“Bir tarafta TSK, iktidar, yandaş medya; linç etmeye çalışıyorlar."
Yıllar önce bir yazı yazdı; yazının adını “Bidon Kafalılar” koydu, olay oldu! Bir başka yazı yazdı, “Göbeğini kaşıyanlar” dedi, bir olay daha oldu! Son dönemde yine bir yazı kaleme aldı; hani hep denir ya “sözün bitti yer” diye… İşte bu yazı da demokrasinin, hoşgörünün bittiği yer oldu. Kendisi, -bırakın Türk basın tarihini- dünya basın tarihinde ‘ordu tarafından muhtıra yiyen’ ilk gazeteci unvanını alırken, La Fontaine de sanık sandalyesine oturdu.
Gazeteci-Yazar Bekir Coşkun… Cumhuriyet Gazetesi’ndeki odasında, arkadaşım Ömer Ödemiş ile birlikte ziyaret ettik. Oldukça sade döşenmiş bir odada, gülen yüzüyle karşıladı bizi. Türk Silahlı Kuvvetleri’nin muhtırasına mazhar (!) olmuş, Başbakan tarafından, “Kaleminden pislik akıyor” diyerek hedef gösterilmiş ve bir kısım medyanın linçine uğramış bir gazeteci psikolojisinden oldukça uzaktı... O her zamanki üslubuyla; durumdan kara mizah üretmekle meşguldü. Örneğin, 9. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel ile kendisini “muhtıradaş” olarak ilan ederken gülüyordu… “Başbakan Erdoğan’la birlikte maça gidelim, aynı sokaklarda sırayla gezelim” derken de büyük bir özgüveni yansıtıyordu. Asla yalnız hissetmiyordu kendisini… Bizi uğurlarken, ÇYDD üyesi bir grup kadın okuyucusunu odasında ağırlamaya başlamıştı bile…
İşte YURT Gazetesi’nin Bekir Coşkun ile gerçekleştirdiği, okurken tebessüm edeceğiniz ama çokça da düşüneceğiniz söyleşi:
YURT: Bu süreçte yaşadıklarınızı özetlerseniz ne dersiniz bu muhtıra olayına?
COŞKUN: Türk Silahlı Kuvvetleri’nin bana muhtıra vereceği hiç aklımdan geçmezdi. Bu durum muhtıra yiyen gazeteci olarak da hiç hoşuma gitmedi, onu da söyleyeyim. Demek ki Allah yardım etsin Süleyman Demirel’e, en çok muhtıra yiyen o. Şimdi ben arayacağım ve (beyefendi bu muhtıraların lezzetini yeni tadıyorum) diyeceğim. Süleyman Beyle ‘muhtıradaş’ olduk. Bu çok kötü bir şey aslında. Neden? Ben meslek hayatım boyunca hep TSK’ya kimse laf etmesin diye didindim. Ama hep TSK’ya darbe marbe yapmasın diye de didindim durdum. Tabii onları Başbakan kışkırttı. Çünkü başbakanın zihninde bir yazarın özgürlüğü, yazı yazma hakkı, La Fontaine, hayvan hikâyesi, hayvan sevgisi yok ki. Ve TSK bana muhtıra vermek zorunda bırakıldı. Ve nihayet ondan sonra da “Dava açın” dedi, şimdi de dava açıldı.
“TSK ilk defa bir gazeteciye muhtıra verdi. Süleyman beyle (Demirel) muhtıradaşız, bana ne yapacaklarını O’na soracağım”
YURT: Bu muhtırayı Türk demokrasisinde nereye koyacağız? Muhtıralar siyasi iktidarlara verilir, ama şimdi bir gazeteciye verildi. Kara mizah desek, kara mizah değil. Mizahın ‘akı’ desek, o da değil. Nedir bu?
COŞKUN: İşte onu da Süleyman Bey’e soracağım. “Beyefendi zaman zaman şapkayı alıp gittiniz veya sizi alıp götürdüler kapattılar. Deneyimlisiniz, bana ne yapacaklar?” diye soracağım. Şimdi şaka bir yana, bana yapacak bir şey de bulamadılar. Ne sandalyem var ne koltuğum var; alacak. Ne de benim alıp gidecek şapkam var. Komik oldu. Bana göre en vahim olan şu. Ordu yani genelkurmay hata yaptı bence. Bir süre sonra bunlar unutulup gider. Fakat burada unutulmayacak bir şey var: Bir ülkenin Başbakanı televizyona çıkıyor diyor ki bir yazar için, “Kaleminden pislik akıyor!” Askerlere diyor ki, “Bunu süründürün, dava edin.” Asıl unutulmaz olan bu. Asıl demokrasinin yüz karası budur. Muhtıra kadar vahimdir.
YURT: O Muhtırayı okuduğunuz zaman ne hissetiniz?
COŞKUN: Çok üzüldüm, onu söyleyeyim. Gazetecinin tipik geceleri vardır. Evde otururken bir bomba patladığında herkes için sadece basit bir merak olabilir. Uykusunu bile bölmeyebilir. Ama gazeteci için o ses aynı zamanda onu göreve çağıran sestir. Kalkıp gitmek, bakmak zorundadır. Gazetecilerin geceleri zaten zor geçer, işte benim için bir de üzerine bu muhtıra geldi. Açık söyleyeyim çok zor oldu. Bu süreçte hiç uyku uyumadan geçirdiğimiz gece sayısı oldukça fazladır. Kaldı ki bir de bunun üzerine yalaka ve yandaş takımının saldırıları var. Bir linç başladı aslında. Ben bir linç içindeyim. Bu linç şu an dahil sürüyor.
YURT: Baktığımız zaman bir tarafta hükümet, bir tarafta TSK…
COŞKUN: Bir tarafta Urfalı Bekir…
YURT: Sizin ifadeniz ile Urfalı Bekir ne hissediyor, korkuyor mu, ürküyor mu, nefret mi ediyor?
COŞKUN: Açık söyleyeyim bende kin yoktur. Nefret etmem ben. Şu anda bir şey söyleyeyim, beni bu kadar kaç gazete sürüm sürüm süründüren adam televizyona çıktı, “Çekip gitsin bu memleketten” dedi. Arkasından seçim meydanında 32 yerde, ‘Göbeğini Kaşıyan Adam’ diye beni hedef gösterdi. Televizyonda o gün hasta olduğunu, hastaneye kaldırıldığını öğrendik. Ve bir okuyucum Twitter’dan bana not attı. Yani, ölsün anlamında bir not attı. Ona şu cevabı verdim; Twitter kayıtlarında vardır: “İnsanları iki yerden vurmayın, bir sağlıklarından, biri namuslarından.” Ve şunu da söyledim; onun hastalığını duyunca karımla ikimiz evde şifa diledik. Biz böyle insanlarız. O yazıyı yazarken benim duygum da buydu aslında. Ben bir insana hakaret ederken asla hayvan figürünü kullanmam. “Kedisin, köpeksin, eşeksin” asla demem. Fakat, bu kadar kin, nefret, intikam duygusuyla doluyken bunlar, bunu nasıl anlatırsın? ‘Cumhuriyet’te daha çok tehlike oldum’ gibi geldi onlara muhtemelen. Ama ben tehlike falan değilim.
“Tehlikeli olan ben değilim, tehlikeli olan aydınlık. Bunlar ışıktan korkuyorlar. Başbakan’ın dünyasında sevgi yok.”
YURT: Bekir Coşkun tehlike değilse, Urfalı Bekir tehlike değilse, tehlike ne, tehlike kim?
COŞKUN: Tehlike; aydınlık! Bunlar ışıktan korkuyorlar, çok açık söylüyorum. Neden ışıktan korkuyorlar bak
şimdi; ‘dinci nesil’ istiyor mesela; karşı çıkıyoruz. Laiklik yerine ‘din referanslı yönetim istiyor’; karşı çıkıyoruz. Faşizmin ta kendisidir, ‘başkanlık sistemi’ istiyor; biz karşı çıkıyoruz. Dereleri böldüler, mesela HES’lere karşı çıkıyoruz. Bütün yargı gitti elden; karşı çıkıyoruz. Hukuk kalmadı; karşı çıkıyoruz. Üniversitelerin özerkliği falan yok. Gençlik sustu mesela; karşı çıkıyoruz. Bütün bunlar rahatsız ediyor. Başka karşı çıkan da yok zaten.
YURT: Bu süreçte yanınızda en çok kimi hissettiniz?
COŞKUN: Bir defa okuyucumu yanımda hissettim, yani çok minnettarım. Bir yazara bu kadar mı destek olur, bu kadar mı gökten mail, mesaj yağar; bu kadar mı kapıya gelir insanlar?.. Cumhuriyet’e o kadar gelen oldu ki, artık burada yazı yazamadım ve yazıma ara vermek zorunda kaldım bir gün. Ev keza öyle; doldu doldu boşaldı. Tabii ki minnettarım herkese. Fakat gazetecilik tek başına yaşanılan bir meslek. Çok tek başınasın. Onun için tabi ki burada da sığındığım bir tek şey vardı. O da mesleğimdi.
YURT: Ülkenin siyasi atmosferine geçmeden önce, hayvan sevgisini ve bunun insan ilişkilerine
COŞKUN: Türkiye’de ilk kez hayvanlarla ilgili yazı yazan yazar benim. Ben yazdıkça özellikle kadınların çocukların ilgisini gördükçe başladılar. Mesela, Ertuğrul Özkök kedisini yazdı. Öbür yazarlar papağanlarını, kuşlarını yazmaya başladılar. Pako’ya bir köşe açtık Hürriyet’te, Ertuğrul Özkök’e minnettarım, onun sayesinde oldu. Ben çocuklara hayvan sevmeyi, başka bir canlıya yaşama hakkı vermeyi, o canlının sorumluluğunu taşımayı Pako aracılığıyla öğrettim. Ve o çocuklar büyüdüler. Şimdi artık üniversite yıllarındalar. Pako kulüpleri kuruldu bir sürü okulda. Şimdi onlar yarın öbür gün belediye başkanı olacaklar, milletvekili olacaklar, vali-kaymakam olacaklar. Eğer bu çocuk, dili olmayan bir canlıyla iletişim kurmayı öğrendiyse, dili olanlarla hayli hayli uzlaşı içinde olacaktır. Eğer o çocuk muhtaç bir canlının, talep edemeyen bir canlının, gücü olmayan bir canlının karnını doyurma duygusunu hissetmişse o aç ve yoksullar için bir hayat kuracaktır. Öyle götürüp kömür makarna dağıtmayacaktır. Oturup ağlayacaktır onlar için. Demek istediğim bu. Böyle yüce bir duygunun gelip de böyle bir duvara çarpması bana açıkçası ayrı bir üzüntü verdi. Neden peki bu? Çünkü başbakanın dünyasında sevgi yok.
YURT: Peki bir de ülkenin içinde bulunduğu siyasi durumunun fotoğrafını çeker misiniz?
COŞKUN: Ben sana bir şey söyleyeyim mi… Türkiye Cumhuriyeti; Osmanlı’nın son yıllarında dahi böyle bir şey görmedi, yaşamadı. Böyle bir şey yok. Toplumun büyük bölümü bunun farkında değil. Bir defa müthiş bir planla karşı karşıya. Sıradan bir tasarım değil bu. Müthiş bir dış destek, müthiş bir plan ve tıkır tıkır işliyor plan. Toplumun büyük bölümünün cehaleti ve körlüğünden faydalanıp, onların da oyunu alarak, Türkiye’nin öbür yarısının canına okunuyor. Mesela seninle yaptığımız şu röportaj aynı zamanda dinleniyor, kesin. Arkadaşlar da dinliyor. Evlerimiz dinleniyor, yatak odalarımız dinleniyor, arabalarımız dinleniyor. Kimse kimseyle konuşamıyor. Bir tek ben değil sıradan herhangi birisi. Yeter ki biraz endişe duyulsun veya yürüyüşü farklı olsun ya da görüşü farklı olsun.
YURT: Bu rejimin adı ne?
COŞKUN: Faşizm bu, bunun başka hiçbir adı yok. Ben bunun adının faşizm olduğunu Hürriyet’teyken yazmıştım. Yani yazımda kullanmıştım.
YURT: Bu baskıcı rejimden kurtulmak için herhangi bir ışık var mı?
COŞKUN: Türkiye’de bu son zamanlarda birçok şey değişmeye başladı. Uykudan uyanır gibi insanlar gözlerini ovuşturup görmeye başladılar. Bunun ilk belirtisi 1 Mayıs’tı, ikinci belirtisi 19 Mayıs’tır. Ve ben bunu daha önceden hissetmiştim, konuşma yapmaya gittiğim salonlarda hissettim, sokakta hissettim. Zannediyorum herkes de bunu hissediyor. Bence Türkiye’de bir şeyin zamanı geldi, o da şu, AKP iktidarının gitme zamanı bana göre geldi.
YURT: Vatandaşın uyanmaya başladığını söylüyorsunuz, peki muhalefet partileri ne yapıyor bu arada?
COŞKUN: Burada tek eksik var, o da muhalefet partilerinin durumu. CHP’nin toparlanması lazım. Böyle muhalefet olmaz, böyle muhalefet partisi de olmaz. Eğer CHP veya MHP veya öbür herhangi bir parti, -siyasi görüşü her ne olursa olsun-; böyle bir iktidarın karşısına da kimlik koyamıyorlarsa partiyi kapatsınlar. Ve biz de o zaman başka partilerin arayışına başlarız. Başka liderler olmalı o zaman. Ama her kiminle konuşursam konuşayım, “Tamam” diyorlar “Bu bitti. Artık bunun burada olmaması lazım. “Peki, kimi koyacaksınız yerine?” denildiği zaman…
YURT: Alternatif sıkıntısı mı var?
COŞKUN: Bu kötü. Demokrasinin en büyük tehlikesi budur. İktidar her yerde vardır. Padişahlıkta da iktidar vardır, ama muhalefet yoktur. Demokrasinin öbür rejimlerden farkı da budur zaten. Muhalefet ortada olmadığı zaman, yandı gülüm keten helva.
YURT: Hedef gösterildiğinizi, linçe uğratıldığınızı söylüyorsunuz. Sokakta rahat dolaşabiliyor musunuz?
COŞKUN: Tabi ki dolaşıyorum. Hatta bir teklifim var: Başbakan gelsin birlikte gezelim. Bakalım kim sokağa çıkabiliyor? Mesela onunla Fenerbahçe maçına gidelim. Veya başka bir takımın maçına gidelim. Dikkat edin başbakan “19 Mayıs’ı stadyumlardan çıkarttık” dedi. Dediği gün kendisi kapalı bir spor salonundaydı. Neden, halkın tepkisinden korktuğu için. Gidemez çünkü. Mesela 19 Mayıs Stadyumu’ndaki törenlere gidemezdi.
“Hodri meydan! Başbakan gelsin birlikte gezelim. Birlikte Fenerbahçe maçına gidelim, gelemez.”
YURT: Hodri meydan diyorsunuz, yani meydan okuyorsunuz…
COŞKUN: Açık teklif, söylüyorum: Gelsin haydi. O ayrı gezsin, ben ayrı gezeyim. Benim gittiğim yerlerden on dakika sonra o gitsin bakalım. Benim rotamı takip edecek, önde ben olacağım. Çünkü bilirim O’nu. Rotayı O’na çizdirsek Keçiören’deki evinin etrafında dönüp duracak.
YURT: Ama O da Çankaya’ya gelir mi acaba?
COŞKUN: Tamam o zaman maça gidelim mesela. Herhangi bir takımın maçına gidelim. Hem de O’nun istediği bir takımın maçına gidelim.
YURT: Son olarak medyanın içinde bulunduğu durumu özetlemenizi istesem… Ayrıca YURT Gazetesi okurlarına bir mesajınız olacak mı?
COŞKUN: Birincisi Yurt Gazetesi’ni çok beğeniyorum. Çok güzel bir gazete. Yapan kadroyu tebrik ediyorum. Nitekim de çok büyük bir promosyon, tanıtım olmadan çok da iyi bir tiraj yakaladı. İnsanların elinde görünce seviniyorum. Ve bir de bizim düşüncemizde olan bir gazete, toplumun sahip çıkması lazım. Başka bir medya yok işte. Bizim bir zamanlar güvendiğimiz yazılar yazdığımız, inandığımız ve toplumun da güvenip inanıp, gidip bayiden satın aldığı gazetelerin ne halde olduğunu artık toplum görsün. Türkiye bu hale geldiyse bunda medyanın büyük günahı vardır. O günahı işleyenlere halen destek olmasınlar insanlar isterim.
YURT: Teşekkür ederim
COŞKUN: Ben teşekkür ederim.
İSMAİL DÜKEL - Yurt Gazetesi
Yorum Gönder