Hiç şüphesiz Türk Tıp Bilim Tarihinin en seçkin bilim insanı İbn-i Sina’dır (980-1037). Çağında öylesine tutulmuş, tanınmış Türk tıp adamı ki, Orta Çağ (476 den 1453′e veya 1492′ye kadar) Avrupa’sının “Avıcena” dedikleri İbn-i Sina’nın yazdığı tıp kitapları Avrupa’nın tıp okullarında 300 yıl ders kitabı olarak okutulmuştur. Orta Çağ boyunca dini sömürü aracı olarak kullanan, bilim adamlarına kan kusturan Hıristiyan din adamları, papazlar, İbn-i Sina’nın tıp alanındaki şöhretini kabul etmişler, övmüşler ancak İbn-i Sina için, “o iyi adamdı ama ne yazık ki kâfirdi” diyerek dindeki bağnazlıklarını açıkça dışa vurmuşlar.
Ne hikmetse İbn-i Sina örneğinde olduğu gibi, Hıristiyan din adamları, en iyi Müslüman da olsa, Müslümanlara “kâfir” derken; Evliya Çelebi ve birçok Müslüman yazarların yazılarından anladığımıza göre, Müslümanlar da Hıristiyanlar için “kefere”, “kâfir” derlerken, Hıristiyan ülkeleri için (Evliya Çelebi Seyahatnamesinden İlginç Anılar yazımda alıntılarda görüldüğü gibi) “Kâfiristan” diyorlardı. İnsanların dini, mezhebi, inancı, inançsızlığı bir yana, asıl unutulmaz olan insanlığa yaptığı evrensel bilimsel hizmettir.
Bilim, medeniyet ve kültür tüm insanlığın ortak malıdır. 9. 10. 11. Yüzyıllarda teknik ilimler, tıp, astronomi, cebir ve kimya gibi birçok alanda önemli neticeler elde eden Müslüman bilim adamları, medeniyet ve kültür sahasında kısa zamanda kendilerini tüm dünyaya kanıtlamışlar, ilerlemenin yolunu açmışlardır. Batı’daki Rönesans ve Reform hareketlerine öncüllük etmişlerdir. (Prof.J.Risler “Müslüman astronomistler, matematik alimleri derecesinde Rönesans’ımıza tesir ettiler.” -E.F.Gautier “ Yalnız Cebir değil, diğer matematik ilimlerini de, Avrupa kültür dairesi, Müslümanlardan almış olduğu gibi, bugünkü Batı matematiği gerçekten İslam matematiğinden başka bir şey değildir.” [i]
Türklerin Müslümanlığı kabul ettikten sonraki bu üç yüz yılda yetişen çok sayıda Müslüman bilim adamı, astronomi, matematik, geometri, tıp gibi bilim dallarında çok önemli çalışma ve buluşlar yapmışlar.
Tıp ve eczacılıkta İbn-i Sina ve Razi gibi âlimler, anatomi ve tedavi alanına pek çok yeni bilgi eklerken; tarih ve coğrafya bilimlerindeİbn-i Haldun, İdrisi ve Taberi gibi pek çok İslam âlimi, bilimsel teorilerde önemli ilerlemeler kaydetmişlerdir. Özellikle optik alanında, on birinci yüzyılda İbn-i Heysem, bu bilim dalını tek başına yeniden inşa etmiştir. Bu ilim adamlarının belli başlıları şunlardı:Cabir Bin Hayyan, El-Kindi, Ahmet Fergani, El-Battani, Ebubekir er-Razı, Ebü’l-Vefa, İbnü’l-Heysem, el-Beyruni, Uluğ Bey, İbnu’n-Nefis, El Cezeri, Hazinî, Benu Musa kardeşler, Harizmi, Ali Kuşçu, Şerafettin Sabuncu, Bursalı Ali Münşi, Gıyaseddin Cemşid, Ömer Hayyam, Ali Bin Abbas, Mağribi, Sabit Bin Kurra, el-Kazvini, İbn-i Haldun,
İFTİRACILAR İBN-İSİNAYI HAPSE ATTIRIYOR
Türklerin Müslümanlığı kabul ettiği 8. 9. 10. Yüzyıllarda yetiştirdiği bilim adamları çağa damgasını vuran insanlardı.
İbn-i Sina tıp alanında çalışırken birçok hayvanlarla deneyler yapar, araştırmalarda bulunurdu. İbn-i Sina’nın çalışmalarını, tıptaki başarısını gören bazı sözde aydınlar onu çekemiyor, halk arasında onu çekiştiriyorlardı.
Çağın en büyük hekimi İbn-i Sina’yı (980-1037) çekemeyen saray hekimleri, “geceleri mezara yeni gömülen ölüleri getirip onları ameliyat ediyormuş, bunu gözleriyle görenler olmuş,” diye dedikodu yaymışlar…
Sultan da onların bu sözüne inanıp İbn-i Sina’yı tutuklatmış. Büyük hekim onlara göre rahat durmamış. Yani tıptaki çalışma ve azmini orada bile sürdürerek, zindandaki hastaları iyileştirir, onlara hayat verirmiş. Öğrencilere mektuplar, notlar yazıp, kemik iliğini iyileştirmek için çareler arıyor, bilimsel çaba harcıyor, çareler buluyormuş.
GÜLMENİN GÜCÜ
Zamanla zindanda duyulan ah vahlar feryatlar durmuş, gülmeler ve kahkahalar duyulmaya başlamış. Zindancı sultana gelip: “Âlempenah şaşkınım, zindan önceki zindan değil, ahlar, zarlar yerini gülüşe, neşe ye bıraktı. İnsanlar sağlam, yaşlılar da neşeli olup zindanda hapis değil, sanki eğlenceye oturuyorlar”, demiş.
Padişah gazaba gelip vezirine: “Durmadan gözle, ne iş olursa bana ulaştır, teftiş edeyim”, demiş. Vezir gelip zindanı beklemiş. O sırada zindanda İbn-i Sina’nın: “Sen dağı vursan devirirsin, sen nehre boyun eğdirirsin, sen ise öküzü devirirsin, sen fille güreşirsin,” dediği duyulmuş. Bir an sesler yükselip zindanı kahkaha tutmuş. Kimse kendini zindandaymış gibi görmüyormuş, aksine düğünde, toplantıda oturuyormuş gibi, görüyormuş… İbn-i Sinaya yine: “Sen padişah, sen vezir, sen hırsız… Padişah emredin, hırsız ele düştü… Padişahın kendisi hırsız oldu ki. Padişahın emri vacip olduğu gibi, hırsız başının emri de vacib” dermiş. Yine gülüşme, yine neşe yükselmiş…
Meğer bu çağlara yüzyıllara örnek olan büyük hekim, zindanda bile doktorluğunu yapıyor, hastalara psikolojik telkin ile tedavi ediyormuş… Vezir şaşkın bir halde olanları padişaha anlatmış. Padişah ne olduğunu düşünmekten hastalanmış. Hekimler iyileştirmeyince İbn-i Sina’ya söylemişler. İbn-i Sina haksız yere zindanda yatışına sinirlenmiş bir tavırla: “Zindandan çıkmıyorum, eğer şah bir şartımı yerine getirirse çıkar, onu iyileştiririm,” demiş. Padişah İbn-i Sina’ya, “şartın ne” diye sormuş, o da: “Birlikte hapis yatan benim gibi suçsuz olanların hepsini serbest bırak, şartım bu”, demiş. Padişah razı olmuş. İbn-i Sina onu iyileştirmiş. Sonra,“Neden böyle yaptın?”diye sormuş, İbn-i Sina ona cevap vererek şöyle demiş:
“-Eğer zindanda insanları güldürmeseydim hepimiz bir an önce helak olurduk. Gülmek, iyi keyif, ümit ve inanç bizi sağ tuttu… Benim suçuma gelirsek, buyurun, evimdeki eski duvarın altına gece mezardan getirdiğim ve yarıp içini öğrendiğim ölülerin kemiklerini gömmüşüm, onları getirip suçumu ispat edeyim, ya zindana atın, ya da asın, suçumu kabul edeceğim”. Dedikodu çıkaranlar mutlu olmuşlar.“Sonunda suçunu kabullendi” diye yorum yapmışlar.
İbn-i Sina yeri kazmış, yığınla kemikler… Tavşan, tilki, yılan, kurbağa vb kemikleri çıkmış. Hiç İnsan kemiği yokmuş… Bunları gören padişah dedikodu çıkaran saray hekimlerini kovup İbn-i Sina’dan özür dilemiş, onu saraya başhekim olarak atamış.[ii]
SARHOŞUN TEDAVİSİ
Türkistan’da Bir kişinin oğlu içkiye alışmış; sabahtan akşama kadar içki içip kimseye rahat vermiyormuş. Babası tutup İbn-i Sna’nın yanına getirmiş ve: “Sana hekimlerin hekimi diyorlar, şu oğlumu iyileştirip doğru yola getirir msin”? Demiş. “Ne hastalığı var”? Diye sormuş İbn-i Sina.
”İçki içiyor, kendine, etrafa zarar veriyor, bu yoldan hiç bir şekilde çeviremedim”, diye cevap vermiş babası.
İbn-i Sina böyle bir hastalığı hiç iyileştirmemiş, biraz düşünüp şöyle demiş: “Pekiyi, iyileştirirsem iyileştireyim. Bana bir bülbül, bir ayı, bir domuz, iki tane de maymun getir” demiş.
Çocuğun babası İbn-i Sina’nın dediklerini getirmiş. Hekim onları ayrı kafeslere yerleştirmiş. Hekim hizmetkârlarından birine bir piyale içki içmesini emretmiş. O, söylediğini yapınca, bülbülün bulunduğu kafese girmesini söylemiş. Hizmetkâr kafese girince bir nefesten sonra bülbüle katılıp ötmüş, sarhoş olup öyle keyiflenmiş ki, onu seyreden gençle İbn-i Sina’nın keyfi gelmiş.
İbn-i Sina ertesi gün, hizmetkârına iki piyale içki verip ayının durduğu kafesin önüne gelmesini emretmiş. Yine hasta gençle uzaktan seyretmiş. Bir ara hizmetkâr, hareketlenerek ayı gibi bağırıp, ona atılmış, vurup yıkmaya çalışmış. İbn-i Sina onu gence gösterip, “Nasıl tanıdın mı”, diye sormuş.”Hayır tanımadım”, diye cevap vermiş. “İyi”! Demiş İbn-i Sina.
Bu olayın ertesi günü hizmetkâra üç piyale içki verip domuzun önüne bırakmış. Hizmetkâr, domuz ne yapsa onu yapmış, çamura bulansa bulanmış, toprakta yuvarlansa o da yuvarlanmış. İbn-i Sina, gence bakıp, “tanıdın mı?” Demiş. “Hayır, tanımadım”,demiş o. “İyi demiş” İbn-i Sina. Sonra dört piyale içirip, hizmetkârı maymunların içine bırakmış. Hizmetkâr bir anda maymun olmuş. “Tanıdın mı?” Demiş, gence. “Hayır, tanımadım”, diye cevap vermiş. Sonra İbn-i Sina demiş: “Hepsi aynı insandı, ben sadece onun giyeceklerini değiştirdim. Görünüşünü içtiği içki değiştirdi. Bir piyalede bülbül oldu, iki piyalede kendini ayı zannedip onunla güreşmeye kalkıştı, üç piyalede domuza döndü, dört piyalede kendin gördün, maymundan farkı kalmadı. Evet, sen de içtiğin zamanlarda bundan beş kere beter olurdun”, demiş.
Bunun üzerine genç şunları demiş: “Ey, ulu hekim, sen benim gözümü açtın. Bundan sonra hiç içmeyeceğim, sözümde durmazsam namerdim”!
Genç, İbn-i Sina’ya iltifatlar edip kendi evine dönmüş O, bir daha içkiyi ağzına almamış. [iii]
Orta Çağ ve yüzyıllar boyunca Avrupa’nın hayran kaldığı, ders aldığı yukarıda bazılarının adlarını saydığımız 9. 10. 11. Yüzyıllardaki Türk İslam bilim adamlarının bilgi ve eserlerine dört elle sarılan Batılılar, 1450 yılında matbaanın icadı ile bu bilgileri bütün Avrupa’ya yaymaya başladılar. Böylece Avrupa’nın Rönesans dediğimiz her alandaki aydınlanma çağı başlamış oldu. Matbaanın icadı ve yayılışı ile kitaplar hızla basılmaya, bilim, sanat hızla yayılmaya başlamıştı.
OSMANLI İBN-İ SİNA İVMESİNİ SÜRDÜREMEDİ
Osmanlı ise, 1450 yılında Almanya’nın Manz şehrinde Johann Gutenberg tarafından bulunan matbaayı “kefere icadı” “ucube” görerek, tam 276 yıl yurduna sokmayarak 1726 yılında Lale Devrinde İbrahim Müteferrika ile getirebilmiş. Osmanlı toplumu cahil yönetici ve bağnaz din adamlarının baskısı ile böylece geri bıraktırılmış. Duraklama ve Gerileme devrinde bilimden uzaklaşmaya, dinsel bağnazlığın baskısı altında gerilemeye, toprak kaybetmeye devam etmiş. Ta ki 1923 Cumhuriyet, Atatürk Aydınlanmasına kadar gerileyerek, bilimden uzaklaşarak yıkılış akıbetine uğramıştır.
“Türk Toplumuna en büyük melanet din kisvesi altında gelmiştir” diyen Atatürk, “hayatta en iyi yol gösterici bilimdir” diyerek Türk aydınlatmasını başlatmış.
Ne yazık ki tıpkı bilime ilgisiz kalan Osmanlının cahil yöneticileri gibi, 80 yıllık Cumhuriyette de, sorumsuz yöneticiler, dincilik adı altında dini siyasete alet ederek, toplumu karanlığa sürükleyen çıkarcı, gerici din adamlarının (daha doğrusu din bezirgânlarının) sinsi ve yıkıcı çabaları sonunda, ülkede görünüşte dincilik yarışı başlamıştır. Bir ülkede dincilik yarışı, dincilik siyaseti başlamışsa, tıpkı İran, Pakistan, Afganistan’da olduğu gibi, o ülke kaosa, geriliğe sürüklenir.
İşte bu ilerici, gerici ikilemi içinde bocalayan toplumumuzda, Osmanlıyı geçtik, 80 yıllık Cumhuriyet’te ne yazık ki, bin yıldır, yüzyıllar içinde İbn-i Sina kadar bir evrensel bilim adamı yetiştiremedik. Bu bağlamda bilimde Nobel alan tek bir insanımız çıkamamıştır. 400 yıldır Osmanlı’nın bir vilayeti konumundaki İsrail’in, Yahudilerin yüz yılda çıkardığı ve Nobel alan bilim adamı sayısı yüzün üzerindedir. Birilerinin dediği gibi, “dinci gençlik yetiştireceğim” diye toplumu geri bırakacak olan bilimsiz Osmanlı düşüncesini aşmalıyız.
Oysa ülkeler koyu dincilikle değil, bilimle kalkınır; dünyada koyu dincilikle kalkınan tek bir ülke yoktur. Tarihin her devrinde cahil ve çıkarcı din adamları, dini siyasete alet edenler dini kullanarak toplumları geri bırakmışlardır.
4+4+4 kesintili, maksatlı dinci eğitim, uzun bir süreçte toplumu daha da geri bırakacaktır. Avrupa’nın bütün ülkelerindeki gibi, mutlak kesintisiz 8-10 yılın üstünde olacak eğitimle toplumun aydınlanma ufku açılacaktır.
İBN-İ SİNA (980-1037)
İbn-i Sina 980 yılında günümüz Özbekistan’ında yer alan Buhara yakınlarındaki Afşana kentinde doğdu. Babası Abdullah, Samani İmparatorluğunun önemli şehri Belh’ten gelen saygın bir bilim adamıydı. Buhara’da iyi bir eğitim aldı. Olağanüstü hafızası ve zekâsı da bu konuda ona çok yardımcı oldu. 14 yaşına geldiğinde öğretmenlerini geçmeye başlamıştı. 16 yaşında tıbba döndü ve bu konudaki bilgileri öğrenmekle kalmayıp yeni tedaviler de geliştirdi. 19 yaşında doktor unvanı elde etti ve ücret almaksızın hastaları tedaviye başladı.
İbn-i Sina ilk olarak 997 yılında tehlikeli bir hastalıktan kurtardığı emirin yanında çalışmaya başladı. Bu hizmetinin karşılığında aldığı en önemli ödül Samanilerin resmi kütüphanesinden dilediğince yararlanmak oldu. Kütüphanede kısa süre sonra meydana gelen yangında düşmanları onu bilerek kundaklama yapmakla suçladı. 22 yaşında babasını kaybetti. 1004 yılının Aralık ayında Samani Hanedanı sona erdi. İbn-i Sina Gazneli Mahmud’un teklifini geri çevirdi ve batıya Ürgenç’e gitti. Buradaki vezir bilim dostuydu ve ona küçük de olsa bir maaş bağladı. Yetenekleri için kullanma sahası arayan İbn-i Sina Merv’den Nişabur’a ve Horasan sınırlarına kadar bölgeyi adım adım dolaştı. Kendisi de şair ve bilim adamı olan ve İbn-i Sina’ya sığınak sağlayan hükümdar Kâbus bu sırada çıkan ayaklanmada hayatını kaybetti. İbn-i Sina’nın kendisi de şiddetli bir hastalığa yakalanmıştı. Sonunda Hazar Denizi kıyısındaki Gorgan’da eski bir arkadaşına rastladı. Onun yanına yerleşti ve bu kentte mantık ve astronomi dersleri vermeye başladı. Kanun kitabının başlangıcı da bu döneme rastlar.
Daha sonra Rey’de ve Kazvin’de çalıştı. Yeni eserler yazmaya da devam etti. İsfahan valisinin yanına yerleşti. Bunu öğrenen Hamadan Emiri İbn-i Sina’yı yakalattı ve hapsetti. Savaş sona erdikten sonra Hamadan emirinin yanında çalıştı. Kısa süre sonra İbn-i Sina, kardeşi, iyi bir öğrencisi ve iki köleyle kılık değiştirip şehirden kaçtı ve korku dolu bir yolculuktan sonra çok iyi karşılandıkları İsfahan’ a ulaştı.
Sonraki Yılları Ve Ölümü
İbn-i Sina’nın kalan 10 ya da 12 yılı Ebu Cafer’in hizmetinde geçti. Burada doktor, bilim danışmanı olarak çalıştı ve hatta savaşlara bile katıldı. Bu yıllarda edebiyat ve filoloji çalışmaya başladı. Bir Hamadan seferi sırasında şiddetli bir kolik atağına yakalandı. Güçlükle ayakta duruyordu. Hamedan’a vardığında önerilen tedavileri uygulamadı ve kendisini kadere teslim etti. Ölüm yatağında mallarını yoksullara bağışladı, kölelerini azat etti ve son gününe dek 3 günde bir Kuran okudu. 1037 Haziranında Ramazan ayında 57 yaşında öldü. Kabri Hamedandadır. [iv]
DİPNOTLAR
[i] http://ekrem_sevil.tripod.com/islambilim.htm
[ii] Türkiye Dışındaki Türk Edebiyatları Antolojisi. Cilt:14. Özbek Edebiyatı sf: 328–329
[iii] Türkiye Dışındaki Türk Edebiyatları Antolojisi Cilt: 14 Özbek Edebiyatı Sf: 329–330
[iv] http://www.forumdas.net/i-j-k-l/İbn-i-sina-hayati-121943/
Yorum Gönder