Adalet İstemek Suç mu? - Hikmet Çetinkaya

İlkyazı yazacaktım, zamana yakalanan körpecik fidanları, türkümü söyleyecektim, denizlerin dalgalarını, günbatımının o sessiz çığlığını...
Bir yazgıyı anlatacaktım sonra, o küçük Ceylan’ı, mayınlı toprakları, rüzgârda kavrulan, ırmak boylarında açan çiçekleri...
Ankara Ostim, Tuzla, Van, Karadon, Afşin ve daha pek çok yerde gün gün artan iş cinayetlerini; onların eşlerinin, çocuklarının, kardeşlerinin, analarının, babalarının, çığlıklarını.
“İçimiz yanıyor alev alev... Biz adalet istiyoruz sadece... Adalet istemek suç mu?”
***
Sessiz bir gölge oyununa benzeyen bir yaşamı...
O yaşamın içinde gitgellerle yaşamanın acısını, canlarına kıyarak gidermeye çalışan atama bekleyen öğretmenleri anımsadım.
Sonra kendi kendime her zaman olduğu gibi sordum:
Kaç asker öldürülmüştü kazayla? Kaç asker intihar etmişti?
Tuzla tersanelerinde, şantiyelerde, kömür madeni ocaklarında kaç işçi ölmüştü-öldürülmüştü?
Gece yarısı Mecidiyeköy’de 7-8 yaşındaki çocuklar yoksulluğun orta yerinde evlerinden uzak, su, sakız, mendil satıyorlardı...
Kimdi onları kullanan çeteler?
Bu soruları sorarken Berfo Ana, 35 yıldır oğlunun kemiklerini arıyor; yaşı büyütülerek darağacında sallandırılan 17 yaşındaki Erdal Eren’in ailesi 12 Eylül davasına müdahil olarak katılamıyordu.
***
Hükümet işadamlarına bir hayli yüklü “teşvik paketi” açıklarken o sessiz gölge oyununu izlemeye koyuldum...
Ankara’da Ostim’deki patlamada yaşamını yitiren Dilek Güler’in ağabeyi Nihat Güler, işçi cinayetlerini iki kelimeyle özetliyordu:
“Bir firmanın iki kuruşluk kazancı için öldüler!”
Davutpaşa patlamasında eşi Gülhan Çubuk’u kaybeden İdris Çubuk ise şöyle diyordu:
“Patronlardan manevi tazminat alıp geri çekiliyorlar. Biz almadık ve çekilmedik.”
Benzeri pek çok olay vardı...
Toplum olarak ölümlere alışmış, daha doğrusu alıştırılmıştık.
Kadına şiddetin dalga dalga yayıldığı güzel yurdumda ölümler bizim içimizi acıtmıyordu artık.
Başbakan, bu kez İstanbul Şehir Tiyatroları sanatçılarına takmış, soruyordu:
“Sanat sizin tekelinizde mi”
***
Bir sanat kurumunun başına itfaiyeden müdür getirildiğine göre Erdoğan ve Kadir Topbaş’ın elbet bir bildiği vardı.
Erdoğan tiyatroyu da bilirdi siyaseti, ekonomiyi, sosyolojiyi, psikolojiyi, felsefeyi sanatın tüm dallarını da... sporu bildiği gibi.
Aslında gelmiş geçmiş tüm başbakanlar, belediye başkanları bilirdi, itfaiyeden, park ve bahçeler ya da temizlik işçilerinden sorumlu birinin sanat kurumunu yönetemeyeceğini...
Bilirdi ama!..
Gördüğünüz gibi, Erdoğan ve Topbaş’ın nasıl cin fikirli olduğu böylece bir kez daha anlamış olduk.
Dua etsin Şehir Tiyatroları sanatçıları, mezarlıklar müdürünün yönetici olarak atanmadığına!..
***
İlkyazı yazacaktım bugün... Mavi atlasa bürünmüş bir denizi, kırlangıçları, kıyı kasabalarının yalnızlıktan kurtuluşuna bir ay kaldığını...
Bir kuşun kanatlarında düşsel bir yolculuğa çıkıp Taşucu’na, Sinop’a Hopa’ya uzanacak, oradan Madra Dağı eteklerine, Ören’e, Dikili’ye, Karaburun’a, Datça’ya...
Olmadı işte...
Tarihin derinliklerinde nice ölümleri, çocuk gelinleri, tecavüzcüleri, kadını aşağılayan, döven, erkekleri görmüştüm.
Göçük altında kalan ve asgari ücretle çalışan gencecik insanları...
***
Görsem ne olacak görmesem... Yazsam ne olacak yazmasam...
Dindar, başı öne eğik, muhafazakâr ama demokrat kuşaklar yetireceğiz ya!
Üç çocuk yetmez, beş-on çocuk yapmalıyız ya!
Van depremini unutup Suriye’den kaçanları çok severiz ya!
Destanlar yazan bir imparatorluğun çocuklarıyız ya!
Hey be! Var mı bize yan bakan, var mı?..
Sanat kurumunun başına itfaiyeci de getiririm, cami imamı da, size ne!..

Yorum Gönder

[blogger][facebook][disqus]

Kemalın Askeri

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Javascript DisablePlease Enable Javascript To See All Widget