoruz. Bakalım nereye kadar?..
Erdal Atabek / Cumhuriyet



Kurban edildiklerine inanıyorlar
Kendisini “kurban edilmiş” olarak gören bir camia, cemaat ya da toplum olaylara rasyonel bakma ve muhatabıyla empati geliştirme yetisini kaybeder. Sonunda bu noktadayız.
Karşımızdaki tablo, “Ayrı Dünyaların Cemaatleri” adını taşıyor.
“Futbol cemaati”nin, sahadaki netice için saha dışındaki her türlü yolsuzluğu mubah ve hatta gerekli gören bir kulüp ve taraftar kültürü var. Şike operasyoncularının “cemaat kültürü”ndeki noksanlık, “futbol cemaati” nin kültürüne bigâne oluşlarıdır. Hiç anlamadıkları, bilmedikleri bir alanı, kendi meşreplerine göre yeniden tanzim etmek niyetiyle, hadlerini aşan bir siyasi operasyona kalkıştılar. “Üç büyükler düzeni”ni operasyonla yıkmak ve futbol endüstrisinde kartları yeniden dağıtmak isteyen sözde inkılapçılar, Fenerbahçe camiasının sokağa da yansıyan tepkisini öngöremediler. O tepki ne zaman ki seçimle iş başına gelenler tarafından bir siyasi risk olarak algılandı, işte o anda frene basılması lüzumu hissedildi. O andan beri, burada sayamayacağım kadar çok sayıda olan yanlış ve netameli işler Türkiye’de futbolu katlediyor.
Kadri Gürsel / Milliyet



Eski Taraf editörü yazdı
Minik ‘demokrat’ tetikçiler

Taraf, bugün yayın politikasını yönlendiren minik tetikçileri büyütüp, ünlü edip, sonra da kullanıma sundu ya da kullanan odakların ricalarına uygun ’görev neferleri’ yarattı. Uzun bir süre kendilerini “genç demokrat” olarak yuttursalar da, fırsatını her bulduklarında, kendileri dışındakileri aşağılama, mobbing yapma, hatta Müslümanlık dışındaki dinlere hakaret etme gibi her aracı mubah gördüklerini, yolu Taraf’tan geçmiş pek çok kişi bilir.
İnci Hekimoğlu / Yurt



2 gazeteciye uçak!
7 unutulmuşa hafıza kaybı!
   
Adem Özköse ve Hamid Coşkun adlı gazeteciler Suriye’ye “belgesel” çekmek için gittiklerinde tutuklandıkları gün toplumun her kademesinden hemen her gün onların kurtarılması için yürekten uyarımlar geldi. Suriye ile Türkiye’nin arası giderek “savaşacaklar” beklentilerinin yükseldiği noktalara kadar gerildiği günlerde bile  Ahmet Davutoğlu, kendi diyemiyle “2 gazetecinin ailelerine kavuşturma sürecini bütün kurumlarıyla” takip edip, İran Dışişleri Bakanı Salihi ile 1 gün içinde 3 defa görüşerek mutlu sona ulaştı. Suriye gazetecileri İran’a verdi. İran da bize “gelin alın” dedi.

***

Başbakan, 6 VİP uçağından birini İran’a gönderdi. İlk “oğullarınızı kurtardık” müjde telefonunu gazetecilerin anne-baba ve yakınlarına bizzat başbakan yaptı. Gül de; “Türkiye darda olan vatandaşlarına her zaman yardımcı olmuştur. Gelişmeleri sürekli takip ediyorduk” diyerek yüreklerin sesini hissettiklerini vurguladı.
2 gazeteciye uçak. 7 unutulana amnezi. Çok bilmişlik ve şımarıklık saymayın. Amnezi psikiyatride; “hafıza kaybına” uğramışlar için kullanılan deyimdir. Bizzat İçişleri Bakanı İdris Naim Şahin’in Meclis’te verilen bir soru önergesine verdiği cevapta “Haziran 2011 tarihinden buyana PKK-KCK’nın kaçırıp tuttuğu vatandaşlardan 7’si” halen esir durumdalar. Bir yıl dolacak. 7 kişi unutulan oldu.

***

Kaçırılanların kurtarılması ve ailelerine ilk “müjde telefonun” edilmesi için ne yapılıyor. Bir çaba olsa herhalde duyulur, haber olurdu.
Niçin bu çifte standart?
Necati Doğru / Sözcü

Yorum Gönder

[blogger][facebook][disqus]

Kemalın Askeri

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Javascript DisablePlease Enable Javascript To See All Widget