Hayatın Aynası... - Hikmet Çetinkaya
Bir ufuğun dağılmasında kesilen bir soluk gibi, çınlıyor gün... Hava sanki yarılıyor ve mavi bir yaprak açıyor sabahın içinden.
Taşların alnından yükselen sıcaklık, çekingen ve insancıl görüntüler getiriyor karşıma...
Kanatsız, kansız!
Sevda ormanı gibi ağaçlarla donatılmış...
Ece Temelkuran’ın “İkinci Yarısı” adlı (Everest Yayınları) deneme kitabını okurken, “ömrün ikinci yarısını” anlatırken, çocuksu günleri geliyor aklıma.
Umudun yeşermesini, nice acıları, tutkuları, özlemleri anımsıyorum birden...
Delişmenlik yıllarımı, çocuklarımın sabah erkenden kalkıp okula gidişini, İzmir’in imbatını, Bornova’nın o dar sokaklarını, Karşıyaka-Pasaport seferini yapan saat sekiz vapurunu, boyacıları, gevrekçileri.
Yıldızlı ve sihirli İzmir gecelerini, Kordonboyu’nu, Eşrefpaşa’yı, Göztepe’yi, Güzelyalı’yı...
Ece’nin kitabının arka kapağına bakıyorum:
“Ben artık ikinci yarıya girdim. Ve her fani gibi ben de birinci yarıdan ders aldığımı zannediyorum. Daha da fenası bu derslerin işe yarayacağına dair bir ümidim var. Hayat denen şeyin her insanla yeniden sıfırdan başlaması ne büyük saçmalık!”
***
Bir yelin bulutu dağıtması gibi midir yaşam bilemiyorum... Bir ağaç gibi kök mü salmıştır toprağa yoksa hiç ayrımında değilim...
Ella Cara Deloria’nın “Nilüfer”i (İmge Kitabevi) o hayatın duru suyundan, beyaz adam öncesinde bir Dakota kadınının yaşamına ilişkin, roman tadında görkemli bir anlatım.
İngilizce aslından Cemil Büyükutku arı bir Türkçeyle çevirmiş kitabı...
Dakota ya da öteki adıyla Siu yerlilerinin yaşamı... Gerçekten var olan bir halkın bir zaman diliminde önemli olaylara tanıklık etmesi...
Romanın kahramanı Nilüfer’in başına gelen olaylar, beyazların ovalara yerleşmesinden önceki bir dönem...
19. yüzyıla bir yolculuk..
Evrensel gerçeklik...
Kitabı okurken Herbert’in dizelerine takılıyorum nedense:
“Savaşlardan konuşuyordum
zindanlardan, gemilerden
öldüren
öldürülen kahramanlardan
ve unuttum onu”
Bir şeyleri unutmak o denli kolay olmuyor...
Çocukluk yılları insanın zor anlarında kurtarıcısı oluyor.
Çürümenin paramparça olmuş hecelerinde kaybolan aşkları, tutkuyu, hiçliği...
***
George Orwell, 20. yüzyıl edebiyatının en büyük ustalarından biridir... Orwell, her yapıtında kendi evrenini yeniden kurarak, okurlara benzersiz bir bakış açısı sunar.
Bu kez çürümenin bir başka boyutunu anlatıyor, Stalin’e sert taşlamalar yazan (İkinci Dünya Savaşı sonlarına doğru yazdığı Hayvan Çiftliği yapıtı) Orwell, “Bin Dokuz Yüz Seksen Dört” (Can Yayınları) romanında.
Celâl Üster’in özenli çevirisi olan kitap 30. baskısını yaptı...
Geleceğe ilişkin bir kâbus senaryosu... Bireyselliğin yok edildiği, zihnin denetim altına alındığı, totaliter bir dünya düzeni...
Okumanızı salık veririm, bugünün Türkiyesi’yle karşılaştırma yapmanız için.
Geçmişte ve günümüzde dünya sahnesinde tezgâhlanan oyunlar düşünüldüğünde 2011 yılında neler yapılmaz ki!
Zaten yapılıyor da...
Ütopik olduğu kadar gerçekçi bir roman!
Güncelliğini hiç yitirmeyeceğine inandığım bir başyapıt....
Bir çığlık...
Uyarı çığlığı...
Geniş bir zaman ufkunda yaşamın haritasını arayanlar için... Benim, sizin, hepimiz için...
***
Bir pazar sabahı gölgelik bir yerde düşüncelerinizi çoğaltın, yaşama daha farklı bir gözle bakın ve kitapsız kalmayın...
Yumun gözlerinizi, Herbert’in dizelerini dinleyin:
“Deniz fırtınasından konuşuyordum
Çöken duvarlardan
yanan buğdaydan
devrilen tepelerden
ve unuttum ılgını”
Gemiler, fırtınalar, dağlar, ovalar, vadiler, denizler, sular...
Sahi elinizde yaşamın haritası var mı?
Yorum Gönder