Bugüne kadar Silivri’ye “kaldırılıp” da tutukluluk adı altında “mahkumiyet” yaşatılan insanlarla ilgili yazılarımda da muhakkak ki bir kadının duyguları vardı ama aynı zamanda “bir anne olarak” oradaki babaların, “Müyesser Yıldız” gibi anne tutukluların ve onların annelerinin çektiği asıl büyük üzüntüyü de içimde hissederek yazıyordum.
Zaman içinde bu tutuklulukların bitmesine-bitirilmesine daha uzun süre fırsat verilmeyecekmiş gibi oluşan hava o duyguları daha da yoğun ve yakıcı hale getirmeye başladı. Dünya medyasının ayağa kalkmasının, uluslar arası basın kuruluşlarının tüm ülkelerden binlerce imzayla tepki göstermesinin ardından gazeteci Nedim Şener ile Ahmet Şık tahliye edildikten sonra Şener’in “küçük kızı”ndan ve onun da-kendisinin de yaşadığı duygulardan söz ederken gözyaşlarını tutamadığını Türkiye olarak izledik.. Hiçbir anne babanın o gözyaşlarındaki acıyı hissetmemesi, kendi gözlerinin de yaşarmaması mümkün değildir..
EVRENSEL İNSAN HAKLARI
Nedim Şener gibi “sabit bir suçu bulunamadığı hatta çoğu neden hapsedildiklerini bile bunca zamandır anlamadığı halde” yıllar boyu ailelerinden, evlatlarından ayrı bırakılan, çocuklarının büyümesini izleyemeyen insanlar en temel insan hakkı olan “özgürlük”lerinden hukuk dışı şekilde mahrum edilmekteler. Hani şimdilerde bizim Hükümet “ama Suriye’de Esad kendi vatandaşlarına şiddet uyguluyor, sokaklarda tanklar tüfekler var, insanlar ölüyor ve bu durum Evrensel İnsan Hakları Beyannamesi’ne açıkça aykırıdır. Biz de buna seyirci kalamayız” diyor ya, Silivri Cezaevinde de aynı Beyanname’ye açıkça aykırı şartların hepsi mevcut aslında..
ÖLENLER, EN YAKINLARINI KAYBEDENLER..
Cezaevinde “davası yıllardır bitirilmediği, tutukluluğu sürdürüldüğü için” sağlığı bozulup ölenler oldu, anne ve babaları, eşleri son nefesini verirken yanında olmalarına izin verilmeyenler, ancak cenazesine izin verilenler oldu. Hastanelik olanlar ise olaydan bile sayılmıyor..
Deneyimli hukukçular (son olarak Prof. Ersan Şen’in aynı noktayı vurgulamasını izledim TV’de yıllardır “tutukluluğun ‘ceza-mahkumiyet’ yerine geçecek kadar uzun olmasına hukukun izin vermediğini” defalarca tekrarlamalarına rağmen tabloda değişen bir şey yok, aynı inat ve bitirilmeyen davalar sürüyor. Bu durumda insanların “elinizde suçlamak için hazır ve yeterli delil yoksa, bunları aramanız ve bulabilmeniz için 4-5 yıl bile yetmiyorsa bizi hangi hukuk kuralına göre yıllarca hapsediyor, ailelerimizden yaşamlarımızdan, işlerimizden ayırıyorsunuz” diye sormaları en doğal hak değil midir?
YARGININ DA HAKKI YOK
Toplum da bu soruyu artık sormayacak mıdır? Ve asıl soru şu (ki Ersan Şen de sordu); Bu kadar uzun süre tutuklanmış insanlar için eğer “o yıllar için bir suç unsuru” bulunmazsa bu yapılanların hesabı verilemez. Sadece bu nedenle bile zorlama suçlar isnat etme mecburiyeti doğabilir ve bu da büyük bir haksızlık daha olacaktır. Evet, “hapsetmeyi gerektirecek bir ağır suç” ortada yoksa yargıya da insanların özgürlüğünü çalma hakkı verilmemiştir, medeni ve demokrat toplumlarda yargı mensupları da “her vatandaş gibi” hukuka aykırı hatalarının hesabını vermek zorundadır ama gel gör ki Türkiye’de (bu soruşturmalar başladıktan sonra) hakim ve savcılar hakkında soruşturma açılması imkanı bile ortadan kaldırıldı, sorumluluk devlete yüklendi. Yani onların hatalarının tazminatını da “vatandaş” ödeyecek.
Başa dönecek olursak, yıllar boyu “ispatlanamayan iddialarla” hapsedilen insanların orada “hayvan bile dayanamaz” dedikleri kadar kötü şartlarda yaşatılmaları çok üzücüdür ama bir anne gözüyle; bu sıkıntılı ve uzun yılar içinde evlatlarından, ana babalarından ayrı kalmaları, ailelerine karşı “suçlu” havasına sokulmaları çok daha üzücüdür. Bence sonradan yapılacak hiçbir şey, verilecek hiçbir tazminat bu yılların telafisine yetmez. Acaba “durumun sorumlusu” olanlar kendi evlatlarına, analarına bakarken o insanları, Soner Yalçın’ları, Müyesser Yıldız’ları ve diğerlerini hiç hatırlamıyorlar, “günün birinde bize de sorulabilir” diye düşünmüyorlar mı?
Kitaplı Pazar kahvaltısı!
Dün öğlen saatlerinde VATAN Kitap Yazı İşleri Müdürü Buket Aşçı ile Genel Yayın Yönetmenimiz İsmail Yuvacan tarafından Tepebaşı’ndaki Rixos Pera Otel’de verilen Pazar kahvaltısındaydık. VATAN KİTAP’ın dijital dünyaya açılmasını kutlamak için yapılan ve köşe yazarları, edebiyatçılar, sanatçılar, sosyologlar, tarihçiler, çevirmenler ve ajansların katıldığı bu toplantı son zamanlarda katıldığım üçüncü kahvaltılı VATAN toplantısı ve giderek daha hareketli, daha keyifli bir hal aldığını fark ediyorum. Sanattan edebiyata, tarihten sosyal ya da siyasi konulara, çocukken ilk hangi kitaplarla (Tenten, Red Kit, Tom Miks gibileri de unutmadan) kitap okumaya başladığımıza ve medya”ya kadar her konuda eğlenceli sohbetlerle, Ali Poyrazoğlu’nun esprileriyle Aydın Boysan’a takılmayı unutmadığı konuşması, Tuna Kiremitçi’nin bu konuşmanın finalini yapmasıyla, İlber Ortaylı’nın sıra dışı esprileri, Nilüfer Narlı’nın hobisi olan “tango” anılarıyla zamanın nasıl geçtiğini anlamadık.
Doğrusunu isterseniz sıkıntılı ülke gündeminden nefes almak ve kendimize gelmek için bu tür toplantılar birebir.. Tabii VATAN Kitap’ın başında bulunan sevgili Buket Aşçı’nın topluma güzel kitaplar kazandırmak için bugüne kadar harcadığı enerji ve çaba da kutlanmaya değerdi ve bunu yaptığımız için de mutluyum.
YENİ BİR OTEL
Bu arada kahvaltı için seçilen ve kısa süre önce açılmış olan Rixos Pera Otel’i ilk kez gördüm ve çok etkilendim. Biz otelcilik işinde çok uzun yıllardır birçok Batı ülkesinden iyi durumdayız bunu biliyorum ama Rixos Pera da şık ve kusursuz dekorasyonu, odalarının güzelliği, rüya gibi “SPA”sı, Fransız restoranı, manzarası ile “en iyilerden biri” olmuş. Otelin Genel Müdürü Yusuf Çavdar bize bilgi verirken ünlü işletmeci Emre Ergani’yi gördüm, yakında otelin ‘roof’unda “Park Şamdan”ın açılacağını söyledi..
Yolunuz Tepebaşı-Beyoğlu civarına düşerse bu oteli gezin, beğeneceksiniz.
Yorum Gönder