Sabahattin Ali’den Uğur Mumcu’lara, Prof.Dr. Muammer Aksoy’lara kadar evlerinin önünde katledilen nice aydınların başına gelenler gibi olamayacağını kimse garanti edemezdi. Günümüzde bile çağdaş dünyada, iktidarda olan güçlerce kendi düşünce ve görüşte olmayanlara neler yapılmıyor ki.
İnsan kendi kendine sormadan, düşünmeden edemiyor: Demek ki Ömer Hayyam’ların, İbni Sina’ların zamanında yani bin küsur yıl önceki yöneticiler, şimdiki “ucube” yöneticilerden çok daha olgun, hoşgörülü imişler ki, o denli çağın en büyük bilginleri yetişebilmiş.
Günümüzün siyasileri, yöneticiler bir padişah, kral edası, babalanması ile milletin sanatçısını, yazarını, gazetecisini, aydınlarını, kendilerini eleştirdi, karikatür çizdi diye en azından onlar hakkında tazminat davaları açıyorlar, hapislere atılıyor, süründürülüyor yahut da en seçkin aydınlar yandaşları tarafından bu “bertaraf” edilerek katlediliyor. Tiyatro oyunlarında başbakan ve yönetimini eleştirdikleri için, ülkenin kültür okulu olan tiyatroları özelleştirme söylemi ile kapatmaya gitmekteler. Mehmet Tezkan’ın köşesinde dediği gibi, “aslında tiyatro bahane amaç aydınları, okuryazarları, kanaat önderlerini halk düşmanı göstermek”. Eğer bu sözde gerçek payı varsa, bu olay geleceğimize ve kültürümüze vurulan bir darbedir.
Sebahattin Ali’den Necip Hablemitoğlu’na kadar katledilen nice aydınımız niçin katledildiler? Sadece düşünceleri uğruna katledildiler.
X., XI. ve XII. Yüzyıllarda, İbn-i Sina’ların, Ömer Hayyam’ların, Biruni’lerin devirlerinde İslam Dünyasında yaşayan insanların hoşgörü ve kültür anlayışı, bilime saygıları günümüzdeki yaşantımızdan daha olgun olmalı ki, Batı’nın üç yüz yıl hayran kaldığı İbn-i Sina gibi bilim adamları ile Ömer Hayyam gibi felsefik, hiciv ve taşlama dolu şiirler yazan fikir adamı aydınlar yetişmiş.
X. XI. XII. Türk-İslam ülkelerindeki bilim, bilimsel görüş, matbaa olmamasına karşın elle yazılan kitapların sayısı, Avrupa’dan, Yavuzdan sonraki Osmanlıdan bile kat kat üstün olurken, yöneticiler daha ileri görüşlü ve hoşgörülü idi. O zamanları elle yazı, kitap yazan komisyonların kimisi yazı yazarken, kimileri harıl harıl Yunan Klasiklerini çeviriyorlar. Kütüphaneler açılıyor, kütüphane olmasa bile develerle nice kitaplar şehir şehir dolaştırılıyor, insanların kitap okumaları sağlanıyordu. Onun için bu yüzyıllarda en seçkin bilim adamaları yetişebilmiştir. İslam’ın yeni kabul edildiği bu çağlarda aydınlar ve toplum üzerinde dinsel kökenli hurafeli baskı henüz baskın değildi. Daha sonra, özellikle Yavuz ve Kanuni’den sonraki süreçte, bilimsizlik ve dinsel kökenli hurafeli baskı, halkın, aydınların üzerine çöreklenmeye başlayınca, devlette gerilemenin başladığını, yıkılışa doğru gittiğini yaşayarak gördük.
Bu yıkılış Atatürk aydınlanmasına, 1923 Laik Devlet kuruluşuna kadar devam etmiş. Atatürk aydınlanması bu yıkılışa “dur” demişse de, daha sonra gelen din bezirgânlarının, günümüze kadar karşı devrim dincilerinin iktidarı ile bilim ve bilim adamlarına, aydınlara karşı tekrar Osmanlıdaki gibi baskılar başlamıştır. Dinsel kökenli, hurafe ile yoğrulmuş laiklik düşmanlarının galebesi devam ettikçe, arttıkça Türk toplumu çağdaşlaşmayı devam ettiremez, bilim üretemez. İşte bu baskı, bilim ve düşünceyi yâdsıma yüzünden Türk Toplumu, İbn-i Sina gibi evrensel bir bilim adamı çıkaramamıştır. O nedenle Nobel alan tek bir bilim adamımız yoktur.
Bilim ve bilim adamı bağımsız, özerk ve özgür olmalıdır. Bilim ve bilim adamı şu parti, o kişi, şu ideolojinin emrinde, tekelinde ve de dinsel doğmaların etkisi altında ise, her alanda biatçı bir yönetim anlayışı baskın ise o ülkede asla bir yaratıcı düşünce oluşamaz. Günümüzdeki iktidar partisinin “muhafazakâr, dinci toplum yaratma istemi 4+4+4 denilen eğitim öğretim süresinin, görünüşte 12 yıl gibi gösterip, kesintili uygulaması toplumu eğitim öğretimden yozlaştıracaktır. Osmanlı padişahı ve ulemasının, felsefeye ve bazı bilim dallarına karşı olması, Osmanlıyı yüzyıllarca nasıl geri bırakmışsa, AKP-RTE nin toplumu, muhafazakâr ve dinsel tabulara yönlendirmesi de Türk toplumunu uzun bir süreçte geri bırakacaktır.
Yukarıda vurguladığımız Ömer Hayyam’ların, İbni Sina’ların çağında en seçkin bilim adamları yetişirken, ne zaman ki Yavuz Sultan Selim 1517 de İslam Halifeliğini Osmanlıya getirdikten sonra, hurafelerle de mayalanan dinsel baskı aydınlar üzerine karabasan oluşturmaya, bilim dışına çıkılmaya başlanmış, sonunda da topluma geriliği telkin eden “ucube” ulemalar üretilmiştir. Gerilemeyi yaratan bu süreç yıkılışı hızlandırmış, ta 1923 Cumhuriyet aydınlanmasına kadar devam etmiştir.
Laik, çağdaş bir devlette hiçbir iktidar topluma bir dinin üstünlüğünü, bir dinin devlet yapılanmasında üstün olmasını savunamaz, uygulayamaz; bu bağlamda eğer, yürütmenin uygulamalarını gerçekten denetleyecek, söylendiği gibi iktidarın güdümünde, paralelinde olmayan, bağımsız, tarafsız bir yargı, Anayasa Mahkemesi varsa devletteki dinsel yapılanmaya dur demesi gerekir.
Bu İslâm Bilginlerinin en verimli çağlarda yaşadığı süreçte, Avrupa’daki bilim adamalarının çektiklerini, bilimsel görüşleri yüzünden ateşlerde yakıldığını düşünce tarihinin karanlık sayfalarında yazılıdır.
İşte bu şiirleri yazan Ömer Hayyam (Nişabur 1048—1122) , çağın tanınmış ozanı olduğu kadar, matematik ve astronomide de çok başarılı bir bilim adamı idi; İsfahan’da bir gözlemevi açtı.
Hayyam “çadırcı” demektir. Çadırcılık babasının mesleği olduğu için bu adı almıştır. Asıl adı Gıyaseddin Ebu’l Feth Bin İbrahim El Hayyam) Çağının devlet adamaları, bu bilim adamlarını koruyor ve el üstünde tutuyorlardı. XI. Ve XII. Yılın en büyük matematikçisi sayıları kuram cebir dallarında çalışmaları vardır. En önemli cebir yapıtı “Risale fi’l-Barahin alâ Mesailû’l Cebir ve’l Mukabele”. Hayyam şeriata ve öbür dünyanın varlığına kuşku ile bakar, dinlerin kesinliğini ciddiye almaz, insanın güçsüzlüğü ve cehaleti karşısında kaygı duyar. Cahil ve yobazları taşlayarak alaya alırdı.
Avrupa’nın bilim, tıp adamaları ve kitapları Orta Çağ Avrupa’sında, din adına amansızca yakılıp cezalandırılırken, İslâm bilginleri korunduğu, desteklendiği için, İbn-i Sinalar, El Hay zem’ler, Biruni’ler, Hayyamlar daha niceler yetişmiş, Avrupa’ya ve insanlığa rehber olmuşlardı. Orta Çağda Avrupa, cehaletin karanlık baskısı içinde bilim adamları yok edilirken, Türk-İslam ülkelerinde bilim çağın zirvesinde yaşıyordu. Matbaa bulunduktan sonra bile, o devirdeki el yazması kitapların sayı ve kalitesine yüzyıllarca ulaşamamıştı. Batı. Avrupalıların “Avicena” dedikleri ve çağın en büyük tıp bilim adamı İbn-i Sina’nın yazdığı tıp kitapları, üç yüz yıl boyunca Batı tıp okullarında ders kitabı olarak okutulmuştur. Bütün bunlar özgür düşüncenin, özgür yazmanın ürünleridir.
“Cennet, Cehennem, bu yerleri gören oldu mu” diyen Ömer Hayyam, bu sapıkça görülen şiirleri yüzünden dışlanmak şöyle dursun, vali olarak çalıştırılıp el üstünde tutulmuştu. Oysa günümüzde bazı kimseler, sanatçıların eleştirilerine, çizdikleri karikatürlere, yaptıkları heykellere “ucube” diyerek tahammül edemezken, 900–1000 yıl önceki hoş görü karşısında insan hayrete düşüyor.
Bilim ve sanattaki hoşgörü, düşünce ve yazma özgürlüğü, demek ki, insanda yaratıcığı artırıyor. Ne yazık ki, ne Osmanlı ne de günümüzün din istismarından beslenen, din sömürüsünden nemalanan politikacıları bunun ayırdına varamamışlar, varsalar bile hınzırca nemalandıkları için dini siyasete alet etmekteler, yandaş olmayanlara zulmetmekteler. Çağdaş dünyada Türkiye’yi çağ dışı gösteren günümüzdeki aydınlara, yazarlara yapılan hukuk dışı baskılara, evlerinin önünde katledilen, zindanlara atılan nice aydınımızın durumuna bir bakın. Özgürce düşünmek, özgürce yazmak şöyle dursun, daha basılmamış kitapları bile fellik fellik arayıp suç aleti, suç delili olarak göstermek hangi çağdaş hukukla, uygar ülkeyle bağdaşır?
Bu baskı altındaki ülkede İbn-i Sina gibi bilim adamı, Ömer Hayyam gibi bir düşünce adamı çıkamaz. Bir Nazım Hikmet, bir Aziz Nesin gibi daha nice yazarlara, aydınlara yaptıklarımıza bir bakın. İçine girmeye çalıştığımız AB ülkelerinin hangisinde böylesine düşünce ve yazma yasaklığı ve baskı var?
Orta Çağ’da aydınlar engizisyon mahkemelerinde yargılanıp teker teker yakılırken, Orta Çağ’dan 400-500 yıl sonra, düşünceleri farklı diye aydınlarımızı Sivas’ta olduğu gibi kitle halinde yakıyoruz, Kahramanmaraş’ta Çorum’da insanları baltalarla katlediyoruz, sonra da kitle halinde zindanlara atıyoruz. Böylece fikir ve düşünce hayatımızın engin ufuklarını karartıyor, çoraklaştırıyoruz, verimsizleştiriyoruz ve de kültürsüzleştiriyoruz.
Osmanlı Medreselerinde din hurafelerle yoğrulurken, devrin uleması medreselerden felsefe, matematik gibi bilimsel dersleri kaldırtıyor, artık öğrenilecek şey kalmamıştır bağnazlığı ile “düşünce kapısı kapanmıştır” diyorlar, toplumu yüzyıllar süren geriliğe itiyorlardı. Daha yakın zamana kadar, “ucube” kimseler, bilim ve icatlara ilgisizliğimiz karşısında, “daha yakın zamana kadar, “yaratmak Allah’a mahsus” diyerek, toplumun yaratma, üretme yetisini frenliyor, köreltiyorlardı.
Bunlar ileride fikir ve düşünce hayatımızın kara sayfalarına eksi puan olarak yazılacaktır. İşte bu baskılı zihniyet yüzünden, günümüzde seçkin bilim adamları yetişememektedir.
Ömer Hayyam Ölmeden önce, İbni Sina’nın “Tedavi” adlı kitabını okuyordu. Çağının kimi insanları (ki yobazlar), onu “dinsiz, sapik” diye suçlayadursun, Hayyam, yazdığı rubailerle devrin cahillerini, bağnazlarını alaya alıyorken, devrin devlet adamları, bilim ve bilim adamlarına saygıları nedeni ile onlara hoşgörülü davranıyorlardı. İşte bu laikçe anlayış ve korumadır ki, devrin en büyük bilim adamlarını yaratmıştır.
Ömer Hayyam’ın yaşamı ve bilimsel kişiliğinin ayrıntılarını okuyucunun kültür birikimine bırakıp, onun Rubaiyat adlı kitabından alınan, ikiyüzlü insanları dile getiren, insanı düşünmeye sevk eden şiirlerinden örnekler alıyoruz.
“Ben bir parça kilim, o tanrısal sanatçı
“Beni yaratırken, ne yapacağını bilirdi elimin,
“Demek ki onun emri olmadan hiçbir günah işlenmez.
“Peki, Öyleyse, sonunda bu cehennem niye?
“Biz Tanrıyı eğlendiriyoruz, zavallı kuklalar
(Hiçbir mecaz olmadan her şey açıktır
“Birbiri ardından, hiçlik sandığına giriyoruz.
“Dünyada oyunlarımızı oynadıktan sonra,
“Elinden geldiğince, meslekten günahkârlara hizmet et.
“Orucun ve namazın temellerini yık,
“Ey dost! Hayyam’ın bir tavfiyesini dinle;
“İster sarhoş ol, ister haydut, ama bunu iyi yap.
*
“Gel, geleceği bırakalım, bırakalım deli hüzünlerimizi,
“Geçip giden o tatlı halden yararlanalım!
“Çünkü yakında aynı yolu izleyeceğiz,
“Bizden yedi bin yıl önce gidenlerin yolunu.
“Ateşe atılacak, derler şarap içenler,
“Bu birkaç insan aklının uydurmasıdır,
“Çünkü âşıklar sarhoş giderse cehenneme,
“ Şu avucum gibi başıboş kalır Cennet,
“Yalnız bir içici güllerin dilini anlar,
“Yoksa çürük düşüncelerle dolu zavallılar değil,
“Bunlar bilmezler, onları affetmek gerek;
“Çünkü yalnız sarhoşlar iyi şeylerin zevkine varır.
“Bir gün beni göreceksin, yolunun üstünde sarhoş,
“Senin küçük ayaklarını öpmek oh benim tatlı meleğim;
“Sarığımı yitirerek, kadehimi uzağa fırlatarak,
“Senin saçlarının ağları arasında birden bire düştüğümü.
Paramız yok ki bir güzel sevelim,
Şarabımız yok ki içip de haykıralım;
Demek günaha girmenin yolu yok
Çaresiz kalkalım namaz kılalım.
Sen içmiyorsan içenleri kınama bari
Bırak aldatmacayı, ikiyüzlüleri;
Şarap içmem, diye övünüyorsun ama
Yediğin haltlar yanında, şarap nedir?
Şarap testimi kırdım Tanrım,
Zevk yollarını tıkadım Tanrım
Tövbekâr olsun, yoksa sarhoşmusun, söyle?
Kim senin yasanı çiğnemedi ki söyle?
Günahsız bir ömrün tadı ne ki söyle?
Nar rengi şarabımı yere çaldık Tanrım,
Yaptığım kötülüğü, kötülükle ödetirsin
Sen ile ben arasında ne fark kalır Tanrım.
Ömer Hayyam
Suriye’nin Ma’arra’da yaşayan kör Arap şairi Abu’l-Ala al Ma’arrî (Ölüm:1057) yazdığı şiirlerde, aynı Ömer Hayyam çizgisinde, hicivle ikiyüzlü insanları yeriyor; hacı adetlerini alaya alıyor, “şeytan taşlamayı” ima ederek, “gidip de çakıl taşı fırlatanlar” diyor, bir şiirinde de şöyle diyor:
“Ey saf kişi, kendini kadınlara vazeden
“Bir düzenbazın oyununa âlet edersin neden?
“O sana ilk önce şarabın haram olduğunu öğretiyor,
“Ama akşam olunca, dostlarıyla birlikte kendi içiyor…” [i]
Ömer Hayyam’dan 400 yıl kadar beriye, Fatih Sultan Mehmet zamanına gelelim. Her yönü ile övündüğümüz, Osmanlı Tarihinin en muhteşem Padişahı Fatih Sultan Mehmet’in “Avni” mahlası ile yazdığı, İstanbul’daki kiliseleri, Hıristiyan kızlarını, Hıristiyanlığı, Galata Katoliklerini öven şiirlerini bir okusanız; bu şiirleri günümüzün bir devlet adamlarından biri yazsa, inanın günümüzün “ucube” yöneticileri alimallah defe koyarlardı.
Sevgili okurlar, bunları uzun uzun yazmaktaki tek amacımız, bilim ve fikir yaşantımızdaki hoş görünün insan üzerindeki olumlu etkisini; hoşgörüsüzlüğün, baskının, sansürün de insanın yaratıcılık erkini körelttiğini, geleceğimizi geri bırakacağını vurgulamaktır. Yoksa amacımız, bazı okuyucunun sandığı gibi, tarihimizi kötülemek değildir, tarih içindeki toplumu gerileten olumsuzlukları örnekleriyle irdeleyerek aydınlık yolu açma ümidinden, çabasından başka bir şey değildir.
Ömer Hayyam’dan bin yıl Fatih’ten 500-600 yıl bu yana gelip, gerek Ömer Hayyam’ın, gerek Fatih’in o şiirlerini bir yazarımız, bir ozanımız yazsa, emin olun o hapsedilen, öldürülen gazeteciler, yazarlar, aydınlar gibi Silivri zindanlarına atıp onların akıbetine uğratmaz mıyız? Nazım Hikmet’lere, Aziz Nesin’lere yapılan zulümlere, hele dünyada ün salmış piyanistimiz Fazıl Say’ı bile günümüzde dışlamaya bir bakın. Mevlana’ların, Hacı Bektaşı Veli’lerin, Nasrettin Hoca’ların mümbit fikir, düşünce yurdunu, hoşgörü kültürünü çorak topraklara çevirdik. Emin olun, kültürde, bilimde, sanatta, inançta hoşgörüsüzlük, bilim, düşünce insanını ürküterek, yaratma yetisini köreltecek, ülkenin daha geri kalmasına neden olacaktır. Bir ülkede düşünce, fikir, basın, kültür, kitap yazanlar baskı altında tutuluyorsa o ülkede bilim ve kültür yaşamı gelişemez, o ülke çağdaşlaşamaz.
500- 1000 yıl önceki o insanlar, o yöneticiler, o devirler çok daha mı olgundu, hoş görülü mü idi diye söylenmekten kendimizi alamıyoruz. İsterseniz Fatih’in “Avni” mahlası ile yazdığı bir şiirini, gazelini buraya alalım da, kıyaslayıp hoş görüsüzlükte nasıl geri kaldığımızın ayırdına varalım:
“Bağlanmaz Firdevs’e gönlini Galata’yı gören”Araştırma yaparken bir internet adresinden Fatih’le ilgili olarak şu cümleyi alıntıladık:
(Galata’yı gören, gönlünü Cennet’in en gizemli bahçesine bile bağlamaz)
“Servi anmaz anda ol servi dilarayı gören”
(Gönül güzeli bir sevgiliyi Galata’nın kendisinde gören anmaz bir daha selvi boylu bir başka sevgiliyi)
“Bir frengi şivelu İsa’yı gördüm anda kim.
(Galata’nın kimliğinde bir Hıristiyan dilli İsa gördüm ki)
“Lebleri dirisidür diridi İsa’yı gören”
(Dudakları kutsal bir tapınak olur, İsa’nın insanlık dünyasını gören)
“Akl-ü fehmindin-ü imanın nice zapt eylesün”,
(Dinle imanın akıl ve anlayışını sıkı tutmak gerekir).
“Kâfir olur hey müsemmanlar o tersayı gören”
(Yoksa ey Müslümanlar, o kiliseyi gören olabilir kâfir hemen)
“Kevseri anmaz ol içdügi mey-i nabi içen”
(Galata’nın içtiği katıksız şarabı içen, Cennet’teki Kevser şarabını bile anmaz olur).
“Mescide varmaz o vardugi kilisayı gören”
(Orada karşılaştığı kiliseyi gören de bir daha gitmez mescide falan)
“Bir frengi kafir olduğun bilurdi Avni’ya”
(Avni’ya bilirdi senin bir kafir Hıristiyan olduğunu).
“Belde zünnarini boynunda haçını gören)
(Belinde keşiş kuşağını, boynunda haçını gören) Fatih Sultan Mehmet (Avni)
“Araştırmacı yazar John Freely, Fatih’in dindar olmadığını ama arada sırada yalnız başına çıkıp Galata’da St. Pietro Kilisesi’ne gidip ayinleri izlediğini, komünyon ekmeğinden yediğini yazıyor. Freely’nin görüşü Fatih’in ne Müslüman ne de Hıristiyan olduğu yönünde”. [ii]Çok eski bir tarihçinin yazdığı kitaptan öğrendiğimize göre, Fatih’in anası bir Hıristiyan prensesi olup, başka bir kralın oğluna gelin giderken Türk korsanlar gemiyi basıp Hıristiyan gelini kaçırıyorlar, Fatih’in babasına nikâhlıyorlar. Bazı tarihçilere göre, Fatihin anası bu kaçırılma nedeni ile Müslüman bile olmadığı yazılmaktadır. Bunun ilginç öyküsünü başka bir yazımızda irdeleyip sunacağız.
FATİH’İN GİZLİ ODASINDA SAKLADIKLARI
Venedikli Franceskian rahibi Francesco Suriano’dan öğrendiğimize göre Fatih aynı zamanda Bizans’tan kalmış Hıristiyanların önemli kutsal eşyalarını da topluyor bunları özel odasında saklıyordu. Bunların içinde en önemlisi Meryem Ana’nın resmi olan ikona ve devamlı ateş yanan altın meşale idi. Fatih Venedikli ressam Gentille Bellini’yi bizzat bu odaya götürerek ona bu kutsal eşyaları göstermiş hatta ondan kucağında yeni doğmuş İsa’yı tutan Meryam Ana resmini yapmasını istemişti.
Fatih’in oğlu II Beyazit babasından kalan ve içinde 24 tane Meryem Ana ile yüzlerce Bizans Aziz’inin resmi bulunan İkonaları ve diğer kutsal objelerin 1489 yılında bir envanterini çıkartarak Fransa kralına satmayı teklif ettiği öne sürülür.[iii]
İlim: Hemen hemen Ömer Hayyamlar, İbni Sinalar zamanlarında yaşamış büyük Selçuklu Türk veziri Nizamülmülk’ün bilime verdiği şu sözü ne kadar önemlidir:
“Dünyada bana ilimden daha iyi yardımcı yoktur, ilim hazineden daha iyidir. Çünkü sen hazineyi korumak zorundasın; ilim ise seni korur.”[iv]
Türk Tarihi’nin en seçkin, vezirlerinden, Selçuklu Devleti’nin Sultan Melikşah’ın en seçkin vezirlerinden (günümüzün başbakanına denk düşen devlet adamlarından) Nizamü’l-Mülk (1018-1092) yazdığı Siyasetname adlı kitabında, günümüzün devlet adamlarına bile ışık tutacak şu öğütleri vermekte:
……….
“Sultanlar memleket işleri için âlimlerle meşveret yapmalı ihtisas sahiplerinin o konuda görüşlerini açıklamasına her âlimin farklı da olsa düşüncelerini beyan etmesine fırsat vermelidir. Sultan ordunun ve halkın durumunu bizzat yakından tetkik etmeli ne olup bittiğini bilmelidir. Böyle yapmazsa hata ve gaflete düşüp halka hakaret ve zulüm kapısı açılmasına memlekette fesat ve adaletsizliğin ortaya çıkmasına sebep olabilir. Bir sultanın halkına vereceği en büyük ihsan adalettir. Halk âdil bir idare görürse o memleket yaşar her gün güç kazanır. Memleket zulümle yaşayamaz. Sultan zulüm görmüş olanların şikâyetlerini bizzat dinlemeli zalimden hakkı alıp mazluma vermelidir”.
……..
“Kadı emniyet müdürü belediye reisi ve vergi memuru seçilirken o şehirde din işlerinde hassas Allah’tan korkan kin ve garazı olmayan kimseler bulunmalı onlara “Şehir ve nahiyeyi sana emanet ediyoruz Allah öbür dünyada bizden neyi sorarsa biz de senden onu sorarız.” denmelidir.”[v]
Devlet adamlarının nasıl olması gerektiği konusunda öğütler veren Nizamülmülk’ten 920 yıl sonraki günümüz başbakanının söylem ve eylemlerine bir bakın ve kıyaslayın; Nizamülmülk’ün dediği gibi, kendinden “farklı düşüncede de olsa” onların görüş ve düşüncelerini dinlemek ve onlardan yararlanmak şöyle durusun, bilim adamlarına, aydınlara, gazetecilere, muhaliflere hapisli, kinli yaptıklarına bir bakın, kararı siz verin. Ne diyor Nizamü’l-Mülk, “memleket zulümle yaşayamaz” diyor, “zalimden hakkı alıp mazluma vermelidir” diyor.
Nizamü’l-Mülk, üniversiteler kurmak suretiyle ilmin yayılmasına katkıda bulunmuştur. Hindistan’dan Ortadoğu’ya kadar kurdurduğu Nizamiye Medreseleri (Bağdat Belh Nişabur Herat İsfehan Merv Taberistan Rey Fusenc Halep ve Musul Medreseleri) dünyanın ilk üniversiteleri kabul edilmiştir ve oralarda her türlü bilim öğretilmiştir.
SONNOTLAR
[i] Orta Çağ da Müslümanların Yaşayışları Varlık Yayınları Ali Mazaheri 1972 Sf: 173–17
[ii] http://panteidar.wordpress.com/2009/10/29/fatih-hristiyan-miydi/
[iii] (Caroline Campbell / Alan Chong; Bellini and East -National Gallery, London 2005 s,111-)
http://panteidar.wordpress.com/2009/10/29/fatih-hristiyan-miydi/
http://panteidar.wordpress.com/2009/10/29/fatih-hristiyan-miydi/
[iv] Siyasetname Nizamülmülk Derleyen: Sadık Yalsızuçanlar Timaş yay. İstanbul 2005.Timaş Yayınları Sf:7
[v] Siyasetname Nizamülmülk Derleyen: Sadık Yalsızuçanlar Timaş yay. İstanbul 2005.Timaş Yayınları Sf
Yorum Gönder