Neşet Ertaş’ın çağdaşı ve yine Kırşehir Abdallarından Aydın Çekiç, Neşet Ertaş için, “
Neşet üzerine mızrap koyacak mızrap tanımıyorum” demektedir.
Abdallık, çalgıcılık mesleği, öylesine bir meslektir ki, tiyatro sanatçısı gibi yerine göre, durumları, koşulları ne olursa olsun, değme sanatçı gibi rol yapmak zorunda kalabilmekteler. Bu konuda Kırşehir Çiğdem Gazetesinde 1990 da yayınlanan bir röportajda Abdallar şöyle yakınmaktalar:
“
Ne acı ki, ölüsüne bile ağlamaya fırsat bulamayan bir mesleğin sahibiyiz. Bunu belki hiç düşünemeyen insanlarımız var. En büyük yakınını, anasını, babasını ve hatta eşini, yavrusunu kaybeden insanlar olarak, aynı acılı günün haftasında, ekmeğine gitmek için düğünlerde çalıp oynamak durumunda kalıyoruz. Ekmek parası için, cenazemiz olsa bile, sarhoşları, nice değişik tipli insanları eğlendirmek zorunda kalıyoruz. Ölümüze ağlayamayan insanlarız biz. Bu şartlarda bile, Kırşehir’e çok şeyler verdik biz. Bazen kendi parlak neslimize attığımız gibi, Kırşehir’e de sitem ettiğimiz oluyor. “ Başka bir meslek yok muydu, bize bunu niye öğrettiniz? Diyoruz, büyüklerimize… Kırşehir bize bir şey vermedi diyoruz. Ezikliğimizi, tükenmişliğimizi anlatmak istiyorum, Kırşehir’in “Teber Uşağı’na.
Nesiller boyu onur duyarak icra ettiğimiz mi meslek (Abdallık, çalgıcılık),
maalesef bizi açlık zoruyla ölüme mahkûm etti. Bunun için bu mesleği bizden çok önce ölmüş görüyoruz. Çünkü açız. Çünkü çocuğumuzun istediği üç beş kuruş harçlığı veremeyen insanlarız. Bir babanın en büyük yıkıntısı evladının kendisinden bir şey isteyip de onu verememesidir. İşte biz bu yokluklar içinde sürünen, çırpınan insanlarız. Ama şükür ki, çocuklarımız başarılı. Yeter ki çocuklarımızın ellerinden tutulsun. Bizler, Pir Sultan’dan gelen Abdallarız…
Ama Kırşehir bize ne vardı? Kırşehir bizim elimizdekini de aldı. Artık bize dalımıza meyve vermeyecek aşı vurulmuş.
Benim çocuğumun, komşumun çocuğunun onur duyduğumuz neslimizden gelen bu mesleği yürütmesine imkân yok artık…
Eğer şu anda sanatımız adına birazıcık küçük didinmeler varsa; o da aç kalmamak içindir. Yoksa eskiden olduğu gibi bu mesleği yaşatmak için değil…
Yusuf Ustaların, Sarı Veli’lerin, Muharrem-Neşet Ertaş’ların Çekiç Ali’leri, Hacı Taşan’ları bağrından çıkaran bu ocak sönüyor, daha doğrusu söndürülüyor…
Hangi belediye başkanı, hangi vali, hangi milletvekili, hangi kurum, hangi vakıf, hangi iş adamı, sanayici çıkıp da “ çocuklarınızın eğitimine yardımcı olalım” dedi? Hangisi “Devlet konservatuarında okutalım” dedi?
Yaralıyız… Üzgünüz… Ama söylemek durumundayım, neslim adına… Bizlerden hep alındı, hep istendi, ama hiç verilmedi. Tüm olup bitenlere karşı gerçekten cömert, gerçekten özverili toplumuz. Nesli tükenmiş “kelaynak” kuşları gibi ortada kaldık. Bunu gören yok, ama arayan çok ve de yine toplumumuza hizmete devam ediyoruz.
Bazen Kırşehir’lilerin, derneklerin düzenlediği gecelere gideriz, “Bizim ustalar olmadan olmaz” diyen muhteremlerin çoğunun sanatımızın toplumun kültür yapısı içindeki müstesna yerinden haberi yok. Bize yeterli değeri vermiyorlar. Biz insanı insan biliriz, bu toplum da bizi insan bilsin!
Umudumuz kırık. Adamlarımız oğluna buyuramıyor; çocuk ondan önce karşı çıkıyor, aile fertlerine… “Sen benim arzumuzu, ihtiyaçlarımı karşılayamıyorsun. Kalemimi, çantamı bile alamıyorsun” yavrularımız var. Biz yavrularımıza karşı büyük bir utancın içindeyiz; çocuklarımızı okuturken, büyük bir eziklik altındayız. Okullarda öğretmenlere bu durumumuzu açıklayamıyoruz. Çocuklarımız şefkate yardıma muhtaç durumda… Yardım ve desteğe muhtacız. Nesilden nesile icra ettiğimiz bu sanatımızda ne bir sosyal güvencemiz, ne bir dayanağımız var. Muhasebecilerin yardım ve desteği ile üç beş arkadaşımız yeni yeni Bağkur üyesi olmaya başladılar.
Zaman içinde maliyece “kazanç vergisi” adıyla bizlere karne çıkarmışlar. Taksitleri ödeyemedik. Dayanağımız olmadığından neslimiz bu mesleği terk etmek durumunda kalmıştır. Devam edenler aç kalmamak için bu işi yapıyorlar.
Bağbaşı’nın “Teber Uşağı” sınırları Kırşehir’i aşan halk türkülerinin, ezgilerinin, bozlağının, davulunun, zurnasının, sazının, kaşık oyununun ocağı oldu. Bağbaşı’nın “Teber Uşağı”ndan hiç kimse incinmemiştir.
Biz tükendik… Aslında, kökleri derinlerde olan bir soyağacı, bir kültürüz biz.
Artan ekonomik baskılar, düğünlerdeki çalgı-orkestra değişimi nedeni ile iş değiştirmek zorunda kalan, Abdalların içinden çıkıp onların gururu olmuş Neşet Ertaş, umarız Abdalların son temsilcisi olmaz. Ta Orta Asya’dan kopuzları, dutarları, Şamanları, ezgileri, türküleri ile günümüze kadar gelip Neşet Ertaş’la zirvesini bulan Abdallar geleneği kaybolmaz”.
İşte bu yakınmalar, sızlamalardan sonra, folklorumuzun en seçkin temsilcileri olan Kırşehir Abdallarından 30 kadar sanatçıya Kültür Bakanlığı döner sermayesinden destek için asgari ücretten maaş ödemeye başlamıştır. (Destek maaşı alana Kırşehir, Kaman, Keskin Abdallarının listesi kitabın sayfalarındadır)
Kırşehir’in bağrından çıkan, bu yoksul, garip Abdallardan, Muharrem Ertaş, Neşet Ertaş Baba oğul, Kırşehir başta olmak üzere, Türk Folkloruna çok büyük değer katmışlardır. Dadaloğlu’nun dizelerinden doğan, bir ağıt, feryat destanı olan bozlakları, yurdun her yanına dalga dalga yayan, Kırşehir’in cefakâr baba oğlun anıtlarını, Kırşehirliler bir vefa borcu olarak, dikmek isterler.
Almanya’da bulunan Neşet Ertaş’a, babasının adına “Muharrem Ertaş Ozan Anıtı” yapılacağı söylendiğinde, unutulmuşluğun hasretiyle yanan Neşet Ertaş müthiş bir heyecana kapılıp büyük bir sevinç duyar. Yüreğinden kopan özlem ve sevgi ile şu dizeleri ile şükranlarını iletir:
Kırşehir’e dikilen Neşet Ertaş, Muharrem Ertaş anıtları ile bozlakları şaha kaldıran, nesilden nesile aktarılmasına vesile olan, baba oğlun anıtları böylece ebedileşir.[1]
ABDALLAR VE NEŞET ERTAŞ HAKKINDA
“Terim olarak “
gezgin, derviş, deli, sofu, veli, mecnun, divane, şaşkın” gibi anlamlarla anıldıktan başka, “Abdal” sözcüğü, IX. yüzyıldan sonra tasavvufi bir anlamda da kullanılmıştır. Yerleşik inanç sisteminin dışında konumlanan, Kalenderilik ve Bektaşilik ile sıkı bir ilişki içinde biçimlenen bu topluluk, Anadolu’da aşiret yapısı içinde örgütlenmiştir. İnançları ve ayinleri açısından büyük oranda Anadolu Alevîliği kapsamında yer alırlar ve diğer Alevî zümreleri ile ortaklıklar gösterirler. Türkmenlik gibi tek bir etnik kökene indirgenemeyecek kadar karmaşık bir tarihî olan Abdalların -kimi ortak özellikler taşımakla birlikle- Çingenelerden de ayrı bir etnik yapıları olduğu düşünülmektedir. Bazı yerel araştırmacıların ortaya koyduğu verilerden hareketle. Abdalların “gizli” ve “özel” bir dilleri olduğu da söyleniyor.
Başta Orta Anadolu (Kırşehir, Yozgat, Konya, Kayseri, Keskin), Çukurova (Toroslar, Adana), Doğu (Antep, Diyarbakır, Kahramanmaraş) ve Ege illeri olmak üzere ülkenin birçok yerine dağılmış olan bu göçmen topluluk, günümüzde büyük oranda yerleşik hayata geçmiş bulunuyor. Anadolu’da elekçilik, sepetçilik, kalaycılık, nalbantlık, davulculuk gibi el sanatlarıyla uğraşan Abdalların en yaygın mesleklerinden biri “çalgıcılık” yani müzisyenlikti.
Abdalların bulundukları yerlerde dışlandıklarına, marjinal (sıra dışı) bir hayata hapsedildiklerine dair birçok veri ve örnekten bahsedilebilir. Bu duruma yoksulluk, kendini topluma uyarlamak için kimliklerini törpülemek ya da kapalı mahallelerde “savunma” duygusu ile yaşamak gibi olguları eklemek de mümkün. Dolayısıyla, hâkim toplumsal yapıya kendini adapte etme çabası, sonuçları itibariyle bir asimilasyon sürecine dönüşme tehlikesi taşıyor.
Abdalların yaygın uğraşlarından olan müzik üretiminin önemli kanallarından biri Kırşehir bölgesinde bulunmaktadır. Bulduk Usta ve Yusuf Deveci’nin yanında çıraklık eğitimini aldıktan sonra kendi özgün yorumuyla bir ekol oluşturan Muharrem Ertaş (1913–1984) bu zincirin önemli bir halkasını temsil ediyor.
Onu Hacı Taşan, Çekiç Ali gibi yerel sanatçıların takip ettiğini belirtelim. Abdal müziğini yerel üretimin sınırları dışına çıkaran ve geniş dinleyici kesimleriyle buluşturan ilk popüler isim ise Neşet Ertaş olmuştur.
Neşet Ertaş 1938′de Kırşehir’in Kırtıllar (Tırtıllar) adlı bir Abdal köyünde doğdu. Daha çocukluk döneminde, 5–6 yaşlarında iken “köçek” olarak babasının yanında düğünlere giden Ertaş, ihtiyaca göre zil, keman, cümbüş gibi çalgılar çaldı; daha sonra bağlamayla devam etti. Gururu kırıldığı için köçekliği bırakıp Ankara’ya gitti. Yıllarca pavyonlarda, düğünlerde, turnelerde müzik yaptı, İstanbul’da plaklar doldurdu. En sevilen şarkılarını bu dönemde besteledi. 1978 yılında alkol nedeniyle sağlığı bozuldu, tedavi için Almanya’ya gitti ve yıllarca dönmedi, hatta öldüğü yolunda haberler çıktı. 1999 yılında Kalan Müzik, Ertaş’ın bütün eserlerini bir CD külliyatı olarak yayınlamaya başladı. Müzik yaşamıyla üç kitaba konu oldu: B. Bilge Tokel. Bir Neşet Ertaş Kitabı, (Akçağ Yay 1999); O. Özcan, Neşet Ertaş; Yaşamı ve Bütün Türküleri, Simurg, 2001); H. Akman, Gönül Dağında Bir Garip, İş Bankası Kültür Yay 2006, Neşet Ertaş hakkında Can Dündar tarafından hazırlanmış bir belgesel film de Garip: Neşet Ertaş Belgeseli, Kalan Müzik, 2005 bulunuyor.
Abdal müziğinin yaşayan bu son büyük temsilcisi, yaşamıyla, müziğiyle ve kimliğiyle 70 yıldır yürüyen bir Abdal Neşet Ertaş, yaşamından ilginç kesitleri kendi ağzından bir söyleşide içten duygularla aşağıda anlatmakta.
“Abdallarda 5–6 yaşına gelen erkek çocukları düğünlere götürmeye başlarlar. Önce boş durmaması için bir zil verirler eline. Köçeklik yapılırdı bizim memlekette. Erkek çocukları böyle başlardı, biraz büyüyünce kaşıklarla oynarlardı. Bu süre içinde bizim cemlerde, cemiyetlerde nasıl oturulur kalkılır, gözlemlerlerdi. Yaş 11-12′yi geçtikten sonra da kabiliyeti gereği saz, keman, davul, birini alır, devam ederdi. Hiçbirine yeteneği yoksa köçekliğe devam ederdi. Babam da ustasından dinlediği türküleri, bozlakları havalandırarak başlamış. Kendisi cemlere zakir (zikir eden) olarak katılırdı. Dedenin yanında Pir Sultan Abdal’dan, Hatayî’den deyişler çalıp söylerdi. Babamın bu yönü cemlerimizde kalırdı. Cem dışında semah çalıp söylemezdi. Düğünlere gidilince, dışarıya göre hareket edilirdi. Karacaoğlan, Âşık Kerem gibi Abdal kanalından gelen ozanların türkülerini havalandırırdı. Abdal geleneği çok eskilere dayanan bir kanaldır.
Birbirimize bir şey dememize gerek olmazdı. Her vardığımız yerde “
Abdallar geldi, Abdallar gitti” derlerdi; artık üstlenmiştik bunu. Ülkemizdeki çeşitli milletleri sayarlar, en son “
Cingan” derlerdi. Biz Cinganlardan bir önce gelirdik; “Dertli Yoldaş” adlı türkümde de söylemiştim: “Zengin isen ya bey derler ya paşa / Fukara isen ya Abdal derler ya Cingan, hâşâ.” Bize de davul-düğün çalgıcıları, Abdallar derlerdi. O dönem pek bilemezdik ama sonradan okuduğumuza göre Horasan’dan gelirmiş Abdallar.
Beni 6 yaşındayken zille çalgı çalmaya başlattı babam. Hem köçeklik yapardım, hem zil çalardım. Darbuka da çalardım. Babam saz çalardı, ben onun yanında saz çalamazdım. Abim keman çalıyordu, ben de cümbüşe başladım.
Tatsız bir olay sonucunda köçekliği bıraktım. Kırıkkale’de bir köye gitmiştik, fasıl etmemiz gerekmişti. Babam oynamamı teklif etti, saygıyla kabul ettim. Bu arada bir ses kulağıma geldi:
“Vah yazık, pek gençimiş” gibilerden. Ritim zillerini babamın önüne koydum. Anladı. Bilirdik birbirimizi, arif insandı, hiçbir kelime söylemedi. O da üzüldü böyle bir davranışa maruz kalmama.
Abdal köylerinde yaşıtlarımla oynardım. Abdallardan olmayan çocuklar bizimle oynamak istemezlerdi. Ancak ben babamın arkadaşıydım, bir köye gittiğimizde babam saz çalardı, ben de yanında olurdum. Fazla yük olmamak için uzun süre kalmazdık. Çok fazla arkadaşlık edecek durum olmazdı. Çocukluk yaşımı yaşayamadım. Fakat bizim dışımızdaki çocuklar bizimle arkadaşlık etmezdi. Bir gün bir köyde çocuklarla oynadığım sırada birinin “
Biz topraktan hâsıl olmuşuz, siz fışkıdan” dediğini duydum. Bunu babasından duymuş ki bize söylüyor. Bunlar fesat yaratan paslı beyinlerin, cahilliğin ifadeleri.
İnsanlar aşağılanınca incinir. Ben bunu kabul etmiyorum. Bir atasözü haline gelmiş,
“Kızı kendine bırakırsan ya davulcuya varır ya zurnacıya” diye. Bu ne demek? Bizi bahane ederek, aşağılayarak, kızlarının gönlüne gem vurarak, kendi istedikleri yere veriyorlar. Gençtik, gittiğimiz köylerde âşık oluyorduk. Ama bir Abdal’ın böyle bir şey yaşamasına imkân verilmezdi. Kendi çevremizdeki üç-beş Abdal ailesi kendi içinde evlenirdi. Diyemiyorduk ki
“Biz âşık olduk, gönlümüz başkasında.” Bırakın benim gençlik yıllarımı, bugün bile bize kız vermezler. Oğlum Almanya’da bir okul arkadaşına âşık oldu. Kızın ailesi “
Bunlar Abdal’dır” diye vermedi, kız kendi aklıyla gelinimiz oldu.
Hangi birini anlatayım? Sadece benim değil, tüm Abdalların kaderi böyle. Evcilik oynadığım kıza âşık oldum ben, ondan sonrasında âşık bir çocuk oldum. Gittiğim her yerde âşık oldum. Babam da böyleydi, ikimiz de âşıktık. Göze yasak yoktu, görüp sevdalanırdık. Anam ölünce babam beş öksüzünü yükleyip bir hayvanın sırtına, köy köy gezerek bize ana aramıştı. Kimse bize kızını, dul gelinini vermedi. İnsan insan olsaydı belki kardeşim üç aylıkken bakımsızlıktan ölmeyecekti.
Bizim sevdiğimiz kadına, kıza bakmamız mümkün değildi. Mümkün mü? Konuşmayı bırak, ona bir dönüp de bakabiliyor muydun? Ona baktığın bir görülsün hele. Kapısının önünden bir geç bakalım. Kafamızı kaldırıp bakamazdık bile. Bunlar bizim için tehlikeydi [gülüyor]. Öte yanına gitmeyin, “Bakamazdık bile” diyorum, daha ne diyeyim?
Köyün hemen hepsi “deşirme” yani dilenmeyle geçinirdi. Babam askere gidince, köylülerden biri dedi ki “Al babanın sazını, benimle dolaş.” 8 yaşındaydım. Köy köy, kapı kapı gezdik. Un, buğday, bulgur, ne verirlerse onla geçindik. On beş köy gezdik, kimse bana demedi ki
“Şu sazı bir çal, dinleyeyim.”
Bizim başka gelirimiz yoktu. Bu işi yapmak zorundaydık. Babam beş öksüzü hangi duvarın dibine bıraksın da gitsin? Çaresizlik içinde kalıyordu. İnsana yakışmayan bu aşağılamaları istese de kabul etmişti, istemese de.
Ümit yokluğu içindeydik. O sıra radyo diye bir şey kuruldu, toplanıp dinlerdik. Orada dayım Hacı Taşan’ı duydum. Onun sesini duyunca, yerimde duramaz oldum. Kimseye haber vermedim. Aldım sazı, bindim otobüse, Ankara Radyoevi’ne gittim. İlk gün kimseyle konuşamadık. Ertesi gün nihayet içeri girdim, Muzaffer Sarısözen hocayı gördüm, oturuyordu. Orda babamın bir bozlağını havalandırdım. Hoca kalktı, karşı tarafa notasını yazdı. Beğendiler. Kayıttan sonra döndüm köye. Üç ayda bir de mektup gelirdi. Çağırırdı, söylerdim.
Sonra İstanbul’a gittim, günlerce karın tokluğuna iş aradım. Nihayet Şençalar Plak stüdyosuna gittim. Orda çaldım, mukavele imzaladım. Kadri Şençalar beni aldı, Beyoğlu Saz’a getirdi, öğle ve akşam orada yemek yiyeceğim, akşamları da saz çalacağım. Plak başına 25 kuruş alacaktım ama, nerde. İki sene İstanbul’da böyle çalıştıktan sonra Kırşehir’e döndüm ama tutunamadım oralarda. Ankara’ya gittim, orda pavyonlarda çalıştım.
Ankara’da Bayram Aracı’dan çok esinlendik. Mahzuni’yi dinlerdim, o da beni dinlerdi. Orhan Gencebay’ı da dinlerdim, sözleri sağlam olduğu için. Davut Sulari’nin sazını da sesini de severdim; kendine has bir tavrı vardı. Veysel’imize saygımız var, ‘şair’ derim ben ona. Abdal olmayan herkes ağamızdı.
Her sabah kalkar çarşıya giderdik, akşam olmadan da evimizin ihtiyacını alır, dönerdik, İstanbul’dayken gördüm, orda herkes birbirine denkti. Ona sebep, ben de Kırşehir’de şapka takmamıştım. Yolun kenarında cami vardı. Yaşlılar caminin kenarında oturuyorlardı. Dönüşte caminin önünden geçerken çocuklar beni taslamaya başladılar, Bağbaşı mahallesinde şapkasız geziyorum diye. O tarihlerde Abdalların şapkasız dolaşması olacak iş değildi, saygısızlık olarak kabul edilirdi. Bizler saçımızı tarayıp da insan içine başı açık çıkamazdık, kabul edilmezdi, hazmetmezlerdi. Şapka takmak da yetmezdi, kaşımıza kadar indirirdik, gerisini siz anlayın. Düğün-derneklerde de sürekli şapka takardık. Abdal olmayan herkes, büyüğü de küçüğü de bizim ağamızdı. Onlara hürmet göstermek zorundaydık. Beş yaşında bir çocukla bile “Ağamın oğlu, ağamın kızı.” diyerek konuşurduk.
Bizi aşağılayan insanlara, verecekleri bahşişe muhtaçtık O da bilirdi. Biz onlara muhtaçtık. Onlar düğününe çağıracak ki biz çalıp bahşiş alıcaz. Kimi şikâyet edelim? Öyle bir cesaretimiz yoktu, aç kalırdık. Ondandır ki ayrıldım o topraklardan. Çeşitli türkülerde de isyan ettim buna.
‘Abdalların şapkasız dolaşması olacak iş değildi, saygısızlık olarak kabul edilirdi. Bizler saçımızı tarayıp da insan içine başı açık çıkamazdık, kabul edilmezdi. Şapka takmak da yetmezdi, kaşımıza kadar indirirdik, gerisini siz anlayın.” “Almanya’da evimdeyim, TRT’de ‘rahmetli Neşet Ertaş’tan alınan şu türkü’ deniliyordu. Herhalde ölmemizi istiyorlardı, ama bizden evvel gittiler.”
Bir mantık olmalı insanda. Bizim ozanlarımız kendilerini Tanrılaştırmışlar. Bunların hiçbiri doğru değil. Sen Tanrı isen hepimiz Tanrı’yız, sen kulsan hepimiz kuluz. Neyin kuluyuz? Gönül kuluyuz.
“Almanya’da evimdeyim, TRT’de ‘rahmetli Neşet Ertaş’tan alınan şu türkü’ deniliyordu. Herhalde ölmemizi istiyorlardı, ama bizden evvel gittiler.”
Bir mantık olmalı insanda. Bizim ozanlarımız kendilerini Tanrılaştırmışlar. Bunların hiçbiri doğru değil. Sen Tanrı isen hepimiz Tanrı’yız, sen kulsan hepimiz kuluz. Neyin kuluyuz? Gönül kuluyuz.
Genç yaşlarımızda hiçbir şey düşünmeden âşık oluruz. Çalışmaya başladım, evlendim ama yüreğimdeki aşk sönmedi. Yani âşık olmadan evlendim. Bu doğru değildi. Evlenecek bir insanın, evlenmeden evvel yaşadıklarını ruhundan çıkarması lazım ki evliliğine yönelsin. Mutlaka yüreğe iz eden olaylar vardır, onlar ayrı. Ben evliliğe saygıdan bahsediyorum. Keremler gibi yanarken, bekâr hayatından kurtulmak için evlenmem gerekiyordu. Böyle bilinçsiz adımların sonucu ayrılık oldu.
Anadolu’da nahiye ve kazalar dâhil, hep gezdim. Yorulmak nedir bilmiyordum. Ben kendi özgür düşüncemle, kendi türkülerimi söylemeyi seçtim. Deyiş söyleyebilirdim ama deyişler arifçedir, önemli olan cahili eğitmektir. Bütün kötülükler cahillikten kaynaklanıyor:
“Suçun sorumlusu ruhtur, vücudun günahı yoktur.” Ben 2-3 yaşlarında evcilik oynarken âşık olduğum o kıza söylediğim türküyü baştan sona bitiremem; “
Bugün bana bir hal oldu / Yardan kara haber geldi.” Kuru kuru, belki kendimi kontrol edip söyleyebilirim, içkili olursam söyleyemem. ‘Hata Benim’ albümünde de bir yerde takıldım. O albümdeki türküler bir nokta üzerindedir. Kendimizi bildik, hatalarımızı anladık, af diledik, kabul edilirse.
Benim ayağım yalın, karnım açtı. Çocukluğum, gençliğim böyleydi. Ankara’nın kalabalık caddesinde bir yoksul gördüm mü ona ne gerekiyorsa verirdim. Böyle bir dünyam vardı. Kaç kişiyi evlendirdim, bilmiyorum. Zaman oldu parmaklarım durdu. Evvelden de çalarken ufak tefek olurdu ama “Kalsın” derdim. Alkol, gıdasızlık. Sabah kalktığımda aç karnına bir dolu bardak susuz rakı içmezsem kendime gelemiyordum. Bizim sanatta nereye gitsen önce içki gelir. Ankara’da pavyondayım, perdeye basmak istiyorum, basamadım. Korkularım da var, evvelden. Gövdemden biı su boşaldı, sahneden indim. Hacettepe Hastanesi’nde hemen müdahale edecek imkân yokmuş. İsviçre’den bir doktor gelmiş. Sabaha karşı evini bulduk. Masaya yatırdı beni, ucu iğneli telefon fişi gibi bir kabloyu parmaklanma soktu, cereyan verdi, “Başka bir şey yapamam” dedi. Evimin kirasını ödeyemedim. Bir tanıdığa anlattım, “Böyle böyle” diye. Kravatını düzeltti, “Hı, hı” dedi, gitti. Sonra kardeşimin gönderdiği bakım kâğıdıyla Almanya’ya gittim. Gurbetçilerin geçtiği köprüden aynı şekilde ben de geçtim.
Karacaoğlan ne demiş? “
İyi günde yaren, yoldaş çok olur / Dar gününde dost bulunmaz, nedendir?” Çalıp söyleyemiyordum, evden çıkmak zorunda kaldım. Çocuklarım analarının yanındaydı. Tedavi Almanya’da da 5–6 ay sürdü. O sürerken de düğünlere gidiyordum, bize ekmek lazımdı. Buradan gittiğimde çok etkilendim. 20 küsur sene Almanya’da kaldım. Evime gelmek şöyle dursun, bir gün bir telefon eden, “öldün mü, sağ mısın?” diye soran olmadı. Aha, geldim, gidiyorum, duymadım. Hâlâ yok. İki-üç senedir, Telif Hakları Kanunu çıktı da türkülerimi okuyacak birisi olursa Kalan Müzik’i arıyor, firma da bana soruyor.
Ben radyoya imtihanla girmiştim, ayda iki defa 15 er dakika program hakkı verdiler bana. Nida Tüfekçi Ankara’ya Halk Müziği Şube Müdürü olarak gelmişti, ilk işi bizi dışarıya atmak oldu. Âşık Veysel’in bütün türkülerini, benim türkülerimi listeden çıkartmış, 5 tane türkümü bırakmışlardı. Bir daha radyoya uğramadım. Şimdi yenilik yapmak zorunda kaldıkları için benim türkülerimi de ekliyorlar.
Almanya’da evimdeyim, TRT’de “rahmetli Neşet Ertaş’tan alınan şu türkü” deniliyordu. “Gitse de kurtulsak” mı diyorlar, nedir? Kimseye bir zararım da yok, kimsenin türküsünü çığırmıyorum. Alnımızda “ayrı bir millettir” diye yazmıyor. Herhalde ölmemizi istiyorlardı, ama bizden evvel gittiler, 55 senedir sahnedeyim, türküler veriyorum. Biz bir renkiz, ben de bu ülkenin bir sanatçısıyım. TRT halkın vergileriyle yasayan bir kanal; benim diğer kanallarda, şov programlarında ne işim var? Şov sanatçısı mıyım ben? 70 yaşına gelmişim.
Ne demek devlet sanatçılığı? Hepimiz bu devletin vatandaşıyız, bu memleketin sanatçısıyız. Ayrıca bir “devlet sanatçısı” ne demek? Ben burada bir “ayrım” gördüğüm için kabul etmedim.
Korsan kasetçiler maalesef ruhumu çok yıprattı. Neler neler. Yarım asır geçmiş, firmanın sahibi ölmüş, oğluna geçmiş; o ölmüş, onun oğluna. Burada Kalan Müzik’e teşekkür ediyorum. Ortada, ayaklar altında kalmış eski plakları derledi, topladı, düzgün bir şekilde yeniden sundu. Bazı kanallarda görüyordum, türkümü söylüyorlar, adımı söylemiyorlar. “Bu türkü kime ait?” diye soruyor, kimisi “Naçizane” diyor. Bunlar da beni rahatsız etti, bahane oldu, geldim. Harbiye konserinde şaşırdım oranın dolu olduğunu görünce; sevindim de tabii. Bu cesareti de Hasan [Saltık] sağladı, ona borçluyum bunu.
Anadolu’da, her yerde, son yıllarda gençlerin türkülerime rağbetini görüyorum. Üniversiteler özel konserlere davet ediyorlar gidiyorum. Konser bitiyor, etrafıma doluşuyorlar, sorular soruyorlar. Ben söylediğim türkülerin sözlerini “Sorusu da cevabı da içinde” olarak söyledim. Gençler, talebeler bunun ne olduğunu anlıyorlar. Yıllar önceki konserlerimde yaşlılar, orta yaşlılar olurdu. Bugün ise daha ziyade gençler dinliyor.
Son yıllarda Abdal kimliğimi özgürce ön plana çıkarmaya başladım. Evet. Madem “şu, şu” dendi, ben Abdal’ım, neslim de Abdal. Yani şu Laz, şu Kürt, şu Çerkez, Tatar ise, beni zaten —ben söylemeden- karşımdaki söylüyor: “Abdallar” diyor, ben de “Evet, Abdal’ım” diyorum, “benim adımı sen koydun.” Ben diyorum ki, insan ve insanoğlu var. Bunlara ayrı ayrı isim takmak suçtur. Bu bir ayrımcılıktır, doğru değildir. Kim söylediyse suç işlemiştir. Bir aşağılık, bir yukarılık. Bu ayrımcılığın sonu kavgadır, kavganın kârı var mı?
Birbirine düşman olan Fransa, Almanya, öteki beriki gelmişler bir araya, insanca anlaşmışlar, sınırlarını açmışlar birbirlerine, ne güzel. Bütün dünya eninde sonunda birleşecek.
İzmir’de müstakil bir evim var orda. Aşiretler geliyorlar, oturuyok, dertleşiyok. Bir de küçük bahçem var. 11–12 çeşit meyve dalı diktim, onlarla vakit geçiriyorum. Kanaryam Almanya’da kaldı. Hep bir kanaryam olurdu. Serbest bırakırım; kafesi vardır ama kapısı açıktır, yemini yer, çıkar. Onu bağlayamam ben. Kuşların en güzel seslisidir o.
Kendi görüşüm bu. Bektaşi’yim ben, deyişler çocuğuyum. İnsanlara doğruyu onların anlayacağı şekilde söylemek gerekiyor. Şu kısa ömürde insanlar dünyaya geliyor, nereye geldiğini bilmeden gidiyor çoğu:
“Vücut ölür ama ruhlar ölmez / bunca mahlûkat var, hiçbiri gülmez / Cehennem azabı zordur çekilmez / Azap çeken hayvanları görmeli.” Kendi doğrularımı söylüyorum.
Abdallarda kadın sanatçı yok, çıkmaz. Yok, bizde kadın müzisyen yok. Çalmazlar da, okumazlar da. Aile şeyi böyle. Yarım asır geçmiş, şimdi bile yok. Çünkü gidip geldiğimiz yerler erkek yerleri; düğünlere gidiyoruz. Varsa da, kendi aralarındadır.
Günümüzde Kürt Abdalları da var. Neden Kürt Abdalı? O da babalarımız gibi, gitmiş, Kürt köyünün içinde kalmış, Kürtlerin düğünlerinde çalmış, Kürtçe öğrenmiş. Onlara da “Kürt Abdalı” derler. Herkes nerede ise oranın Abdalı olmuş, biz de Anadolu’nun Abdalıyık.
Bizim çocuklarımız şapkalarının gölgesinden çıkamıyorlar. Duygusal insanlar bunlar, davet edilmeyen yere gitmeyen insanlar. Başkaları bizim türkülerimizi televizyon kanallarında söylüyor. Bizimkiler o cesarete sahip değiller. Eskiden düğünlerde “Cin işi, şeytan işi” derlerdi, kimse elini uzatmazdı saza, kemaneye, davula, zurnaya. Okula giden gençler baktılar ki cinin de, şeytanın da fotoğrafı yok, aldılar davul-zurnayı, sazı ellerine. Bizimkiler aç kaldı. Tahsilleri yok, aç kalanlar da dağıldı her tarafa. Benim bütün hısım-akrabalarım İzmir’e gelmiş.
Şimdi hanımlar ev temizliğine gidiyorlar, kalanlar da hanımlarının yolunu bekliyor, bir cigara parası getirecek diye. Kendi mesleklerini yapamıyorlar. Bu gelenek, bu kaynak yok oluyor tabii. Abdallar dağıldı gitti. Bu türkülerin kaynağı kuruduğu zaman bu kültür ölmüştür.
Bu kültüre Kültür Bakanlığı’nın el atması lazım. Bakanlığın, Türkiye’nin dört köşesindeki kaynakların özüne inmesi lazım. Abdallara aylık verilmesi lazım, “Siz bu kültürde doğal olanı devam ettirin” denmesi lazım. Benim ricalarımla Kırşehir’den ve Keskin’den 15er kişi bakanlığa alındı. Sözleşmeliler; kadroya alınmadılar daha. Bu insanların tahsili yok. Gençler okuyor ama bu sefer de sazı bırakıyorlar. Saz bize ecdattan gelen bir kanaldır, kaybolmaması gerekiyor”.[2] Alıntı.
Kaynak: Halk Kültüründe Abdallar ve Bozlaklar Cevat Kulaksız 2012 kitabından alındı.
ABDALLAR DESTANI
Düğünlerde saz çalarak ekmeğini kazanan
Kırşehir’de “Abdallar” diye anılan
Ustalarımızı saygıyla selamlıyorum.
Cevat Kulaksız
“
Tanrı’nın dili Türk olsun, Rum olsun, Arap olsun âşıkların dilidir”. Mevlana-
Tanrı her insana rızk vermiş,
Ustam kazanır ekmeği saz ile
Onlar davul sazdan ün almış,
Abdallar kazanır saz söz ile
Onlar “aptal” değil Abdallar,
Her düğüncü onları kollar,
Kırşehir’de şen şakır kullar,
Abdallar öğünür siz biz ile.
“Aptal” deme onlar ustalar,
Severiz onları eşler dostlar,
Meftun olurlar iyiler hastalar
Düğünde aranırlar herkes ile.
Ustalarla oynar oluruz şen,
Kırşehir’de var düğün nişan
Ustalarla alırız şöhret şan
Abdallar kazanır rızk saz ile.
Bağbaşı Kaman’da Kömevler,
Onlarla şenlenir bütün evler,
Dağılır saz ile gam ile keder,
Eve döner usta elde kaz ile.
Yanık olur sazlı bozlaklı ağıt,
Sazla verirler nasihat öğüt,
Abdalla gamı kederi dağıt,
Kemanda yanar içi köz ile.
Düğün için gurbette yolları,
Kış gelince zor olur halleri,
Tanrım rızksız koma kulları,
Düğüne yola giderler tez ile.
Onlarsız olmaz nişan düğün,
Usta şeref şan katar o gün,
Kırşehir’li sen onunla öğün,
Ustalar da sevinir siz biz ile.
Neşet Ertaş bizim gururmuş,
Onlar ile şen olur öğünürüz,
Çekiç Ali, Neşet onurumuz,
Getirirler gelini sazla kız ile.
Alamancıdır düğünlerin hası,
Bahşişle artar şendir çalgısı,
Az paraya azca çalar bazısı,
Bahşişi de süzerler göz ile.
Kaman’da Bahri-Tufan Altaş,
Bağrından çıktı Neşet Ertaş
Onlarla düğün olur arkadaş,
Koşarlar düğüne saz söz ile.
Sazla kemanla ekmek parası,
Bahşişte olmaz ölçü pahası,
Rızk çalgıdan var mı dahası,
Çalarlar çalgıyı içten öz ile.
Günah neresinde sazın hoca,
Varmıdır içinde dışında baca,
Rızka koşarlar borca harca,
Böyle rızk kazanırlar az az ile.
Bozlak söyler dilimiz bizim,
Doğru çalar telimiz bizim,
Eşe dosta malum halimiz,
Kırmayız kimseyi bir söz ile.
Davuldur düğünlerin sesi,
Zurnadır çalgıların da hası,
Geldi bahşişe damat ağası,
Alırlar emekle bahşiş hız ile.
Bizde usta, Abdal, Tahtacılar,
Gurbete gelin oldu kız bacılar,
Dinsin dertler, bitsin acılar.
Bitirdik gamı, acıyı saz ile.
Söylenir bizde içli bozlaklar,
Kestik düğüne tavuk oğlaklar,
Bahşişe damat cebini yoklar,
Halaya duralım el kol diz ile.
Zor olur gariplerin düğünü,
Gelirler ustalar düğün günü,
Alamancı getirdi garibin gelini,
Garibin düğününe gelir naz ile.
Ustanın Ustası Hacı Taşan,
O sözünden sazından taşan,
Düğüne koşup dağları aşan,
Zengin düğününe gelir tez ile.
Düğün var gidelim mi Balâ’ya,
Çalsın davul duralım halaya,
Gelin kaçtı düğünden halaya,
Yalvar yakar gitti niyaz ile.
Kayın geldi Büyük Teflek’ten,
Kınacı gitti Kaman Yelek’ten,
Düğüne un eledik ince elekten
Düğün aşı pişer ateş köz ile.
Davul zurna Saz, kemani,
Geçti mi yosa kına zamanı,
Nerde geline altın küpe hani,
Kınacı gittik coştuk haz ile.
Tavuk, kaz, içki nerede rakı,
Damadın adı da Kara Hakkı,
Düğün şanı bumudur hakkı.
Kınada istediler hindi söz ile.
Davulum var has deriden,
Damat da gelir mi geriden,
Gelin kız göründü beriden,
Gelin gider gurbete yoz ile.
Pişti mola acep düğün aşı,
Kimler çekecek halay başı,
Gelin gider döker gözyaşı,
Gelin götürürler yaz güz ile.
Oğlum Ali öğren şu sazı,
Belle şu ekmek kapımızı,
Usta ol düğüne gidek bazı,
Öğrenir usta sazı naz ile.
Yosa kravatlı memur ederim,
Memur eder süründürürüm,
Belle şu sazı sitem ederim,
Memuru da az görür itiraz ile.
Şahan Usta iyi çalar zurnayı,
Avazı indirir gökteki turnayı,
Geline de taktık çifte burmayı
Düğünümüz oldu hoş haz ile.
Geline aldılar sandık çeyiz,
Başlık da çok ne edeceğiz,
Yelek’ten geldi okuntu ceviz,
Davulla geldi assap kaz ile.
Damat bizim gelin de bizim,
Geldi okuntu bahşiş kızın
Çekemedik kayının nazın,
Çektik derdini inat naz ile
Düğün nişan bir de sünnet,
Çalarız sazı etmeyiz minnet,
Düğünü sünneti ister millet,
Gider döneriz rızk gaz tuz ile.
Düğünde taklitçi Kel Nönü,
Başına da takmış bir honü,
Güldük kırıldık düğün günü,
Kınacı geldi bohça bez ile.
Pirimiz de Pir Sultan Abdal,
Ondan dediler bize Abdal,
Bizi yanlış bilenler aptal,
Anarız pirimizi saz öz ile.
Hoca şeytan yok sazımızda,
İçimizde hile yok sözümüzde,
Dünya malı yok gözümüzde
Gideriz düğüne elde saz ile.
Kız anası nerdedir kız anası,
Gelsin bu gelinin kaynanası,
Yakılsın eline gelinin kınası,
Kına yakın davulum baz ile.
Davul saz var mıdır köçek,
Gelin alayı köyden geçecek
Kınacı yakın geldi gelecek,
Assap geldi yemiş çerez ile.
Gelin gelsin de nikâh kıyalım,
Azığına da tavuk mu koyalım,
Davulcu gelsin bir görelim.
Davulsuz olmaz boz boz ile.
Sözüm çok bitmedi destanım,
Geline dar mı geldi fistanım,
Ona feda olsun bağ bostanım,
Mutluluk dileyin içten niyaz ile.
Düğüne attı dokuzlu dabanca,
Damat vuruldu boylu boyunca,
Cenderme geldi olayı duyunca,
Düğün dernek dağıldı şapaz ile.
Atmayın düğünde dabancayı,
Ağlatırsın kardaş, ana bacıyı,
Söndürürsün ocağı bacayı,
Yoksa ana baba yanar köz ile.
Uzaktan hoştur sesi davulun,
Damat vuruldu siz sağ olun,
Düğüne bitti hemen savulun,
Düğüne nazar değdi göz ile.
Ağam nerde düğünün senin,
Varmıdır köyde ünün senin,
Şenmidir hanen günün senin,
Çalar şen ederiz davul saz ile.
Biz Türküz Oğuz boyundan,
Ahiler Abdal pir soyundan,
İçtik Oğuz, Avşar suyundan,
Geldik Horasandan saz ile.
Geldi kınacılar hani ya siniler,
Taklit çıkarır dı Kel Nönüler,
Taklide kahkaha ile güldüler,
Güldük düğünde hoş naz ile.
Yapardı sünnet Veysel Usta,
İyi oldu pipi olmadı hasta,
Hem sünnetçi hem de usta,
Ustaya bahşiş verdik kaz ile.
Ustaya verdik bahşiş çorap,
Bolca içtiler rakı ile şarap,
Sarhoş oldu da ettiler harap,
Sarhoştan bıktık dilbaz ile.
Bayrak kalktı nerde ustalar,
Düğüne gelsin eşler dostlar
Pişti düğüne börek pastalar.
Ocak yaktık tezek ile köz ile.
Köçekler taktı çifte zilleri,
Bozlak türkü söyledi dilleri,
Bahşiş için kestiler yolları,
Assapçı göründü herkes ile.
Veysel usta yaptı bin sünnet,
Etmedi hiç kimseye minnet,
İki işte de eder idi hizmet
Yapardı sünneti niyaz ile…
Yetti Cevadî bitti mi kalem
Ustam sizlere olsun selâm
Düğünde size haber salam
Tam çalgı saz gelin tez ile
BOZLAK DESTANI
Cevat Kulaksız
Oğuz Türkmendir aslımız
Avşar’dan gelir neslimiz.
Türküdür bizim destanımız
Bozlaktır bizim türkümüz.
Bozlaklar bizim sazımızda
Türküler kışımız yazımızda
Sevgidir çoğumuz azımızda
Bozlaktır bizim türkümüz.
Bitimola Kırşehir’in gülleri
Acep değiştimola halleri
Yine bozlak söyler mi dilleri
Bozlaktır bizim türkümüz.
Sazımız ekmeğimiz aşımız
Dertten azade değil başımız
Türkü olur bize gözyaşımız
Bozlaktır bizim türkümüz.
Neşet Ertaş, Hacı Taşan
Türkülerde coşup taşan
Gurbetten sıladan koşan
Bozlaktır bizim türkümüz
Bozlak söylenir dillerde
Türkü ile gurbet ellerde
Bozlak var dertli dillerde
Bozlaktır bizim türkümüz.
Terme, Özbağ, Âşık Paşa,
Yiğit dayanır dertli başa
Bozlak söylenir coşa taşa
Bozlak bizim türkümüz.
Türkü dilde sazımızda
Varlık yokluk azımızda
Ağıt türkü bol yazımızda
Bozlaktır bizim Türkümüz
Bozlak bir ağıt feryattır
Türkümüz bizlere ağıttır
Atadan bize bir öğüttür.
Bozlaktır bizim türkümüz.
Bozlaktır bizim türkümüz
Dost sevmektir ülkümüz
Aşkistandır bizim ülkemiz
Bozlaktır bizim türkümüz.
Bozlakta gizlidir derdimiz
Sazın avazındadır sırrımız
Türkü bozlaktır sesimiz
Bozlaktır bizim türkümüz.
Çekiç Aliler, Hacı’lar, Neşet
Bize de bir bozlak bahşet
Bizim sazımıza kuşattılar şet
Bozlaktır bizim türkümüz.
Ağıdımız derdimiz türkü
İçimizdeki ulu Atatürk’ü
Severiz türküyü Türk’ü
Bozlaktır bizim türkümüz.
Fırgat gelir Kızılırmak’tan
Ağıt olur bize yakın ıraktan
Bozlak olur ağıt feryattan
Bozlaktır bizim türkümüz
Türkü çalar telli sazımız
Allı turnadandır avazımız
Bozlak söyler ağzımız
Bozlaktır bizim türkümüz.
Yiğit biner arabatına
Dağlar aşıp gider yâdına
Kemlik mi getirir adına
Bozlaktır bizim türkümüz.
Bize engel mi karşı dağlar
Sılaya mı gider allı durnalar
Gurbette yar yaren ağlar
Bozlaktır bizim türkümüz.
Ölüler, diriler, düğünler,
Bozlak ile geçti günler
Bizde türkü ile öğünürler
Bozlaktır bizim türkümüz
Gönül takıldı kaşı karaya
Destan oldu bahtı karaya
Acep ilaçmıdır bu yaraya
Bozlaktır bizim türkümüz.
Kızılırmak nettin yiğidimi
Kanlı selin yiğidimi yedimi
Mahzun kodun çifte yetimi
Bozlaktır bizim türkümüz.
Gurbet olur dağlar arası
Döne dolana sılaya varası
Bozlak olur gönül yarası
Bozlaktır bizim türkümüz
Bir ağıt geldi bozlaktan
Türkü olur acılar dertten
Bozlak içten, acı yürekten,
Bozlak bizim türkümüz.
Destan:
Cevat Kulaksız
[1] Türkülerden Kırşehir Abdallarına. http://mesaj.antoloji.com/?sayfa=profil&kisi
[2] http://www.candundar.com.tr/index.php?Did=6530
Ünlü Halk Ozanı Neşet Ertaş’ın Yaşamı 1 - Cevat Kulaksız
Büyük Halk Ozanı Neşet Ertaş -2:Neden “Ertaş” Soyadını Almış
Büyük Halk Ozanı (3) : “Seçim-Geçim-Gurbet Neşet Ertaş”
Büyük Halk Ozanı (4): Kırşehir Abdalları’nın Yoksulluk Feryadı