İktidarları süresince türban, imam hatip, içki yasağı, Evrim Teorisine karşı durma, dini kadrolaşma, İran ve Araplara (Filistin, Hizbullah) ilgisi gibi dinsel kökenli politikalarına baktığımız zaman, AKP-RTE iktidarının çağdaş dünyaya pek de uyumlu politika gütmediği görülmekte.
Çağdaş Batı’da Evrim Teorisi bilimsel bir kural olduğu ve Batı okullarında okutulduğu halde, AKP-RTE iktidarının devlet organlarını da kullanarak (TÜBİTAK takı dergi-Darvin olayı; MTA Tabiat Tarihi Müzesini Evrimi çağrıştırıyor diye kapalı tutması vb) tıpkı Osmanlı gibi çağdaş bilime karşı durduğu görülüyor.
Bilindiği gibi, Ankara Eskişehir yolunda MTA kampusu içinde bulunan Tabiat Tarihi Müzesi vardı. Bu müzede, yeryüzünde evrimi kanıtlayan, binlerce, on binlerce yıl önceden gelen pek çok değerli kalıntılar, fosiller saklanıyordu ve her yıl binlerce öğrenci, ziyaretçi, vatandaş hayranlıkla izliyordu.
AKP-RTE iktidarı, iktidara geldiği 2002 den 2011 yılına kadar tamir, tadilat bahanesi ile sekiz yıl kapalı tutmuştur. Yoğun eleştiri ve baskılarla nihayet 2011 in Mayıs ayında açıldı.
Yüzyıllardır, evrensel bilime karşı duran İslam ülkeleri ile Çağdaş Batı’yı kıyasladığımız zaman karşımıza korkunç bir uçurum çıkmakta. Bilime karşı duranlar, çağdaş dünyadan geri kaldığını yaşayarak görmekteyiz. Çağdaş dünyadan geri kalma örneklerine Taliban’dan tutun da, Sivas’ta 35 aydını yakanlara, ucube yönetimlere, ucube yöneticilere kadar pek çok örnekte görebiliriz.
Bu durum bilerek bilime, bilimsel kurala karşı duruştur. İşte bu karşı duruş bizi bu minik araştırmaya yöneltti.
OSMANLI DA BİLİME KARŞI DURURDU
Uygarlığın, bilimin gelişmesinde çok büyük etkisi katkısı olan matbaa, 1450 yılında (İstanbul’un alınması sırasında) Alman John Gutenberg tarafından Mainz’da bulundu. Osmanlıda ise, Rum, Ermeni, Yahudi gibi azınlıklar 1450 li yıllarda, el yazması ile de olsa, İstanbul’da kendi yayınevlerini kurmuşlardı.
Ne yazık ki, bilimin yayılmasında çok büyük katkısı olan matbaayı Osmanlı bu eşsiz buluşu, kâh dinsel kökenli baskı, kâh ekonomik baskı ile (ama «kâfir-kefere icadı» önyargısı ve küçümsemesi ile), 270 yıl gecikmeyle 1727 yılında (o da Lale Devrinde Macar Kökenli İbrahim Mütefferika’ın gayretiyle) getirebilmiş. Matbaaya karşı bu akıl almaz inat ve direnç, Osmanlı’nın çağdaş dünyadan (ne ki, günümüze kadar yansıyan) 200 yıllık gerileme farkını yaratmıştır.
Cumhuriyete kadar süren bu gerileme süreci, koskoca Osmanlının binlerce km2 lik toprak, yüz binlerce, milyonlarca insan kaybı yanında, halkının geri kalmasına ve sefaletine neden olmuştur. Günümüze kadar devem eden bu geri kalmışlıkta, bağnazca matbaaya ve de bilime direncin etkisi vardır. (Demek ki, Orta Çağ’ın Müslüman Türk Dünyasının elle yazılan binlerce kitap, İbni Sina, Biruni, Ömer Hayyam vb bilim ve bilim adamlarının düzeyi, Osmanlının dünya görüşünün çok ilerisinde olduğunu göstermekte.) (Gütenberg’in ilk bastığı kitabın bir sayfası yanda)
Matbaanın bulunduğu 1450 lerden 1500 e değin geçen 50 yıl içinde Avrupa’da 40 bin dolayında kitap basılmıştır. Osmanlılarda matbaa 1485 de II. Beyazıt tarafından yasaklanmış, aynı yasak 1515 te I. Selim’ce (yani ilk Osmanlı Halifesi Yavuz Selim) bu yasak yinelenmiştir. Ne ilginçtir ki, Osmanlıların Arapları “kavm-i necip”, Arapçayı da “necip dil” olarak görmelerine karşın, ilk Arapça kitaplar 16. yyılda Avrupa’da Hıristiyanlarca basılmıştır.
Bir Macar askeri olan, Türklere esir düştükten sonra Müslümanlığı kabul eden İbrahim Müteferrika, kişisel çabasıyla 1727 da Avrupa’dan 270 yıl sonra İstanbul’da kurduğu ilk basımevinde yaşamı boyunca ancak 17 kitap basabilmiş. Avrupalıların 50 yıl içinde 40 bin kitap basmalarına karşın, Osmanlılarda 1729 dan 1829 arası 100 yıl içinde basılan kitap sayısı sadece 180 dir. Ne ki şimdilerde bile, toplumca, Avrupa’nın en az kitap okuyan, amiyane ağızla “okuma özürlü” milletiyiz nerdeyse. Osmanlı’da bilimle uğraşanların başlarına işler geldiğini, bilim ve bilim adamlarının baskı altında tutulduğunu da görüyoruz. Bilimle uğraşan devrin aydınlarından Molla Lütfi, Emir Çelebi, Sarı Abdurahman, Gelenbevi İsmail Efendi ve Şanizade Ataullah Efendi gibi kişiler bilimle uğraştıkları için, canlarından olmuşlardır. Hatta günümüzde bile çizdiği haritalarla ünlü Türk Denizcisi Piri reis, (çok güçlü Portekiz donanmasından gemilerini kurtardığı için-kaçtı diye), mucitlere, bilime ilgisiz olan padişahça katledilmiştir.
Dinsel ağırlıklı ders yapan Medrese ve Osmanlı toplumu, matbaanın icadına ilgi göstermediği gibi, Kopernik’in güneş sisteminden, 1687 de
Nevton’un Tabiat Felsefesinin Matematik ilkeleri ve evrensel çekim kuramından haberleri yoktu. Duymuş olsalar bile, dinsel kökenli baskılar yüzünden, bu tür pozitif ilimlere eğilmekten susup korkuyorlardı. Çünkü zaten çok azınlıkta olan aydınlar ve bilim adamları “mahalle baskısı”, dinsel baskı altında idi. (“Allah’ın işine karışıyor, güya bilimle uğraşıyor, büyücüdür, kâfirdir, katli vaciptir” deniyordu. Böyle işlerle uğraşan insanları da, padişah güya acıdığı için katletmiyor, imparatorluğun Fizan gibi uzak diyarlarına sürüyordu. Hezarfen Ahmet Çelebi de böyle sürülmüştü)
Toplumumuz, dünyanın sarı öküzün boynuzunda durduğuna inanır; sarı öküz de başını-boynuzunu salladığı zaman, depremlerin olduğuna inanılırdı. Oysa sözgelimi dünya sarı öküzün boynuzunda olsa idi ve de başını salladığı zaman dünyanın her tarafının sallanması (her yerde deprem olması) gerekirdi. İnsanlar düşünerek bunun ayırtına varamıyorlardı.
DÜNYA SARI ÖKÜZÜN BOYNUZUNDA MI DURUR?
Yerkürenin şimdiki gibi yuvarlak olduğu bilinmediği eski zamanlarda, dünyanın sarı öküzün boynuzları üzerinde durduğuna inanılıyormuş. “Anadolu Merkezli Dünya Tarihi”ni yazmakta olan Arda Kısakürek bu konuda şunları söylemekte.
“Eski Yunan’da ve İslam dünyasında dünyanın yuvarlaklığı çeşitli zaman ve şekillerde iddia edilmiştir. Batı Avrupa’da dünyanın yuvarlaklığına ilişkin görüşlerin ciddiyet kazanması, ancak Magellan’ın seferinden sağ kalan 18 kişinin Sebastian del Cano yönetiminde 6 Eylül 1521 tarihinde İspanya’ya varması ile mümkün olmuştur.
İlk bilinen küre “Crates of Mallus” MÖ 150 yılında Bergama’da yapılmış, 9 ve 13. yüzyıllarda Memun ve Cemaleddin gibi Müslüman bilim adamları da küre kullanmışlardır. Elimizde bulunan en eski küre, Nürnbergli Martin Behaim’in 1492’de yaptığı söylenen küredir. Bu dik bir küredir (ekseni yok). Amerika kıtasının yeri, denizlerle kaplı görünmektedir. 1570 yılında Takuyiddin’in rasathanesinde bir küre bulunduğu sanılmaktadır. Ancak değil o tarihte, 18. yüzyılda yapılan kürelerde bile eğiklik yoktur (örnek 1765’de l’Isle Globe).
Dünya’nın eksensel eğikliğinin (eliptik düzlemin) Batı’da çok sonra bulunmuş olması gerekir. Melih Aşık Açık Pencerem.asik@milliyet.com.tr 13 Şubat 2011
Kanuni Sultan Süleyman Viyana’dan Yemen’e İran’a kadar fetihlerde bulunurken, Magellan maceralı, tehlikeli ölümlü dünya turunu zorlukla tamamlıyor; Rönesansın aydınlanma ivmesi Avrupa’da devam ediyor; matbaa hızla Avrupa’da yayılıyordu. Osmanlı bunlardan habersizdi. Ne ki, yeni keşif ve icatları duyan Osmanlı avam takımı, buna inanmadığından “kefere kurnazlığı” diyerek öteliyordu. Muhteşem Yüzyıl dizisinde masa görünedursun, Osmanlı sarayında masa bilinmezdi. Kanuniden iki yüz yıl sonra, devrin padişahına Avrupa’dan süslü bir masa gelir, padişah bu masanın nasıl kullanacağını bir türlü bilemez.
Ayrıca Muhteşem Yüzyıl dizisinde, padişahın çalıştığı yerde bir yerküre maketi görülüyordu. O yıllarda dünya yuvarlak değil, düz hem de sarı öküzün boynuzları arasında durduğu biliniyordu.
Benim küçüklüğümde, 1950 de, köy odalarında, ders kitaplarımızda yazılan dünyanın yuvarlaklığını yazan kitapları yaşlılara okuduğumuz zaman, onlar, “atalarımız dünya sarı öküzün boynuzunda durur, derlerdi” diye söylenirlerdi.
Bizim “Muhteşem Süleyman devrinde yaşamış Pir Sultan Abdal, aşağıdaki dizelerinde dünyanın sarı öküzün boynuzunda durduğunu söylemekte.
NEYİN ÜSTÜNDE DURUR
Gitme giden gitme sual soram
Ya bu dünya neyin üstünde durur
Vallahi billahi ben onu gördüm
Dünya Sari Öküz'ün üstünde durur.
Gitme giden gitme bir dahi soram
Ya bu öküz neyin üstünde durur
Vallahi billahi ben onu gördüm
Öküz de bir şalin üstünde durur
Gitme giden gitme bir dahi soram
Ya bu sal da neyin üstünde durur
Vallahi billahi ben onu gördüm
Sal da bir baliğin üstünde durur
…………………………………… Pir Sultan Abdal
Kanuni Sultan Süleyman döneminde yaşamış, Türk Halk Ozanı Pir Sultan Abdal böyle demekte. Ölümünün, 1547-1551 ya da 1587-1590 arasındaki bir tarih olduğu sanılıyor. Evliya Çelebi seyahatnamesinde, Kanuni Sultan Süleyman'ın Mimar Sinan'a yaptırdıdığı ve temelinin inşaatı bile üç yıl süren, Süleymaniye Camisinin inşaatını (temel hafriyatını) anlatırken şöyle demekte:
“….Dağ delenlerin balyoz seslerini, yerin dibinde dünyayı yüklenmiş olan öküz bile işitirdi….” Bu da gösteriyor ki, Osmanlı halkı, dünyanın sarı öküzün boynuzları arasında durduğunu, sarı öküz başını sallayınca dünyanın sallandığını ve böylece depremlerin oluştuğunu sanıyorlardı. Oysa sarı öküz başını sallayınca her yer sarsılır; ama İstanbul'da, başka yerde olan depremi, daha başka yerdeki insanlar hissetmiyorlardı. Acaba Eski Mısır halkı APİS öküzünü bunun için mi (dünyayı boynuzları arasında taşıdığı için mi) kutsal sayıyorlardı ki?
Devrin insanları buna bile kafalarını yormuyorlar, sadece biatçı kafalar gibi öylesine inanıyorlardı. (Evliya Çelebi seyahatnamesi M.Emre Karaörs Morpa Kültür Yay.2004 sf 29)
AVRUPA’DA DÜNYA YUVARLAK DİYENLER YAKILIYORDU
Osmanlı’da hal böyleyken, Avrupa’da aynı çağlarda, yıllarda Kanuni devrinde Rönesans’ın aydınlatma ivmesi devam ededursun, bir yandan da dünyanın yuvarlak olduğunu söyleyen devrin bilim adamı Bruno da diri diri ateşe atılarak yakılıyordu.
Krallar ve din adamı papazlar, çıkarları için el ele verip halkı alabildiğine sömürüyorlar, bilim adamlarının üzerine de bir kabus gibi çöküyorlar, insanları din adına yakıyorlardı. Kanuni devrine denk düşen, Avrupa’da dünyanın düz değil de, yuvarlak olduğunu söyledikleri için, insanların, bilim adamlarının yakılması, hele Bruno’nun yakılma olayına bir göz atalım. Kilisenin acımasız terörü din ve Tanrı adına binlerce insan kâh ateşe atılarak, kâh kesilerek, asılarak, ya da İngiltere’de olduğu gibi insan vücudu üçe bölünerek canlarına kıyıldı ya da zindanlarda, sürgünlerde can verdi, yüz yıllar boyunca. 324 de kilisenin Avla Piskoposu Aiscillionus ile Euchrotia ve diğer dört yoldaşı ile birlikte Bordeaux Kentinde,”kara büyü” ile suçlanarak meydanın ortasında canlı canlı yakılması ile başlar. Tam 1216 yıl sonra devlet terörünün en yaygın biçimde uygulandığı, insanlık tarihinin en kanlı kenti Roma’da bir başka papazın, Rönesans’ın tek gerçek filozofu en büyük ozanı Giordano (Cordano) Bruno’nun gene kilise tarafından 17–2–1600 tarihinde canlı yakılması ile son bulur. Giordano (Cordano) Bruno (Napoli 1548–1592) ilkin dinine bağlı bir papazdı. 1543 yılında ölen ve dünyanın yuvarlaklığı konusunda bilimsel kitap yazan Kopernik’in kitabını ve öteki bilimsel kitapları okuyunca, Cordano Brunonun dünyası, görüşü değişti. Fakat kilise ve papazlar çağdaş bilimin, güneş sistemi konusundaki görüşlerin amansız düşmanı idi. Bunun için engizisyon bu konuda araştırma yapıyor, amansız takip ediyor bu görüşe inananları engizisyon mahkemelerinde yargılıyordu.
Kilise, Cordano Bruno’nun görüşlerini takibe aldı, Katolik kilisesinin buyruklarını 130 kez çiğnedi diye engizisyona verdi. Kilisenin suçladığı gibi dinsiz (ateist de) değildi, ozan ve filozoftu. Canı pahasına bilimsel gerçekleri savunan çağın en yürekli adamı idi. Bruno bilimsel gerçekleri savunuyor, dünyanın yuvarlak, kendi ve güneş sistemi içinde döndüğünü, “yıldızların insanlara teselli olsun diye oralara yerleştirilmiş küçük lambalar olmayıp, bizimkilere benzer sistemlerin merkezi olduklarını” söylüyordu. Bilimsel görüşlerini savundukça, kilise bu fikirlerin “dine aykırı olduğunu” söylüyor ve onu dinsizlikle suçluyordu.
Bruno, bu fikirlerini “Neden, İlke ve Birlik ile Sonsuzluk”adlı eserinde yayınlanınca çıktı. Kilise bilimden ziyade, halk üzerindeki dini baskı, çıkar, sömürü ve itibarlarının azalacağından korkuyordu. Bu bilimsel görüşleri savunun Bruno, birkaç kez engizisyon mahkemesi tarafından sorgulandı. Kendi yurdunda bir kaçak gibi yaşadı. Fikirlerini gittiği yerlerdeki üniversitelerde açıkça savundu. Bruno İtalyan papazlarının takibinden uzaklaşmak için Paris’e geldi. Orada, Bruno’nun fikirlerine ve bilimsel görüşlere inanmış insanlar (hügenotlar)ın evleri kendileri kilise tarafından takibe alınmış, böylelerin gündüzleri evleri tebeşirle işaretlenmişti. Böyle evler ve kişilere baskınlar yapılarak birçok insan öldürülmüş. Katolikler, 1572 yılının 23 Ağustos gecesinde üç bin hügenot insanı öldürüp Sen şehrine atmışlardı.
Bruno o sıra Paris’te kral tarafıdan korunmuştu. Bruno Avrupa şehirlerini dolaşıyor, fikirlerini, bilimi, özgür düşünceyi savunuyor. Ancak her gittiği yerde bağnaz insanların, rahiplerin saldırılarına, eleştirilerine maruz kalıyordu. Kendi yurduna, İtalya’ya dönünce Venedik’te tutuklanıp zindana atıldı. Papazlar, rahipler tarafından uzun uzun sorgulandı. Papaz Bruno’ya öğretisinin din kurallarına aykırı olduğunu kabul etmesini, yanlış fikirlerden dönmesini son kez teklif etti. Bruno,” fikrimden dönmem”, diye diretti. Yedi yıl engizisyon zindanlarında tutulduktan, Roma Engizisyon Mahkemesince dili koparıldıktan sonra, diri diri yakılma cezasına çarptırıldı. Bruno 1600 yılının 17 Şubat sabahı üstüne zebaniler ve cehennem alevleri resmedilmiş bir gömlek giydirilmiş, başına da tuhaf bir külah geçirilmişti. Din kurallarından sapan birini gülünç gösterip rezil etmek için her şey yapılmıştı. Sürüklenerek, Roma’nın Campo Dei Flori alanında hazırlanmış olan kocaman bir odun yığınının en üstüne, çağın bu yürekli aydını bir cellât, elleri ayakları zincirle sıkıca bağlı olarak çıkarıldı. Cellât yüzünü maskelediği halde, Bruno korkusuzca kendini seyredenlere bakıyordu. Papazlar dikkat kesilmişti. Bruno hiç olmazsa bu son dakikada pişman olup fikirlerinden dönermiydi, diye beklediler. Bu gün, fikirlerinin doğruluğu kanıtlanmış, papazlar yanılmış olarak, Bruno tarihin sayfalarına bilim şehidi olarak yazıldı. Binlerce kişinin dehşetle seyrettiği, bazılarının da cezalandırma sevincini belirten bakışları önünde yakıldı. Alanda bir piskopos, yakılma hükmünü okurken, “kilisenin merhametiyle kanı dökülmeden cezalandırılacak”!... Dedi. İspanyol hekimi Servet, İsviçre’de engizisyon izlemesinden gizlenebileceğini sanmıştı. Servet o zaman ünlü bir bilgindi. İnsan vücudunu merak etmiş, kan dolaşımının sırlarını çözmeye çalışmıştı. Bilim, bilim adamı, kitap düşmanı rahipler, papazlar ve softaların şikâyetleri engizisyonca takibe alınmış; yazdığı bir kitap için Cenevrede, kendisini, din adına ateşte yakılarak ölüme mahkum etmişlerdi. Hekim Servet’i öyle bayağı yakmamışlar, tam iki saat ateşte kızartmışlardı, din adına…
1782 yılında kilise İsviçre’de son kez, bir kadını cadı olmakla suçladı ve canlı canlı yaktı.
Kaynak:1-Simyacı Sf: 103
2-Batı Felsefe Tarihi Tunca Tuğcu Sf: 500
3-Din ile Bilim Bertrand Russel Sf: 30–36)
4-İnsan Nasıl İnsan Oldu M. İlin-E.Segal Sf:536–537–538
14. 15. yüzyıllarda medreselerde tıp, doğa bilimleri ve matematik ( Avrupa’nın hayran kaldığı İbni Sinalar, Farabiler) okutulurken, 16.yüzyıldan sonra, bu dersler de tamamen kaldırılmış. Oysa Batı Rönesans, dinde reform hele matbaanın etkisi ile, yani pozitif ilimlerle hızla ilerlemeye başladığını, Osmanlı’nın da, pozitif ilimlere ilgisizliği nedeni ile, gerilemeye başladığını görmekteyiz. Hele o zamanın en seçkin matematikçi, düşünür ve şairi Ömer Hayyam’ın yazdığı, insanları düşünmeye sevk eden (cahile sapık görülen) felsefik şiirlerini günümüz ozanlarından biri yazsa idi, başına neler gelirdi. Sadece sanata “ucube” diyen Başbakan RTE nin aydınlar hakkında açtığı davaları düşünürsek, fikir ve düşüncede nerede olduğumuzu görürüz. Cahile sapık görülen mizah yüklü, yobazı şiirlerinde taşlayan Ömer Hayyam’ı cezalandırmak şöyle dursun, devrin hükümdarı onu el üstünde tutar, en büyük beldelere vali atamıştır. Bir de inançları, düşünceleri uğruna Sivas’ta yakılan aydınlarımızı düşünün. Tarihin sayfalarına geçmiş bir utanç abidesi…
Osmanlı Tarihinin en ilginç ve parlak bilim adamlarından Takiyüddin’in (1520–1580) Tophane sırtlarında kurduğu gözlemevi (rasathane), tanınmış astronomi âlimi Tycho Brahe’ninki ile eşdeğermiş. Aynı yıllarda, 1578 de İstanbul’da kuyruklu yıldızın görülmesi ve korkunç veba salgınının, rasathanenin uğursuzluğu olarak yorumlanmış. Şeyhülislâm Ahmet Şemsettin Efendi’nin “gözlem yapmak ve evrenin sırlarını açıklamaya cüret uğursuzluk getirir; gözlem yapılan ülkelerde depremler ve öteki felaketlerin ardı arkası kesilmemiştir”şeklindeki fetvası üzerine, rasathane 1580 de Kaptan-ı Derya Kılıç Ali Paşa tarafından topa tutularak çökertilmiş. Yeni bir rasathane ancak 331 yıl sonra 1911 de kurulabilmiştir.
17.yüzyılın en önemli tıp kitaplarından biri olan “ENMUZEC-ÜÇ- TIP” adlı eseri yazan, anatominin ve ölümün gerçek nedeninin saptanmasında otopsinin ne denli gerekli olduğunu daha o yıllarda savunan Emir Çelebi, padişahın hekimbaşılığına kadar yükselmiş. Bunu çekemeyen karşıtlarının “afyon kullanıyor” diye padişaha jurnal etmeleri üzerine, IV. Murat’ın Nizip’te, zorla fazla miktarda yedirdiği afyonla, Emir Çelebi zehirlenerek 1683 de ölmüştür, (Ayrıntı bilgi kitabın sayfalarında vardır).
Osmanlı döneminin parlak matematikçilerinden Mühendishane-i Bahr-i Hümayun hocalarından Gelenbevi İsmail Efendi (1730–1791) fizik, trigonometri ve mantık konulu kitaplar hazırlayacak düzeyde bir bilim adamıymış. Uğraşılarını dinsel konular dışına taşırdığı gerekçesi ve jurnali ile görevine son verilmiş, Yenişehir kadılığına atanmış. Bu arada, Şeyhülislâmın kendisini gereksiz yere azarlaması üzerine, hakarete dayanamayıp beyin kanaması ile ölmüş. O yıllarda İstanbul’da bulunan ve özellikle logaritma konusunda ileri bilgisinden söz edilen bir Fransız mühendisinin, onun için,”bu adam Fransa’da olsa ağırlığı kadar altın eder” dediği söylenir.
İlk çağdaş anatomi kitabını yazan Osmanlı hekimi Şanizade Ataullah Efendi (1711–1826), Bektaşi ve materyalist olduğu savıyla Tire’ye sürülmüş. Kısa bir süre sonra hata anlaşılmış ve af çıkarılmış. Ne var ki, af fermanını kendisine okuyan Tire Voyvodası Eğinli Ali Bey, “itlakınıza” (affınıza) diyeceği yerde “itlafınız” (idamınıza) deyince, Atüaullah Efendi kalp kurmasından ölüvermiş.
İstanbul Behram Kethüda Medresesi Müderrisi Nadajlı Sarı Abdurrahman da, evrenin sonsuzluğuna ve bu evrende doğa kanunları üzerinde herhangi bir olayın olamayacağına ilişkin savları yüzünden, “zındık” olduğuna karar verilerek 1601 de idam edilmiş.
Sadrazam Damat Ali Paşa, 1716 da öldüğünde, sadece katoloğu dört cilt tutan binlerce olan kitaplarının koruma altına alınmasını padişah emretmiş. Ama Şeyhulislâm Ebu İsmail Efendi’nin, aralarında bulunan “felsefe, tarih ve astronomi kitaplarının kütüphanelere vakfının caiz olamayacağına” dair fetvası nedeniyle, ne yazık ki, padişahın isteği gerçekleşememiş.
Çiçek aşısını, Toros Türkmenlerince bir rastlantı sonucu, bulunup Avrupa’ya gitmesine karşın, çiçek aşısının gelişmiş hali ile yurda getirilmesi ile diş dolgusuna bir türlü izin verilememiş. Çiçek aşısının dince sakıncası olmadığına ilişkin fetva, 1845 te çıkmasına karşın, diş dolgusuna hiçbir şekilde izin verilememiş. Ne hikmetse, dinen ne sakıncası varsa, Müslümanlar dişlerini ancak Türkiye Cumhuriyeti döneminde diş dolgusu yaptırabilmiş!
Osmanlıdaki bilim düzeyi oldukça geri olduğunu, bu örneklerde görmekle, devletin hızla yıkılmaya, gerilemeye başlamasında görebiliriz. 1863 te yeni açılan Darülfününa devlet, öğerenci bulmada zorluk çekmiştir. Mühendishanede ders veren Baron de Tot, öğrenci adaylarının bilgi düzeyini ölçmek için bir üçgenin iç açılarının toplamının kaç derece olduğunu sormuş. Koca sınıftan aldığı yanıt, “üçgenine göre değişir” olmuş. Tüm bu acı örnekler, toplumda sadece din ağırlıkla eğitim ve öğretimin yeterli olmadığının kanıtıdır. Koskoca Osmanlı bu yüzden yıkıldığında, geriye cahil bir bir enkaz yığını kalmıştır.
Osmanlı’nın ne denli bilimsel buluş ve görüşlere ilgisiz kaldığının bir açıklamasını, Kutsal Roma İmparatorluğunun İstanbul Sefiri Ghiselin de Busbecq’in 1560 tarihli mektubunda şöyle okumaktayız: (İslâm ve Bilim Pervez Hoodbhay Sf:180)
“ Hiçbir ulus, başkalarına ait faydalı icatları benimsemekle onlar (Osmanlı) kadar isteksiz davranmamaktadır; ancak kitap basmak ve meydan ve meydan saatleri kurmak gibi şeyleri bir türlü benimsememektedirler. Kutsal kitapların, basıldıkları takdirde kutsal metin olmaktan çıkacağına inanmaktadırlar. Meydan saatleri kurmaları halinde de müezzinlerin otoritesi ile eski ritlerinin önemlerini kaybedeceğini düşünmektedirler”.
Osmanlının bilimsel düşünce, buluş ve icatlara ilgisizliği yüzyıllarca devam etmiş; bilimsel buluşları “kefere icadı”diye küçümsemiş, özgür düşünceyi de, “artık düşünce kapısı kapanmıştır” diyerek, insanların düşünce ufkunu, yaratıcı ruhunu köreltmiş, kapatmıştır. Buna paralel olarak padişah ve ulema, “kubat dil” diyerek öz ana dili Türkçe’yeyi küçümseyip, Arapça, Farsça karışımı ve halkın anlamakta güçlük çektiği, Osmanlıca denilen karmaşık dil kullanmaya kendilerini zorlamışlar. Bu iki yabancı dili, bilim dili sanıyorlar, Arapçayı da dinsel telkinlerle böyle karmaşık ve toplumun anlamadığı dili zorlamaya çalışıyorlar.(Zaten Batı dillerini de, “Frenk Dili” diyerek yadsıyorlardı.) Böyle karma bir dille yazmayı, konuşmayı aydın olmak sanıyorlardı. Ayrıca üstelik “etrak-ı bi idrak” (idraksiz Türk’ler) diyerek kendi öz halkını küçümsüyor, aşağılıyorlar, devlet katında Türk’ün yükselmesini hiç istemiyorlardı.
Osmanlının Viyana Elçisi Mustafa Hattı Efendi 1748 de Viyana’ya görevli olarak gider. O sırada Avrupa’da peş peşe bilimsel buluşlarla ilerlemenin hamleleri içindedir. Elçi Mustafa Hatti Efendi, ona göre “cıhazlar”ın bulunduğu bir gözlemevine davet edilir. Osmanlı Elçisi Mustafa Hatti Efendi, ilk defa gördükleri buluş ve cihazlardan hiç etkilenmez görünür. Ne acıdır ki 200 yıl önce, Batılı bir elçinin teşhisini (Roma’nın İstanbul sefiri Ghiselin de Busbecq’in 1560 tarihli, yukarıdaki mektubu) Osmanlının doğrulayan ilgisizliğini, bağnaz tutumunun devam ettiğini, Elçi Mustafa Hattı Efendi’nin şu raporundan seziyoruz.
“Küçük darbelere karşı dayanıklı cam imal edilen atölyede, fırından çıkan camın soğuk suyla temas edince, cam şişenin un ufak olduğunu gören Efendi’ye bunun sebebini sorduğumuzda, camın fırından çıkar çıkmaz, soğuk suda soğutulduğu zaman böyle olduğunu söylediler. Bu akıl yanıtı Frenk hilekârlığına bağlıyoruz”. Kendisine hile yapıldığını sanan M.Hattı Efendi bilmeliydi ki, normal cam sıcak ve soğukla ani etkileşme ile kırılır. (Uzun süren Osmanlı Frenk savaşlarında birbirine hileli baskın, antlaşma yapmalarından sonra, her buluş ve olumlu olayları, şüphe ve hileli olarak görüyorlardı demek ki) (İslâm ve Bilim- Pervez Hoodbhay Sf:180)
Batı, bilimsel ve laik düşünce ile hızla ilerlerken, İslâm Ülkeleri bilime ilgisiz kaldıkları için, çok geri köylü tarım toplulukları halinde kalıyorlar. Avrupa bilimini “düşmanın İslâm dinini ve kültürünü yıkmak için hazırladığı bir oyun” olarak görüyorlardı. (Ne ki bu olumsuz düşünce, günümüze kadar uzanmaktadır; AB ye uzun bir süreçte çekine çekine girmemiz, müzakerelerini kâh kuşku, kâh yavaşlatarak yapmamız bu zihniyetin uzantısıdır ).
Batı Kültürü’ne karşı direnen ve fakir köylülük yaşamı içinde bocalayan Müslüman Toplumunu gören Lort Macaulay, kibirli bir eda ile 2–2–1835 de bir konuşmasında Müslümanları şöyle alaya alıyordu: “Müslümanların bir İngiliz nalbantını utandıran tıbbî doktrinleri; bir İngiliz yatılı okulundaki kızları güldüren astronomileri; otuz ayak boyunda kralların ve otuz bin yıl süren yöntemlerle dolu tarihleri ve pekmez ve tere yağ denizlerinden oluşan coğrafyaları…(4)
Kaynak: 1-İslâm ve Bilim. Pervez Hoodbhay Sf: 185)
2- Osmanlı’da Bilim. Dr.Necdet Tuna. Cumhuriyet 24.10.1998 Sf: 2
Yorum Gönder