Kurtuluş mucizesini anlamak için dünyada hiç bir ülkede, hiçbir dönemde herhangi bir karşılığı olmayan “kağnı komutanlığını” kavramını bilmek gerekir. Evet! Kağnı komutanlığı kavramı, dünyada sadece Türk Kurtuluş Savaşı’na özgü bir kavramdır.
Benim kolum kağnı kollarıydı. Kağnılar vilayet olarak nöbete gelirler ve görevlerini tamamladıktan sonra yurtlarına dönerlerdi.
Kağnılar iki tekerlekli basit şekilde yapılmış birer yük arabasıydı. Bunları öküzler ve mandalar çekerlerdi. Kağnıların hep birden çıkardıkları inilti ta uzak yerlerden işitilirdi. Bana her seferinde kırk kağnı verilirdi. Kağnıcıların çoğu kadın olurdu. Çünkü delikanlılar cephedeydiler. Bir seferinde benim kağnıcılarımın otuzu kadın, sekizi çocuk, ikisi de altmış yaşından yukarı ak sakallı ihtiyarlardan oluşmuştu. Bize muhafız olarak da silahlı Koruma Bölüğü erlerinden bir milis er verilirdi. Bunlar hapishanelerden çıkarılıp vatan hizmetine verilmiş mahpuslardı.” (6)
Cephane ve yiyecek taşıyan kağnıların gerçek komutanları kadınlardı kuşkusuz. Fedakâr, vatansever, kahraman Türk kadınları...
Cevdet Kerim İncedayı |
Tekalifi Milliye Komisyonlarında görev alan bir görgü tanığı, Cevdet Kerim İncedayı, anılarında, gönüllü olarak kağnı kullanmaya gelen kahraman kadınlarımızdan şöyle söz etmiştir: “Bize ayrılan mıntıkada 300 kağnı arabası saptadık. Bunları muharebe sırasında hemen düzenleyebilmek için bir deneme çağrısı yaptık.
Bildirimizden 24 saat sonra 250 araba gelmiş bulunuyordu. Bazıları, öküzleri olmadığından arabalarına ineklerini koşmuşlardı. Arabaları getirenlerin bir kısmı çocuk ve yaşlılar, çoğu da kadınlardı. Tümen komutanı düzlükte sıralanan bu insanları denetlerken uzun övendireleriyle sevgili hayvanlarının başlarında dizilen kadınlara, erkeklerinin niçin gelmediklerini sordu. Bu güç işte çok yorulacaklarını, hatta dayanamayacaklarını söyledi. Kadınların verdiği yanıt şuydu:
‘Erkeklerimiz hizmettedir, (askerdir). Emrinize biz geldik. Böyle bir günde bize bu kadarcık iş düşmesin mi?’
Oysa bunların çoğu, yıkılıp, yakılmış köylerinde çocuklarını komşularına teslim etmişlerdi. Nitekim muharebe haşlayınca bunlar, uzun günler gene bizimle geldiler, içlerinde yollarda doğuranlar oldu. Cephede bu çabalar sürerken gerilerde İnebolu-Ankara yollarında da bu halk sırtlarında cephane taşıyordu” (7)
Sırtında cephane taşıyan Türk kadınları |
İşte Kurtuluş Savaşı böyle kazanılmıştır: Çoluk, çocuk, yaşlı, genç, kadın. erkek, parasız, yoksul bir ulus, olağanüstü bir inanç ve azimle Atatürk’ün etrafında kenetlenerek zafere yürümüştür. Türk ulusu yoklukta birleşmiş, yokluğu biriktirip azı çok etmiş, ruhuyla, gönlüyle Atatürk’ün etrafında birleşip imkânsızı başarmıştır. Gerçek şu ki, Kurtuluş Savaşı padişahın akınlarıyla değil Anadolu insanının kağnılarıyla kazanılmıştır.
Atatürk’ün iki dudağı arasından çıkacak her isteği, yerine getirilmesi gereken kutsal bir emir olarak gören fedakar Anadolu insanı, eli kanlı emperyalizmin son model gemilerine, uçaklarına, toplarına, tüfeklerine, kamyonlarına, tanklarına kağnılarla karşı koymuştur. İnsanlık tarihinde belki de ilk kez, emperyalizmin oyuncağı durumundaki teknoloji, yoksul Anadolu köylüsünün mütevazi ve ilkel kağnılarına boyun eğmek zorunda kalmıştır. Kağnı kamyonu yenmiştir!
Atatürk, daha 16 Mayıs 1919’da Bandırma vapuruyla İstanbul’dan yola çıktığında kağnının kamyonu yeneceğinden emindir adeta. Atatürk’ü ve yanındakileri Samsun’a götüren Bandırma vapuru Kız Kulesi açıklarını geçip Kavaklar civarına geldiğinde, bir motorla vapura yanaşan İtilaf devletleri subayları vapuru durdurup güverteye çıkıp silah ve cephene aramaya başlamışlardır. Atatürk arama bitince yanındaki arkadaşlarına dönüp Dolmabahçe önlerindeki işgalci zırhlıları işaret ederek şunları söylemiştir: “Bu sersem adamlar işte böyle! Yalnız demire, çeliğe ve silah gücüne dayanırlar. Maddeden başka bir şey bilmezler. Bağımsızlık ve özgürlük uğruna savaşa kararlı bir ulusun kudret ve gücünü anlamaktan acizdirler. Biz silah ve cephene değil, ülkü, iman dolu kafa götürüyoruz.”
İşte Türk Kurtuluş Savaşı’nın sırrı Atatürk’ün bu sözlerinde gizlidir. O günlerde vatanı işgal edilen Türk ulusunun elinde ileri teknoloji ürünü hiçbir araç gereç, hiçbir silah yoktur, ama “ülkü ve iman dolu kafalar” vardır. İşte o ülkü ve iman dolu kafalar, kamyonlarla, kamyonetlerle, uçaklarla, çelik zırhlı gemilerle donanmış işgalci ordularını kağnılarla; kadınların, çocukların, yaşlıların sürdüğü, öküzlerin çektiği ilkel kağnılarla yenmeyi başarmıştır.
Bu nedenle Atatürk, Cumhuriyetin simgesel figürleri arasında “kağnı”, “saban” ve “öküze” de yer vermiştir.
Çift süren köylü figürü olan 1 Lira (1927-1939 arası tedavülde kalmıştır) |
Atatürk’ün “Türkiye Cumhuriyeti muasır (çağdaş) medeniyetler düzeyine ulaşmalı, hatta o düzeyi aşmalıdır” hedefi doğrultusunda çalışanlar Cumhuriyetin onuncu yılında uçak yapmayı başarmıştır. Dahası, Kurtuluş Savaşı’nda emperyalizm canavarını kağnıyla dize getirenler, bu gerçeği hatırlatmak anlamında Cumhuriyetin ilk uçaklarından birine amblem olarak bir “kağnı” figürü koymuşlardır.
Kağnı amblemli uçak |
Neresinden bakılırsa bakılsın bu bir meydan okumadır! Uçak mühendisi Selahattin Alan ve o günleri yaşayanlar, çağdaş Cumhuriyetin neyle, nasıl kurulduğunu asla unutmamışlar ve bu gerçeği gelecek nesillere de hatırlatmak istemişlerdir. Bu nedenle dünyada bir benzerine daha rastlanmayacak bir şekilde kağnı amblemli ilk uçağı üretmişlerdir!
Bir zamanlar kağnı komutanlarından söz eden Türkiye, çok kısa bir zaman sonra uçak pilotlarından söz etmeye başlamıştır. Genç Cumhuriyetin genç uçak mühendislerinden biri, dünyada ilk kez ürettiği bir uçağa kağnı amblemi çizmiş ve bir kağnıyı bir uçağın üzerinde göklere çıkarmıştır!
Şu çılgın Türkler kağnıyı bile uçurmuştur!
Önce kağnıyla kamyonu geçmek, sonra kağnıyı gökyüzüne çıkarmak...
İşte Cumhuriyet mucizesi budur...
(Ayrıntılar için bkz. Sinan Meydan, Akl-ı Kemal-Atatürk’ün Akıllı Projeleri-3 .Cilt, İnkılap Yayınları, İstanbul, 2013.)
Kaynaklar:
(6) Enver Behnan Şapolyo, “Atatürk ve Uç Kılıç”, Türk Kültürü Dergisi, Kasım 1965, S.37, s.84.
(7) Cevdet Kerim İncedayı, İstiklal Harbimiz, s. 177’den naklen Özdemir, age, s.7,8, Aydemir, age, C.2, s. 466
Yorum Gönder