Türkiye,
Maden Kazaları Ve Can Kayıplarında Birinci!
Ulusal Eğitim Derneğince Soma katliamının ikinci yıldönümü anısına düzenlenen,
Türkiye’de iş kazaları, iş güvenliği ve taşeron işçilik konusunu işleyen,
Gazeteci Yazar Mehmet Akkaya’nın konuşmacı olarak katıldığı konferans
düzenlendi.
Soma’daki maden kazasında
kaybettiğimiz 301 maden işçinin ikinci yılı dönümü anısına 14.5.2016 günü
dernek salonunda düzenlenen konferansın konuşmalarını yazıya dökerek size
sunmayı görev bildik. Soma’da maden
faciasında kaybedilen301 maden emekçisi, bu konularda derin araştırmalar yapan
Gazeteci Yazar Mehmet Akkaya’nın açıkladığı gibi, Bakanlığın, idarenin,
işletmecinin peş peşe ihmalleri yüzünden bu facia oluşmuş ve yüzlerce maden
işçisi açıkça katledilmiştir. İşte o
mazlumların anısına ve ayrıca Türkiye’deki tüm işçiler aleyhinde uygulamaları,
kumpasları açıklayan bu geniş açıklamayı uzun emek harcayarak yazıya döküyor ve
size sunuyoruz.
“İŞ KAZALARINDA DÜNYADA BİRİCİYİZ” diyen Gazeteci Yazar Mehmet
Akkaya aydınlatıcı bilgiler verdiği konuşmasında şunları söyledi:
“-Türkiye’nin en büyük işçi katliamının olduğu bir olaydır Soma. 301 işçinin öldüğünü söylediler. Fakat
gerçeğin çok üstünde olduğuna dair çok güçlü rivayetler var. TÜMO un raporunda
maden mühendislerinin de içerisinde bulunduğu TOMUR heyetinin raporunda bu
sayının 600 civarında olduğuna dair bilgiler var. Mustafa Mutlu’nun yazdığı,
oradaki cinayeti yakından gözlemleyen maden ocağından çıkan arkadaşların
yazdıklarından “tamam artık bitti”
dendiği zaman bile içerde yüz kişinin olduğuna dair güçlü rivayetler var. Yani
çeşitli yerlerden aldığımız bilgiler gerçekte ölen sayısının 600 e yakın olduğu
yönünde.
Bizim ben aynı zamanda Vatan
Partisinin işçi sendikaları bürosunda görev yapıyorum. Vatan Partisi’nin il
başkanı o cinayet sırasında ordaydı, sıcağı sıcağına yaşadı ölümlerin, ölülerin
dışarıya çıkarılmasında morgları ziyaret etmişti. Morgda numara veriyorlar,
ölenlere; 400 ü bir ara saydığını söylemişti, arkadaşımız. O sırada tırlarda ve
kamyonlarda, bu sayıya dâhil edilmeyen alelacele memleketlerine gönderilen
ölülerden bahsediliyordu. Yani böylesine bir katliamdı. 301 çok çok üstündeki
bir katliamdı. Hükümet için alelacele bu sayıyı dondurmak ihtiyacı doğdu. Çok
büyük telaşa kapıldılar. Bakanlar, enerji bakanı başta olmak üzere oraya
karargâh kurdular vs.
Şimdi görünürde tabi orası bir
özel şirket işletiyor. Bakan niye bu
kadar rahatsız oldu, hükümet niye bu kadar rahatsız oldu. O işin birazda
taşeronlukla alakaları var. Ama Soma
katliamı Türkiye’nin en büyük iş cinayeti olarak geçti. Ondaki katliam sayı
olarak bakıldığında yine madenlerdedir. Zonguldak’ta Kozlu’da 1992 yılında
yaşanan katliamdır. İlk 263 işçinin can verdiği bir katliamdı.
Maden cinayetlerinde, Türkiye, maden cinayetlerinde sadece Avrupa’da
değil, dünyada birinci sırada,
maden cinayetlerinde bizden sonraki sıralamada sayı olarak Arjantin’i
gösteriyorlar. Bizden sonra Arjantin var, istatistiklerde. Fakat Arjantin’in
bizden sonraki sırası içerisinde alakasız şeyler de konmuş. Mesela toprak
sanayinde ölenler de maden sektörüne dâhil edilmiş, hâlbuki torak sanayi,
sanayi toprak, cam sektörü ayrı bir sektördür. Meslek hastalıklarıyla ölenler
de dâhil edilmiş. Arjantin böylece ikinci sıraya yükselmiş.
Dolayısıyla bizimle, bizden
sonraki gerçekte bizden sırada olanla çok büyük bir uçurum var. Türkiye böylesine bir fark atmış durumda
dünyada maden cinayetleri konusunda diğer ülkelere göre dünyada birinci
sıradayız ve ikinciyle arasında devasa bir fark var.
TÜRKİYEDE İŞ CİNAYETİ EN ÇOK
İNŞAAT SEKTÖRÜNDE GÖRÜLÜYOR
Türkiye’ye baktığımızda
Türkiye’de en çok cinayetin, iş cinayetinin, inşaat sektöründe olduğunu
görüyoruz. İnşaat sektöründe sayıları böyle çok 200-300 civarında olmamakla
birlikte en sık yaşanan cinayetlerin iş kazasının en sık yaşandığı sektördür. İş kazası sıralamasında inşaat sektörü
birinci sıradadır; ondan sonra maden sektörü gelmektedir.
Toplam iş cinayetlerinde sadece maden değil toplam iş cinayetlerine
baktığımızda da Türkiye Avrupa sıralaması içerisinde birinci sırada yer alıyor;
dünyadaki toplam iş cinayetlerinde de dünya çapında üçüncü sıraya oturmuş
durumda. Başka konularımızda
önceliklerimiz çok fazla yok ama bu konuda maalesef dünya şampiyonlukları bize
ait! Fakat uzmanlarının aktardığı şu: İş kazalarının ve iş cinayetlerinin
neredeyse tamamının, yüzde 90 diyenler var, MMOB yüzde 90 diyor, Metarorli
Mühendisleri biraz daha yüksek söylüyor. Hem uzmanlık düzeyindeki odalar, hem
de uzmanların açıkladıkları şu ki, gerçekte
iş cinayetlerin hem de iş
kazalarının çok büyük bir kısmının önlenebilir olduğu, en aşağı yüzde 90
diyebiliriz buna. En aşağı raporu dikkate aldığımızda yüzde 90dır. Yüzde 90
civarında iş cinayetlerinin önlenebilir olduğunu görüyoruz.
Şöyle şeyler var, çok ürkütücü
bir durum Türkiye’de, Soma gibi büyük katliamların, Kozlu gibi büyük katliamların
yaşandığı bir ülkeyiz. Ama bir anda böyle parça parça fakat toplandığı zaman da
dönemler arsında devasa boyutta bir tabu var önümüzde. Sadece AKP döneminde iş cinayetinde kurban gidenlerin sayısının 17
bini geçtiği tespit ediliyor. Bunlar tespit edilebilenler. Bir de
tespit edilenler; demin söylediğim rakamlara da tespit edilebilenler diye
hepisinin altına yazabilirsiniz. Gerçekte bunun çok üstünde olduğunu söylemek
mümkün.
İş kazaları bakımından da öyle,
yani iş kazalarının ölüme yansıyanları bakımından 17 bin civarında iş kazaları
ölümlü ve ölümsüz toplam iş kazaları bakımından da Türkiye çok trajikomik bir
durumda. Yani şöyle bir şey var, Sosyal Güvenlik Kurumuna Türkiye’nin resmi
Sosyal Güvenlik Kurumu’nun rakamıdır.
2012 yılına ait bir rakam,2012
yılından SSK nın kayıtlarına yansımış olan iş kazası sayısı 74 bin küsur,74 bin
küsur iş kazası olmuş, bunların 2012 yılında tespit edilebilen 878 i de ölümle
sonuçlanmış. Fakat 2012 yılına ait yok ama 2013 yılında TUİK’in bir raporu var,
bir yıl sonra, bir yıl sonrasının raporu yani bir yıl içerisinde ne kadar olur,
74 binse belki 80 bin olur, 90 bin olur, diyelim. Hadi yüz bin olsun. Fakat bir
yıl sonra bile TUİK’in rakamı gerçeğin devede kulak olduğunu gösteriyor.
TUİK’inn rakamı şu, 2013 yılı içerisinde 706
bin iş kazası yaşanmış, 2013 yılında. 2012 yılında SSK nın rakamı 74 bin iken,
TUİK’in rakamı 706 bin iş kazası, yani bunlar TUİK’in rakamlarına yansımayan iş
kazalarına da rastlamak mümkün, hepsini tespit etmek mümkün olmuyor. Bazı
küçük işyerindeki, küçük işletmelerde bu çok yaygın yaşanıyor. İşveren yaşanan
kazayı, iş kazası diye rapor tutulmaması için çeşitli baskılar kuruyor, işçiyi
tehdit ediyor başka türlü raporlar tutuluyor vs ve bunlar da küçümsenmeyecek
miktarda. Yani bunlara da baktığımız zamanda da bir milyona yakın iş kazasının
yaşandığını söylemek mümkün. Ölümlerin de hepsini tespit etmek de maalesef
mümkün değil, bunlar ani kazalarla yaşanmış olan olaylar. Bunların yüzde 90
nına yakınını belki daha fazlasını önlemek mümkünken bu durum yaşanıyor.
NEDEN İŞ KAZALARI ÖNLENEMİYOR?
Çünkü bu kazarlın büyük bir kısmı
işverenin kısa zamana daha büyük kar etme arzusu yüzünden yaşanıyor. İş yerine
teknolojik yatırım yapmıyor, işçiyi çok çok üzerinde çalışmaya zorluyor,
dikkati dağılıyor işçinin enerjisi bitiyor, morali bozuluyor, işyerinde
psikolojik ortam bozuk oluyor, işçi kendisini severek çalışacağı ortamı
bulamıyor; bir sürü olumsuzluklarla birleşerek iş kazaları yaşanabiliyor.
Fakat asıl bu iş kazaları iş
ölümleri içerisinde işverenin gerekli tedbiri, teknolojik tedbirleri ve ya da
iş güvenliği bakımından arzu edilecek o standart tedbirleri almayışı yüzünden
yaşanan iş kazaları toplamın içerisinde yüzde 90 a yakın tutuyor. Geri kalan
yüzde onu 15 ide işçinin kendi kusurundan, yorgunluğundan bedenini aşırı
tüketmesinden dikkatinin dağılmasından vs olabiliyor. Son Soma olayına
baktığımızda da bunu görüyoruz. Yüzde yüz işveren kusurdur, Kozlu katliamında
da bunu görüyoruz. TTK nın Zonguldak’ta yıllarca o işçi cinayetleri sırasında
her seferinde çıkardığı raporlarda o cinayetlerin büyük bir kısmının işverenin
gerekli yatırımları yapmayışı. Malzeme eksikliği, biline biline yani kaza
geliyorum” dediği halde, orada üretimin zorlanması, mesela grizu patlamalarında
bunlar yaşanabiliyor. Soma’da biline
biline yapılan bir cinayettir. Ermenek’te
yine, biline biline yapılan bir cinayettir. “Ben geliyorum” diye görünen
kaza vardır, fakat işveren üretimi durdurup orada gerekli tedbirleri almayışı
yüzünden sonuçta bu olaylar karşımıza çıkabiliyor. Kabaca durum böyledir.
Bunların dışında gizli iş
cinayeti denilen fakat iş cinayeti rakamlarına yansımayan, raporlara
yansımayan, iş kazalarında zaten hiç görünmeyen meslek hastalıkları var. Meslek hastalıkları dolayısıyla ölümler var.
Bu ölümler de en az iş kazarlı kadar ciddi ve en az iş azaları kadar rakamları
yüksek ve çalışma hayatını etkileme bakımından kayda değer bir durum.
Meslek hastalıklarında uluslar
arası örgütlerin bir ölçüm şeyi var. Meslek hastalıklarında bir ölçüm var.
Diyorlar ki,”bin kişi bakımından ortalama şu kadar meslek hastalığı yaşanması
mümkündür”, diye. Bu ölçümü Türkiye’ye
vurduğumuzda Türkiye’de her yıl asgari 170 bin işçinin bazı hesaplamalar 300
bine yakın olabileceğini de ortaya çıkarıyorlar. 170 binle 300 bin arasındaki
işçinin her yıl meslek hastalığına yakalandığını oraya çıkarıyor. Bunlar Dünya
Sağlık Örgütü rakamlarıdır, ölçümleridir. Dünya Uluslararası Çalışma Örgütü’nün
(İLO’nun) ölçümleridir. Bu her iki uluslararası örgütün Türkiye’nin de altına
imza koyduğu onların ölçümlerini, çalışmalarını, raporlarını kabul etmiyor
örgütler bunlar, bunların uyarıları Türkiye’deki meslek hastalıkları sayısının
170 binden aşağı olmadığı yönünde.
MESLEK HASTALIKLARI
Peki, nedir durum? Türkiye’de
meslek hastalığına, yıllık rakam bu, her yıl bu kadar, olabilir diye bit
öngörüde bulunuyor. Bunu tetikleyecek ortam mevcut, yine çalışma hayatındaki o
sağlıklı çalışma koşulları işçi sağlığı ile ilgili tedbirleri alınmadığı için
bu hastalıklar yaygın olarak yaşanabiliyor. Fakat gerçek böyleyken Dünya Sağlık
Örgütü’nün ve Çalışma Örgütü’nün öngörüleri de böyleyken, Türkiye’ye
baktığımızda Türkiye’de sadece 398 kişinin 2003 yılında 398 işçinin meslek
hastalığına yakalandığı kabul ediliyor. Çalışma ve Sosyal Güvenlik Kurumuna
bağlı, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığına bağlı SSK nın kabul ettiği rakam
398 170 binden aşağı olmaması gerekirken.
Zonguldak’ta Göğüs Hastalıkları
Hastanesinin Başhekiminin Göğüs Hastalıkları hastanesi Başhekiminin yıllar
içerisinde hastaneye gelen giden hastalar üzerinden ki bunlar TKİ işçileridir,
maden işçileridir. Büyük bir kısmı hem iş yerinin gönderdiği hem kendi gelen
işçilerin üzerinden tuttuğu rakam, sadece Zonguldak civarında 12 bin işçinin
fonomokozyon denilen maden promokozyonu denilen tehlikeli bir hastalığa
yakalandığı, fonomokozyonu biraz daha açalım, yakalandığına dair Zonguldak
Göğüs Hastanesinin raporu. Bu hastane de devlet hastanesidir, hastanenin bu
raporu tutanları da devlet görevlisidir. Buna rağmen böyle bir gayya kuyusu şey
yaşıyoruz. Meslek hastalıkları da neredeyse her meslekte bir hastalık türü var.
Büroda çalışanlarda da çeşitli hastalıklar görülebiliyor; vücudun çeşitli
bölgelerinde fıtıklar yaşanabiliyor; psikolojik rahatsızlıklar olabiliyor;
uçakta uçanlarda tehlikeli hastalıklar olabiliyor, hosteslerde çok sık
rastlanıyor. Yani böyle fiili bir durumla karşılaşmadığımız ortamlarda bile
meslek hastalıklarının aslında var olduğunu söylemek mümkündür. Her meslekte
bir meslek hastalığın türü var.
Fakat bazı mesleklerde
hastalıklar öyle ki bu oralarda yakalanılan hastalıkların tedavisi bile yok.
Açık bir cinayet, açık bir ölüm yani tıp henüz onları tedavi etme aşamasına
ulaşamamış, bu hastalıklara yakalanan arkadaşlarımız ölüyorlar Fakat bu
hastalıklara yakalanan arkadaşların da kendilerinin bu hastalıklara yakalandıklarını
ispatlamaları nerdeyse imkânsız hale gelmiş.
Bürokraside olağan üstü bir
engeller zinciri var. Zincir birinden geçiyor öbürüne takılıyor, birinden
geçiyor öbürüne takılıyor. Böylesine bir engeller zinciri var. Bu engeller
zincirini aşıp da kendisinin hasta olduğunu hastane kayıtlarıyla da bir teşhis
ettirmesine rağmen resmi makamlarda hasta olduğunu kabul ettirebilmek neredeyse
imkânsız gibi. İşte bunların hepisini geçebilmiş olan kişi sayısı 2013 yılında
398 bin olabilmiş.
Fakat şeye bakıyoruz, bazı
hastalıklar diyelim, bu hastalıkların içerisinde promokozyon denilen bir
hastalık türü var. Promokozyon toz yutma dolayısıyla akciğerlerde bir tahrişin
başlanması ve o akciğerlere yerleşen yapılan işin türüne göre tekstil
promokozyonu var, maden promokozyonu var, metal promokozyonu var, silikozis hastalığı
denilen bu seramik sektöründe cam ve tuğla sanayinde, çimento sanayinde
yaşanılan silisden kaynaklanan promokozyon var, kısaca ona silikozis hastalığı
diyorlar. Bunların tedavisi yok, ölüyor bunlar, tedavisi yok.
Burada Ankara’da bir arkadaşımız
geldi, metal promokozyonu yaşamış; sürekli metalin taşlandığı ortamda
çalışıyor, ciğerlerine dolmuş o şeyler yırtıyor, doktor raporu hareket
etmeyeceksin, akciğerlerinde en küçük bir hareket hissi bile o yıldız haline
gelmiş o şeylerin ciğerlerinizi yırtmasına, giderek de o yırtığın büyümesine
yol açar. Aman dikkat edin yavaş yürüyün, şöyle din falan. Neredeyse yürümeyi
yasaklıyorlar, hareket etmesini yasaklıyor.
Bu arkadaşımız bu hastaneden bu
raporu almış, iş yerinden gitmiş hastaneden rapor almış; hastaneden bu raporu
götürüyor, bu raporu kabul etmiyor, “tam teşekküllü hastaneye götüreceksiniz
diyor” . Ondan sonra Numune hastanesine gidiyor, tam teşekküllü hastane, oradan
da aynı raporu alıyor. Diyor ki siz” metal promokozyonuna yakalanmışsını,
raporunu veriyorlar, heyet raporu veriliyor; onu da kabul etmiyor, diyorlar ki
“tam teşekküllü üniversite hastanesinden getireceksiniz”. Hacettepe
Üniversitesinden alıyor ayrıca, o raporu da götürüyor, tabi iş meslek
hastalığına yakalandığı için tazminat talebiyle mahkemeye başvuruyormuş. Bu
raporlar mahkeme için de lazım. Bu üç rapora rağmen iş yeri hekimi, işyerinin
gönderdiği hekimi Numune Hastanesi, Hacettepe Hastanesinin raporlarına rağmen
bu arkadaşımız hala sonuca ulaşmış değil. Aydınlık’ta yazmıştım bir iki sefer;
ondan sonra mahkemenin fikrini değiştirme yönünde bir eğilim içinde olduğunu
duymuştuk, o da sevindirici bir şey ama. Fakat böyle bir karar çıkartabilmek
için bir kişi hakkında bir kamuoyu yaratmak gerekiyormuş maalesef. Şu silikosiz
hastalıklarını biliyorsunuz, taşlama işinde yakalanılan hastalıktır bu. Bu
arkadaşlar koahla başlıyorlar, ciğerlerine yıldızlar doluyor. Kot bununla
taşlanıyor, bildiğimiz kum, kot un beyazlatılması için kullanılıyor o taşlama o
tozları yutarak o arkadaşımız ciğerine yerleşiyor ve ömür boyu çekiyor, ömrü
artık ne kadar olacaksa ölüm…
Bu tür meslek hastalıklarıyla,
böylesine meslek hastalıklarıyla kaç kişinin öldüğüne dair kayıt yok, her yıl
asgari 170 bin kişinin meslek hastalığına karşı olası. Bunların önemli bir
kısmının ölümcül hastalıklar olmasına rağmen krokomozlar her neyse birçok
meslek hastalıklarında var, madenlerde var, maden krokomozu denir, metalde
vardır, cam sektöründe, seramik sektöründe yaşanır. Tekstil sektöründe olur,
pamuk vs işyerinde çalışanlar için; onun dışında kimyasalla karşılaşmadan
dolayı yine ölümcül hastalıklara yakalanan çeşitli meslek dallarlı var. Boya
sektöründe, ilaç sektöründe dolayısıyla her meslek dalında meslek hastalığı var
ama bazı mesleklerdeki hastalıklar ölümcül kalıntılar bırakıyor, bu
hastalıklardan da kaç kişinin öldüğüne dair Türkiye’de bir kayıt yok. Kaç
kişinin meslek hastalığına dair de bir kayıt yok. Demin söylediğim gibi 170 bin
beklenirken, devletin kaydedebileceği sadece 398 kişi, böylesi bir durum.
Benim söyleyeceğim, iş
kazalarıyla ilgili bunlar.
SOMA KATLİAMI
İş kazalarıyla ilgili Soma’yı
biraz daha açacağız. Soma’nın siyasi iktidarla şöyle bir bağlantısı var.
Soma’da birkaç şey var. Birincisi hükümete taahhüt edilen, daha doğrusu Soma
AŞ. Denilen şirket, bu patlamanın olduğu Eğnez ocağını işleten şirket taşeron
firma. Türkiye kömür işletmesi kendisine ait ocağın bir tanesini bir alt
işverene vermiş. Şimdi madenlerde bir başka işverene vermenin iki yolu var.
Biri bu şekildeki ihale usulüyle, oranın ruhsatının TKİ de kalması şartıyla
sadece üretimiyle ilgili bir ihale biçimi vardır. Bir de ruhsatın kiralandığı
bir biçim vardır, ona da rödövans deniliyor.
Rödövansta, oradaki bütün hukuki sorumluluk, artık orayı rödövans hakkını alan
ruhsatını kiralamış olan şirkete aittir. Fakat taşaron işletmesinde alt
işverenlikte orası halen TKİ ne aittir, her tülü hukuki şey ona aittir. Taşeron
firma belli bir miktarı kömürü üretmek üzere TKİ le anlaşma yapmış, buradaki olay
bu. Şimdi orda çok büyük bir şey var, hükümet açısından melanet bir durum var,
bu yüzden alelacele oraya gittiler. Fakat ondan önce bu kazaya sebep olan şey
ne?
Birincisi çok ilkel bir teknolojiyle üretim yapılıyor, yani TKİ yı oraya yıllar önce nasıl üretim yapıyorsa,
burayı alan şirket de önce şeyi almış, bir şirket alıyor, o şirket alıyor orayı
işletmeye kalkıyor, fakat bakıyor ki burası bela bir yer kendisine büyük
sorunlar çıkaracak. Hükümete dilekçe yazıyor, diyor ki, “burayı aynı koşularda başka şirkete devretmek istiyorum, Soma AŞ yi
kastediyor, yani patlamanın olduğu işvereni; ona devretmek istiyorum, ne
diyorsunuz” Onlar da hay hay diyorlar. Artık hükümetin o devirdeki rolü ne
kadardır; al altından onu ikna edecek başka olaylar mı gecikmiş, durumu
bilemiyoruz. Ama kamu yona yansıyan resmi ilişki bu. O şeyde HAVAŞ’da alan adam
vardı. O vatandaş Soma AŞ yi devrediyor. O yani bir kere o devir sırasında
orada riskli bir durumun olduğunu hissediyor, yatırım yapmak gerekiyor. Bu
şekliyle orada üretim devam ettirilemez. Teknolojisini yenilemek gerekiyor ve
orada bazı ilave tedbirler gerekiyor. Bunlar raporlarda uzun uzun anlatılıyor.
Barolar Birliği raporlarında, başka raporlarda falan. Eksik bırakılmış şeyler
diye. Fakat SOMA AŞ hiç buralara girmiyor. Ne üretimini daha düzgün yapabilmek
için yatırım yapıyor, ne de teknolojisine yatırım yapıyor, bu bir.
BEDAVA DAĞITILAN KÖMÜR CİNAYETİ
İkincisi taahhüt edilen
hükümlerle sözleşeme yapıyorlar, iki milyon ton kömür veya şu kadar miktar
kömür. O taahhüt edilen miktarın beş
katı civarında fazla üretim yaptırılıyor. Taahhütle hükümet orayı ona
devrederken diyor ki, “ben senden yıllık şu kadar üretim istiyorum, kömür
istiyorum” diyor. O kömürü de TKİ sine veriyor, SOMA AŞ, TKİ ben senden şu
kadar kömür isterim” diyor. Sonradan hükümet de araya giriyor, Bu hükümetin bedava dağıttığı kömürlerin büyük
kısmı oradan gönderilen kömürlerdir. Yani bu cinayetin bedava dağıtılan
kömürlerin yüzünden ortaya çıkmış oluyor. Bedava dağıtılabilmesi için bazı
dönemlerde çok büyük üretimlerin yapılması gerekiyor. Kış yaklaşırken şurda
burada falan, onun dışında da iki milyon ton civarında hükümet bedava kömür
dağıtıyor. Buraya yetişebilmek için bazı kurumların, bir de satıyor ayrıca TKİ
aracılığıyla. TKİ ne hepsini devrediyor. Bunların hepsinin toplam şeyi üzerine
hükümetle yapılan sözleşmenin çok çok üzerinde üretim yaptırılıyor. Dolayısıyla
eldeki personelle yapılıyor bu. O sözleşme yapıldıktan sonra yeni taahhüt
edilen yeni üretim miktarına göre işçi sayısını artırmıyor, teknolojisi de ona
göre artmıyor, içerdeki koşullar da buna göre artmıyor. Ama üretim artıyor.
Yani işçiyi zorlayan, işçiyi beş katı üretime zorlayan, bu uğurda da her şey
için gözünü kapatmış bir ortam var. İçeride arıza mı varmış, aksaklık mı
varmış, panolar mı bozulmuş, yangın tehlikesi mi varmış bunların hepsi
umursanmıyor. Amma göz göre göre gelen bir durum var, birinci olay bu.
DİNGO’NUN AHIRI GİBİ YÖNETİLMİŞ
DENETİM HİÇ YOK
İkinci olay şu, ikinci olayı daha vahimi şu, bu durumda
ikili bir sorumluluk var, hükümet o firmaya- taşerona orayı vermiş ama oranın
işçi sağlığı ve iş güvenliği sorunluluğunda bir üretim yapıp yapmadığı
konusunda denetleme görevi var hükümetin. Hem hükümetin denetleme görevi var;
Çalışma Bakanlığının; Enerji Bakanlığının, hem de orayı ihaleye veren TKİ sinin
oradaki çalışma koşullarından dolayı otomatik bir sorumluluğu var. Fakat
hepsi asmış, ne Çalışma Bakanı
denetliyor, ne Enerji Bakanı uğruyor, ne TKİ uğruyor. Adam böyle “Dingo’nun
Ahırı gibi” şey yapmış. Bu böyle bir sorumluluk var hükümeti ilgilendiren ne
TKİ ilgilen diren, oradaki geri teknolojiyle çok fazla üretim yapmaya
zorlanmasının getirdiği büyük faciadan sorumluluk var.
Bir sorumluluk şu, daha büyük bir
sorumluluk: Burası (Soma) taşerona
verilmesi yasak olan bir yer. Taşerona kanunen verilmesi yasak olan bir yer,
suç olan bir yer. İş Kanunun diyor ki, (bu şekliyle de taşeronluk
konusuna girmiş olalım yavaş yavaş) İş Kanunun ikinci maddesi, “her işi taşerona veremezsin”
diyor. Bu özel şirketler için de geçerli, kamu için de geçerli. Özel şirketlerde
de bir fabrika sekiz on tane alt taşeron çalıştırıyor ya, onlar için de,
hükümet için de, belediyeler için de geçerli. “Her işi taşerona veremezsin” diyor. Hele hele senin
yapmakta olageldiğin, devam ettiğin sürekli yapageldiğin işleri, ona asıl işleri
tarif ediyorlar. “Bunu taşerona
veremezsin” diyor. “Verebilmenin
tek şartı, bir olağanüstü bir durum olursa ancak verebilirsin,” diyor. “Verebilmek için teknolojik sebepler
ihtiyacı olacak ki” diyor, o zaman verebilirisin, asıl işi”; asıl işi.
Çalışma hayatında iki tür iş
tanımı vardır. 1.Asıl iş” diye, o
işletmede yapılan işin esasına onu ilgilendiren konular asıl iş olarak tarif
edilir. Bir de 2.Tamamlayıcı iş. Yani o iş olmasa bile üretimin
aksamayacağı, sadece bir tamamlayıcı rolünün olduğu işlere de yardımcı iş ya da
tamamlayıcı iş tanımı yapıyorlar. Bu tamamlayıcı iş, yardımcı iş diye daha çok
güvenlik işleri, o işyerindeki çay hizmetleri, yemekhane hizmetleri, temizlik
hizmetleri vs bu tür işler yardımcı iş” diye sayılıyor. “Bunları bir taşerona verebilirsin” diyor. Tabi buralarda da tabi
istisnai durumlar var, o istisnai durumlar iş yerinin özelliğine göre
değişebiliyor. Ama kabaca tanım bu; asıl işe veremezsin” diyor bu senin zaten
yapmak için örgütlendiğin ve kurduğun şirketin görevi” diyor. Kamu olarak da
TKİ diye bir işletme var” diyor. Danıştay raporu aynen böyledir. Danıştay
raporu oradaki taşeron firmaya verilmesinin o şirkete verilmesinin bir alt
işletmeye verilmesinin yasa dışı olduğu bir Danıştay raporu ile bile kayda
alınmış. Şimdi mahkemelerde de bu tartışma konusu olmaya başladı. Bizim
avukatlar bazı işçiler üzerinden bu meseleyi mahkemenin gündemine getiriyorlar.
Diğer avukatlar işin bu tarafında değiller. Onlar, “davayı kazanalım, işçinin alacağı paradan hemen ölüm tazminatı alalım,
gidelim” diyorlar.
Fakat bu şekilde yaklaştığın
zaman muhatap hükümettir. Burada asıl
suçlu hükümettir. Çünkü suç iki türlüdür
1-Taşerona verilmesi bir suç olan
yeriyorsa yasa dışı bir şekilde taşerona emekten dolayı suç işlemişlerdir.
2- Kendilerine ait olan bir yeri
denetleme eve orada sağlıklı öğretim yapılmasını sağlama görevi olmasına rağmen
o görevlerini de yapmamışlardır. Böylesi bir sorun dolayısıyla, yani Soma AŞ
nin oradaki, cinayetteki patronun bu cinayet yelpazesindeki rolü yani dörtte
bir (1/4) bile değil. İşin büyük bir
kısmı suçun ve sorumluluğun büyük bir kısmı hükümete ve TKİ ne aittir. Ama şimdi ora ile hükümeti karşınıza aldığınız
zaman büyük kuvvetlerle savaşmayı gerektiriyor. Bakanlıkları o mafyalaşmış
avukatları şunlar bunlar o icra kuvveti, polis kuvveti, güç birliği bunlar
devreye girebiliyor. Avukat da kendi namına çalışan tek başına bir avukatsa
bu konuların çok üstüne gitmiyor. “Fincancı
katırlarını ürkütmeyeyim” diye. İşte olabileceği, kazanabileceği bir dava
açıyor. Hükümeti de ürkütmemek, onu karşısına almamak için bir dava güdüyor.
Ama şimdi bizim avukatlarımız orda ilgileniyorlar, bir kısım arkadaşın davasını
aldılar. Onun üzerinden bu konu gündeme getiriliyor mahkemelerde; bir
hesaplaşma olacak ama bu hesaplaşmanın bu mahkemelerle sonu ne olur onu tabi
bilemiyorum. Şimdi ikinci suç bu ve
asıl suç bu. Yani TKİ nin o ocağı bir taşeron şirketine suçtur. Çünkü
orada teknolojik sebeple uzmanlık gerektiren bir durum yoktur. Orada TKİ
eskiden de kömür üretiyordu. Özel bir teknolojiyi gerektiren yıllar
içerisindeki teknolojiler geliyor, onlar geliyor, diyeceksiniz, kastedilen
teknoloji uzmanlık değil. Yani ne olmuş, şöyle bir olay varsa, diyelim ocağın
bir yerinde madende galeride ilerlerken bir yere geldiniz ki elinizdeki hiçbir
alet edevat orayı çözemiyor, o da ilerlemenizi sağlayamıyor.
Bir şirket var, bu şirket de bu
tür işler için kurulmuş, bunun için özel olarak yetiştirilmiş adamları var ve
özel malzemeleri var bunun için. İşte “sadece
bu iş için ve sadece o işi yapmak üzere, o bölümü sadece taşerona
verebilirsiniz” diyor. Teknolojik sebeple uzmanlık, kanunun söylediği şey
bu; fakat şimdi bunlar hem Soma’da de Türkiye’nin
taşeron şirketler denilen ihalelerinin yüzde 90 nından fazlasında yasa dışı
ihaleler yapmışlar. Hükümetin bu kadar
telaşa düşmesi, seçimlerde taşeron işçileriyle yatıp kalkmaları, bu işin
suçluluğun katıdır. Eskiden kimse bilmiyordu taşeron işçiyi. Şimdi
başbakanın ağzından düşmüyor, “taşeron
işçi taşeron işçi”, “taşeron işçiyi
seviyoruz” falan. Çalışma Bakanı iki günde bir söylüyor; ne oldu bunların
birden bire taşeron işçiliği neden depreşti? Çünkü bu güne kadar işledikleri suçlar artık patır ortaya dökülmeye
başladı ve onların önüne fatura olarak gelmeye başladı. Şöyle faturaları geliyor, mesela Karayolunda
9 bine yakın işçi, 8 bin küsur işçinin çalıştığı şirketlerle ilgili sendika dava açtı. “Bu ihaleler yasa dışıdır” dedi. “Bu işleri zaten Karayolu yapıyordu,
teknolojik sebeplerle zorunluluk ihtiyacı yok, burada çalışanların da öyle
uzman gibi halleri yok, getirdikleri alet ve edevatlar da öyle bir şey değil,
biz zaten karayolları ile yapıyorduk zaten işleri, diye dava açtı.
Mahkeme sendikaya hak verdi,
ihalelerin hepsini iptal etti, dedi ki, “böyle ihale açamazsınız, Ulaştırma
Bakanlığına, Karayolları Genel Müdürcülüğüne dedi ki, “siz suç işlemişsiniz, üçüncü kişileri aldatmak için hileli bir sözleşeme yapmışsınız, dolayısıyla
sizin yaptığınız hep sözleşmeleri yok sayıyoruz” dedi, mahkeme.
Yargıtay da bu kararları sonra onayladı. “Siz
böyle bir ihale açtığınız için suçlusunuz” dedi. “Hileli
ihale açmışsınız, bu ihaleleri yok sayıyorum ama size başka bir yaptırım daha
getiriyorum. Bu taşeronda çalıştırıldığınız işçiler var ya, 8 bin küsur işçi,
taşeron şirketlerde. Bu işçiler, diyor, yaptıkları iş dolaysıyla ve sizin
açtığınız bu hileli ihale dolayısıyla taşeron işçilerden çıktılar. Bunlar
Karayollarının asıl işçisi oldular”, diyor. Kanun böyle diyor, mahkeme
kararı. Bir de ne aman? İşe girdikleri tarihten itibaren Karayolları işçisi
oldular, diyor. Hükümetin önüne çıkan faturayı düşünebiliyor musunuz? Bu
işçiler on senedir, on iki senedir çalışan taşeron işçiler, on iki senedir bu
işçiler asgari ücretle çalışmış. Mahkeme diyor ki, “on iki senedir bu asıl kadrolu işçiler ve buna böyle muamele
yapacaksın; arada kadrolu işçi ile fark varsa” diyor, “o farkı hesaplayacaksın işçilere ödeyeceksin diyor. “On iki yıllık kıdem tazminatını asıl işçilik
üzerinden alacak” diyor.
Diğer sosyal haklarını TİK anın bütün yaptığı toplu sözleşmelerin on
iki yıllıkları hepsini geriye dönük olarak ödeyeceksin” diyor. Para olarak da, ücret kabilinden
diğer şeyleri de geriye dönük olarak sen buna beş yıllığını ödeyeceksin” diyor. Beş yıllık şundan dolayı, ücret
alacaklarında icra hukukunda böyle bir durum var, ücret alacaklarında en fazla
geriye dönük beş yıl talep edebiliyorsunuz. Beş yıldan öncekiler yanıyor. Yani
böyle bir hukuk var. Ama bu on iki yıl boyunca kadrolu işçi kıdem tazminatı ve
diğer sosyal hakları buna göre alınacak” diyor. Ama maaş farkları, diğer ücret
farkları varsa, bunları da, beş yıllığını hesaplayacaksın, vereceksin” diyor.
Mahkeme bir hesaplıyor, adam başına 80 bin lira, 9 bin kişi için ne yapar 80
bin liradan, Ulaştırma Bakanlığının önüne giden faturayı görüyor musunuz,
Maliye Bakanlığının önüne giden faturayı.
Şimdi ne oluyor, hükümet hop
oturup kalkıyor, “biz ne yaptık” diyor.
Bu kanunun çıkaran kim? 2003 yılında taşeronluk asıl işlerde teknolojik surette
uzmanlık gerektikçe artışlar verilemez. Bu kanunun kim çıkarmış, 2003 yılında
AKP çıkarmış. Kendi çıkardıkları kanunla
kendilerini daraltmışlar, ayaklarına kurşun sıkmışlar, fakat bunun farkında
değiller. Onlar o zaman başka sevdalar peşin delerdi.
ONDAN ÖNCE TEŞERONLUK BÖYLE HERKESİN ÖNÜNDE KONUŞUR HALE GELDİ?
Onu bir açalım biraz. Hepimizin
yaşı müsait, eskiden taşeronluk nerede vardı 70 li 80 li yıllarda. İnşaat
sektöründe vardı, tekstilde bazı yerlerde bahsedilirdi, taşeronluk bu
düzeydeydi. Onun dışındaki yerlerde ne kimse duymuştu, nen bir şeydi. Ancak
taşeronluk denince inşaat şirketleri akla gelirdi. Fakat şimdi bakıyoruz, Genel Kurmay Başkanlığından taşeron
şirketler çalışıyor. TBMM nin yemekhanesini taşeron şirket yönetiyor, çay
ocağını taşeron şirket işletiyor. Meclisin Müzeler Müdürlüğü gibi bağlı
birimler var, buraları taşeron şirketler yönetiyor. Marangozhanesi var
Meclis’in Marangozhaneyi taşeron şirket yönetiyor. Şoförlük hizmetleri var,
şoförlerini taşeron şirketler yönetiyor. TBMM inde dört partinin yönettiği ve
seçimlerde de bunlar ne dediler, “taşerona
kadro vereceğiz” diye yönettiği
partilerin bu Meclisin neredeyse bütün işleri taşeron işçiler tarafından
yapılıyor. Cumhurbaşkanlığında taşeron
işçilikte var, Başbakanlıkta taşeron işçilik var, (Başbakanlık binasının
içerisinde) taşeronluk buralara kadar girmiş.
Salondan bir izleyici işçi açıklanmasını istediği “Karayollarında
taşeron işçilerin alacakları konusunda bağlı oldukları sendika hakkında bir
şeyle söyleyebilir misiniz? Şeklindeki sorusuna Mehmet Akkaya şöyle
açıklamalarda bulundu:
“-Sendika işçiyi sattı, şöyle sattı, her işçi başına 80 bin dolayında
fiyat biçmişti ya, yani işçiye bu parayı vereceksin” diyor, “mahkemenin kararı
böyle”.
İkincisi, bunları sen işe girdiği tarihten kadrolu yapacaksın, kadrolu
muamelesi yapacaksın” diyor, işe girdiği tarihten itibaren diyor.
Üçüncüsü, bu sözleşmeyi yok sayacaksın” diyor. Bu işçilerin yaptığı işe
emsal kadroyu vereceksin” diyor. Adam
kepçeci diyelim, Karayollarında, kepçeci nedir, orada işçilerde gruplar vardır,
aralarında küçük ücret farkı vardır ama, skala (gösterge çizelgesi) diyorlar Karayollarında; birinci skala,
ikinci skala deniliyor. Skalalar arasında kepçeci birinci skaladır. Maaşı
diyelim onun 3500 liradır, öbür ki ne kadardır 2500-2800 falan diyelim. “Bu işçinin yaptığı işe emsal kadroyu
vereceksin” diyor, mahkemenin kararı böyle.
Şimdi nasıl bir oyun oynanıyor, sendika işçilere diyor ki, “biz hükümetle görüştük” diyor. “Kadroya aldıracağız” diyor. Mahkeme karar vermiş da, değil mi? Sen
bu mahkeme kararını icraya koy, bitti olay. Kesinleşmiş karar, karar verilmiş,
üst mahkemede onanmış, birmiş karar, hem para alacak işçi, sana ömür boyu dua
edecekler. Kimisi ev alacak, kimisi bilmem ne yapacak; kimisi oğlunu kızını
everecek. Hem yaptığı işin kadroya geçecek, hem de işe girdiği tarihten
itibaren kadrolu sayılıp, kıdem tazminatı falan ona göre sayılacak. Olağanüstü
karar mahkemenin kararı.
Fakat sendika diyor ki, “sen bu alacaklarından vazgeç, 80 bin
liradan, ben seni kadroya aldıracağım” diyor. İşçi de garibim yıllarca
taşeronda çalışıyor, 1200 liraya falan çalışmış. “Yav” diyo, “iyi
işte kadrolu olacaksak iyi” diyorlar. Mahkeme kararını da üç yıl
saklıyorlar işçilerden, sendika. Üç yıl, mahkeme kararı kesinleşmiş, üç yıla
yakın iki buçuk yıldan fazla, işçiden saklıyorlar.
Biz kararı duyduk Yıldırım
Hocayla, duyduk. Yıldırım Hoca eski Yol-İş Sendikasında uzmandı ya, aynı
zamanda, oradan da bilgiler geliyor. Yıldırım Hoca köşesinde yazdı bunu, dedi
ki yol işçileri adına açılan davalar kazanıldı, davanın sonucu şu, işçiler
bizden öğrendiler kararı. “Bu kararı
nasıl saklarsınız”, diye işçiler sendikayı bastılar.
Fakat üç yıl boyunca karar saklandığı için üç yıllık bir kararın
uygulanmasında gecikme var. Dolayısıyla o 80 bin lira ne olmuş, düşmüş elli bin
liraya erimiş, beş yıllık alacak düşmüş üç yıla, üç yıllık kaybolmuş iki buçuk
yıla düşmüş. Hem işçinin gerçekte alacağı para erimiş, hem de adam iki üç yıl önce kadrolu
olacakken, o zamandan beri kadrolu maaşı üzerinden işleyecekken, şimdi üç yıla
yakın bir gecikme bir de ondan kazık yiyor.
Neyse sonuçta diyorlar ki işçiye,
böyle bir olay üç yıl saklıyorlar.(Orada bir sürü ayrıntı var ama ayrı bir
sohbette konuşuruz, katları, villaları alıyorlar, şu oluyor, bu oluyor, başka
şeyler var). Hem işçinin bu paradan vazgeçmesi için feragatname imzalattırıyorlar,
mahkeme huzurunda feragatname imzalattırıyorlar, işçilere sendika. Sonunda
Davutoğlu geçen sene Bir Mayıs’ın öncesinde, hani çıktı işçileri bir spor
salonuna ya, TV larda canlı yayın yapıldı. “Halo
işçilere kadro veriyoruz, diye bir şov yaptı. Fakat o kadro dediği olay
ne idi. Hem işçilerin parasını gasp etmekti, hem iki buçuk yılların
gasbetmekti, geçen yılları süreyi gasbetmekti; hem bir üçüncü gasp daha
yaptılar. Mahkemenin kararı emsal kadro, yaptığı işin emsali kadro demesine
rağmen, onlar emsal bir kadro açmadılar, bu işçilere. Yeni bir kadro türü
ürettiler. Üçüncü skala diye bir skala türü ürettiler. Bütün taşeron işçilerin
hepsini oraya doldurdular. Asgari ücretin dolayında bir aldıkları maaş
civarında bir parayla orada çalışmaya gönderdiler. Bir tek farkları kadrolu
olmuş oluyorlar. Oyun buydu.
Şimdi bu oyunu nasıl ederiz de bütün taşeron işçilerine ederiz diye
hükümet fırıldak üstüne fırıldak çeviriyor. En son bir taslakları var,
onu birazdan açarız, fakat bundan daha önce bu taşeron işçilikten niye bu
duruma geldiğimizi konuşmamız lazım.
Şimdi malum Avrupa Birliği (AB)
süreci, karşılıklı taahhütler veriliyor; Dünya Bankası bir taraftan
sıkıştırıyor hükümeti; AB bir taraftan, IMF bir taraftan, OISD bir taraftan,
hükümetlerle karşılıklı raporlaşmaları var. Onların talimatları var, bunların
da raporları var.
Şimdi bu raporların, 90
sonrasındaki raporların hemen hepsini inceleme şansım oldu. Gerçi şansım
derken, bunlar artık internette gizli kapaklı değil, ama birisinin oturup mesai
harcaması gerekiyor. Bazıları çok uzun metinler, fakat bu metinlerin hepsinde
şu var, dördünün de ortak şeyleri AB nin, Dünya Bankası’nın, OICD nin, IMF nin
hepsinin Türkiye’ye dönük talimatlarındaki vazgeçilmez şeyler.
1.Devlet ekonomiden elini çekecek, ekonominin
hiçbir alanında olmayacak.
2.Elindeki bütün varlıkları satacak.
3.Kamudaki kadroları tasfiye edecek.
4.Yabancı sermayenin önünde hiçbir engel
kalmayacak.
O talimatların özü, bütün yan
unsurlarıyla bu dört başlıkta toplanabilir. Bunlara bağlı olan bir sürü talimat
var, tanınmış şeyler.
Sonuçta 1980 yılında Türkiye’deki yabancı şirket sayısı 78 iken 2015
yılında 44 bin küsura çıkmış.
Böylesine yabancı sermayeye özgürlük tanınmış, önündeki bütün engeller
kaldırılmış. Taa 1900 o AB, uyum süreci ve gümrük birliği anlaşmasının altına
bu daha da hızlanıyor, 90 lardadır esas hızlanması. 90 burada kritik bir tarihtir,91
özellikle kritik bir tarihtir. Yerleştirme startının doludizgin başlaması,
kamudaki kadroların tasfiye edilmeye başlanması, yabancı sermaye konusunda
büyük hamlelerin yapılması onların önündeki engellerin kaldırılması konusunda
ve bu bireysel emeklilik şirketleri falan filan denilen bu tefeci kuruluşların
Türkiye’ye sokulması ve aynı zamanda Gümrük Birliği ile girişin hazırlanması.
Tabi bunun bir şey bağı da var, uluslararası da var, PKK nın yaptığı hamleler
ve diğer şeyler de var, 90 önemli bir tarihtir, Amerika’nın bölgeye girişi,
Körfez Savaşı hazırlıkları ve Türkiye’nin içerisinde yaşanan bunlar. Orduya
yapılan çeşitli operasyonlar, bunların hepsi 90-91 yıllarındadır. 90-91 yılları
çok kritik yıllardır, Türkiye tarihi
açısından, hem ekonomisinde, hem siyasetinde, hem askeriyesinde ve dış
ilişkilerinde kritik bir tarihtir. Ondan sonraki gelişmeler, o tarihte atılan
büyük şeylerle hız kazandı.
Şimdi 90 larla böylesi bir paket,
yabancı sermaye önünde engel kalmayacak, bütün kamu varlıklarını satacaksınız,
devlet ekonominin hiçbir alanında olmayacak. Yabancı sermaye ve kadroları dağıtacaksınız.
İşte bu
taşeron sistemi bu paketin bir unsuru olarak hortluyor. Çalışma hayatında
işçilerin başına birer sorunlar da gelmeye başlıyor ama o güne kadar 90 lara
kadar çalışma hayatında işçilerin esas uğraştıkları şey, ücretlerin
iyileştirilmesidir ve sosyal haklarda geliştirmedir. Bütün sendikaların mücadelesi
buydu. Ücret hakları vs Fakat 90 lardan sonra işçilerin sorunları da değişiyor.
İşçiler ellerindekileri koruma savaşı veriyorlar, artık, çünkü 90 lardan sonra
çalışma hayatında hem işçi sınıfının bu güne kadar kazandıklarına bir saldırı
başlıyor, hem de ulusal ekonomiyi kökünden tasfiye etmek için olağanüstü bir
operasyon başlıyor, her alanda. Şimdi bu operasyonların kamu kurumlarına ilgili
tarafa da çok hızlı bir şekilde işletilmeye başlanıyor. Nasıl bir işletme,
şimdi her yıl emekli oluyor arkadaşlarımız, malulen ayrılan oluyor, ölen oluyor
vs, yani bir şekilde devlet kadrolarında boşalmalar oluyor. Emeklilik ya da
zaruri ayrılmalar sebebiyle. AB ve öbür emperyalist örgütlerle yapılan
yazışmalarda aynen şöyle bir karşılıklı taahhüt var. Biri talimat vermiş,
öbürleri de hay hay demişler. Diyor ki, bu şekildeki ayrılmalar sonucu boşalan
kadroların her yıl yüzde 75 ini iptal edeceğiz, yüz kişi ayrıldı değil mi, bu
yıl, emekli oldu, malulen ya da öldü, toplam yüz kişi. 75 kişinin kadrosunu
hemen yok ediyor. Önümüzdeki yıl personele ihtiyaç olduğunda, (kadro derken,
kamudaki işçileri kastediyorum) bunlarda çok büyük şeyler yaşandı ama sonunda
bunu değiştirdiler. Bu son beş altı yıl içersinde başka sebeplerle
değiştirdiler. Memurlarda atbaşı bu operasyonlara maruz kalmışlardı. Ama asıl
işçiler kaldılar, kamu işçileri yüzde 75 i, bu ne zamana kadar sürdü? Ecevit
Bahçeli Yılmaz hükümetinin sonuna kadar yüzde 75 sürdü. Sonra AKP hükümeti
geldi. AKP Hükümeti 2006 ya kadar bu yüzde 75 i devam ettirdi. Kamuda öyle oldu
ki 800 bin, 900 bin civarında işçi çalışırken AKP nin 2006 yılına gelindiğinde
kalan işçi sayısı 300 bine düştü. 72 bin işçi çalışıyordu, işte DS işlerinde
şurda burada falan düşmüş 15 bine. Telekom’da çalışan işçi sayısı, katıldığı
tarihte 17 bin civarındaydı, bu 90 larda işçi sayısı 40 bine indi. 45 binle
d3evraldılar Telekom’daki işçiyi 17 bine düşürdüler sonra sattılar. Bu
kadroların tasfiyesinin bir de satın alana maliyeti düşürmek gibi bir tarafı da
var. Fakat onun yanında esas olarak devletteki çalışma biçimini değiştirme
tarafı işin esası.
Şimdi böyle
böyle bakmışlar ki birbirine düşüyor, tabi
AKP gelmiş, onun planları var, onun devlete dair planları var, devleti kökünden
ele geçirmek istiyor, değiştirmek istiyor, dönüştürmek istiyor devleti. Bunun
için de biraz elemana ihtiyacı var. Bir dönem için bile olsa, onun için biraz frene
basıyor. Yüzde 75 i yüzde elliye çekiyor, aşağı yukarı sekiz dokuz yıl kadar
yüzde elli civarında kadro tasfiyesinde devam ediyorlar, yüzde 75 den yüzde 50
ye.
Şimdi yüzde
25 halen devam ediyor, ama ne olmuş, kadrolar 130 bine düşmüş. Yani ne olmuş,
hastanelerde hastabakıcı diye bir kadro yok. Hastanelerde beş tane biyokimyacı
lazımsa bir tane ne bulursanız şükredeceksiniz; on tane hemşire olması gereken
yerde iki tane hemşire ancak çalışıyor falan. Böylesine bütün alanlarda, hem
uzmanlık gerektiren alanlarda, hem normal şeylerde kadroları tasfiye ettiler.
Devlette olağanüstü bir boşalma oldu. Bu haliyle devleti işletmeleri mümkün
değil, peki ne yapacaklar onun yerine. Peki, ne yapacaklar. AKP geldiği zaman
iş kanunun çıkarmış, o iş kanununda yazmış, “taşeron işçilik ası işte olamaz” diye bir kanun çıkarmış, o zaman ne yapacak
bir adam koması birilerinin çalıştırması lazım. Tamam, AB Amerika falan,
talimat veriyor, kadroları tasfiye ediyorlar ama sonuçta bu devleti ele geçirme
niyetine de olsa, ele geçirici adam lazım kendisine. Ne yapacak o zaman, ihale
açacak, bütün işler ihaleye açılıyor.
Belediyelerin
bir kanunun var, 3800 Sayılı Belediye Yasası, ayrı bir yasayla yönetilir,
belediyeler. İş Kanunun 2003 yılında değiştirmiş, oraya bir madde koymuş, orda
oynama yapamıyor, genel bir hüküm o, herkesi ilgilendiriyor. Diyor ki, “belediyenin ayrı bir yasası var, ben orda
da bir şey yapabilirim”. Belediye Yasasını 2005 yılında değiştiriyor AKP
3008 sayılı yasayı çıkarıyor. O yasada 67. Maddeyi koyuyor, tek iş tarifi
yapıyor, diyor ki, “şu şu şu işler
taşerona verilebilir”. Belediyede aklınıza gelebilecek bütün işler,
belediyecilik dediğimiz zaman nedir, kentin her türlü işleri. Kentin her türlü işini taşerona veriyor.
Hepsi, bir iki şey yazmayı unutmuşlar, tabi oraya yazabildiklerini yapıyorlar.
İşi tarif ederek işin adıyla yazmışlar. Şu şu işler verilebilir, diye. Bir iki
işi unutmuşlar, mezarlık işlerini unutmuşlar, itfaiye işlerini unutmuşlar,
belediyenin sanatsal faaliyetlerini unutmuşlar bir de zabıta işlerini
unutmuşlar. Bu işleri veremiyorlar yasaya göre. Belediyelerde kanunun
değiştirerek olağanüstü manevra alanı bulabilmişler. Belediyeleri ağzına kadar
taşeronla doldurmuşlar.
Ne olmuş, 121
bin çalışan var, belediyelerde ve mahalli il özel idarelerde, mahalli
idarelerin tamamında, belediye ve il özel idarenin toplamında. 120 bin taşeron
işçisi ne kadar bir buçuk milyon. Bir buçuk milyona karşılık 121 bine düşürülmüş;
şimdi daha da düştü herhalde 119 oldu galiba belediyelerde durum böyle.
Kitlerde Nasıl,
Kamuda, Bakanlıklarda Nasıl?
Oralarda da 130 bine karşılık, 800, Çalışma Bakanı da
farklı rakamlar söylüyor, 800 diyor, 880 bin diyor, 900 bin diyor. Şöyle bir
madde okuduğunuz zaman ne düşünürsünüz. Hükümetin seçim beyannamesinde, AKP
Hükümetinin Hazirandaki seçim beyannamesinde, diyor ki, “kamuda ne kadar taşeron işçisi çalıştığına dair, bir tespit çalışması
yapılacaktır”. Bunu açıklayan hükümet, falanca, filanca değil. Hükümet o kadar
ipin ucunu kaçırmış ki, ne bakanlık biliyor, ne başbakan biliyor, kamu
kuruluşlarında ve bakanlıklarda ne kadar taşeron işçisi çalıştığını, tam rakamını
bunlar dahi bilmiyorlar ve seçim beyannamesine bunu yazıyor, bunu tespit için
çalışma yapacaklarmış, bunu seçim taahhüdü olarak söylüyor, vatandaşlara
taahhüt ediyor. “Bize oy verirseniz buralarda kaç tane taşeron işçi
yerleştirdiğimizi tespit edeceğiz, “sevgili vatandaşlarımız…”. (Konuşmacı gülüyor, salondakiler de gülüşüyorlar) İşte böyle
bir şey.
Kamuda kadrolu işçi kalmadığı için onu
kullanamıyorlar, taşeron işçiliğini kullanıyorlar. Şimdi devleti ekonomiden
tamamen çektiler, bir başbakanın, bir cumhurbaşkanının son 15 sene içerisinde,
15 seneye yakın süreçte bir fabrikanın açılış kurdelesini kestiğini hatırlayan
var mı? Özel sektörün fabrikaları var. Devlet her şeyi sattı, ellerindeki her
şeyi satıp savurdular ve kadroları erittiler. Böyle olunca da ne oldu, işçilik
artık kadrolu olmaktan çıktı, ama onun yerine Türkiye’nin her tarafına
doldurdukları taşeron işçiliği ve yasa dışı ihaleleri şimdi zam aracı olarak
kullanıyorlar. Oradan ihale alabilmek için, şirketi söylüyorum, bir yerden
ihale alabilmek için AKP ye güçlü bir rüşvet vereceksiniz. Bir şirket ihale
alabilmesi için öyle kolay değil, AKP den öte, rüşvet belli bir adrese gidiyor.
En azından belediyelerdeki rüşvetin bir o anı gidiyor, bütün Türkiye’deki
ihalelerden, beli bir oranı gidiyor, bir merkeze, geri kalan merkezde paylaşılıyor.
İşçilik de tam bir pazarlama haline gelmiş.
Eskiden hiç olmazsa namuslu idi, rüşvet vermek, adam
kayırmak şimdiye göre biraz daha namuslu yapılıyordu.
Şimdi ayrıca şöyle yapıyor, size birkaç örnek
anlatayım, bunlar kamu kuruluşlarında, kamu dairelerinde oluyor. TEİAŞ, işçi
TEİAŞ’ın taşeronunda çalışıyor. Sözleşmesi bitiyor, atıyor. diyor ki, “sözleşme bitti seni atıyoruz”, ne kadar
çalışmış, iki yıllık çalışmış, iki yıllık tazminatını veriyor, “tamam kardeşim,
bitti seninle işim” diyor. Gönderiyor, tazminatını da veriyor. Sonra Muhasebe
müdürü çağırıyor bu işçiyi veya personel müdürü, kimse yetkili, işletmenin.
Bunu çağırıyor, diyor ki, “sen ne kadar para aldın” diyor. İki yıllık tazminat
1200 liradan alsa işte bunun brütüyle beraber ha diyelim 3000-4000 bin para
aldı, “sen bu aldığın paranın 2500-3000 lirasını şeye koyacaksın, sözleşmeni
yenileyeceğiz” diyor. Aynen böyle, kamu kurumlarında açıktan korkunç bir soygun
var.
İŞÇİ CHP Lİ MHP Lİ AMA AKP YE OY VERMEK ZORUNDA
KALIYOR
Kütahya’dayız, böyle kalabalık, 60-70 kişi işçi
grubuyla sohbet ediyoruz. Bir işçi şöyle beni kenara çekti, dedi ki, “ben orda konuşamadım orda TV çekimi falan yapılıyordu,
size söyleyeyim aramızda kalsın; ben yine ona sadık kalıyorum, söylemiyorum
ismini, ben dedi falanca partinin (MHP’li) ilçe yöneticisiyim, fakat burada AKP
ye oy vermek zorundayım” dedi. “AKP
ye oy vermezsem, o parti kazanamazsa, bu ihale engel olursa benim işim biter” dedi.
Bir başka yerde CHP yöneticisiymiş, CHP yöneticisi
çağırdı beni, “biz” dedi, “buraya
girebilmek için köyde tarla vardı onu sattık” dedi. 15 bin lira AKP nin ilçe
başkanına götürmüş masasına koymuşlar. CHP yöneticisi AKP ilçe başkanına rüşvet
vererek taşeron işçiliğine giriyor, taşeron işçiliği ne, bin- bin iki yüz lira
ücret alacak, bir yıllık sözleşme, her zaman kapıya atılabilir, rezil durumda
çalışan işçiler. Buna bile bunun gibi koşulları kabul ederek girmek zorunda
kalıyor, neden çünkü çalışma hayatında iş üretimi bitti, bitirdiler.
Şimdi hükümet bir strateji üretti, diyor ki, “yatırım yapmayacağım”, çünkü
emperyalistler yasaklamış, onların da parti programında var, hükümet programına
koymuşlar, bir sürü programa koymuşlar, planlarına şuna buna koymuşlar, “devlet ekonomiden tamamen çekilecek”
öteki böyle. Üretim yapmayacaksın iki, nasıl olacak insanlara nasıl iş
bulacaksın, diyor ki, “ben yatırım
yapmadan ve yeni üretim alanı açmadan işsizlere iş bulacağım”. Nasıl iş
bulacakmış birazdan anlatacağım. Şimdi dünyanın her tarafında hangi ekonomiye
girerseniz girin, ister sosyalist ekonomilerde, ister mücadele edilmemiş
ekonomilerde olsun, yeni iş yaratabilmenin yolu, ya üretimi artırmaktır, ya da
yeni üretim alanları açmaktır, ya da ikisini birlikte yapmaktır. Başka bir icraat
yolu yok bu işin. O da bunu dinliyor, üretim yapmıyor, yatırım da yapmıyor. “Ben”, diyor, “işsize
iş bulacağım” diyor. Niye işsizlik almış üç milyona dayanmış. Şimdi yedi
milyona geliyor. Patlama noktasına gelmiş işsizlikte, artık bunları başka
şeyler, kömür möbür dağıtıyor, bir şeyler yapıyor da, bunun da sonu yok. Nereye
kadar dağıtacak. Tayyip buradan kendisine müritle yetiştiriyor, falan böyle bir
talep var ama bir yandan da yeni üretim açısı olmadığı için değirmenin çarkı
kesiliyor. Bir de dışarıdan sürekli para bulmanız gerekiyor. İşte bu kara
paralar, Tayyip o yüzden sık sık Katar’a gidiyor, şudur budur, oraya buraya
gidiyor ya, görüşmeler yapıyor, şunlarla bunlarla. Bu iş bu, ancak kara parayla
dönen bir ekolün haline getirmişler, değirmen bitmiş, suyu bitmiş. Peki, nasıl
iş kuracak “ben”, diyor, “stratejik bir plan ürettim, bu stratejik
planı uyguladığım zaman”, diyor “işsize iş bulacağım” stratejik planın
adı “ulusal istihdam stratejisi”. Dört maddelik bir strateji, dört başlıktan
ibaret, diyor ki:
1-Alt işverenin ilişkisini yayacağım, taşeronluğu
yayacağım.
2-Esnek çalışmayı yayacağım, esnek çalışma dediği ne,
kıdem tazminatının olmadığı işçi dayanışmasının sendikalaşmanın, grevin şunun
bunun olmadığı bir çalışama biçimi. Bunu yayacağım” diyor, şimdi kadınlara
doğum rüşveti yanında bir yandan esnek çalışmayı yutturmaya kalkıyorlar ya, her
şeye sokuşturmaya çalışıyorlar bu esnek çalışmayı,
3-Özel istihdam büroları aracılarıyla özel istihdam
bürolarına işçi kiralama yasası çıkararak iş bulmayı özel istihdam büroları
aracılığıyla yapacağım. Yasasını çıkardılar ya, kölelik büroları kuruldu, tartışılıyor şimdi, Cumhurbaşkanına veto et
falan deniliyor, 450 tane kölelik büroları var, Türkiye’de. Bu kölelik
bürolarına ruhsatı veren kim, biliyor musunuz, Türkiye İş Kurumu. Devletin iş
ve işçi bulmakta görevlendirdiği kuruma öyle bir görev yüklediler ki, iki tane
görev yüklediler, bu kurum köle ticareti yapıyor şimdi. Devletin İş ve İşçi
Bulma Kurumu köle ticareti yapıyor, şimdi. Ne yapıyor? 1- Ulus toplum yararına
çalışma bürosu” diye bir proje icat ettiler. Dört yıldır uyguluyorlar şimdi
bunu, son dört yıldır. Hem her yıl 200 bin civarında işçiyi toplum yararına
çalışma projesi adı altında kölece gibi çalıştırılıyor.
İŞKUR gönderiyor, 300 tane işçi bilmem nereye, 500
tane bilmem nereye. Gidiyorlar ama aynen
köle ticareti büroları gibi, gittiği yerde orda çalıştığı işverenin yanında
çalışma koşullarıyla ilgili pazarlık yapma şansı yok. “Efendim ben şunu yapamam, bunu edemem” falan filan böyle bir şey yok;
ücretini sosyal haklarını ve diğer haklarını görüşme şansı yok. Toplu sözleşme
şansı yok, bir sendikaya üye olma hakkı yok. Maaşını kim veriyor biliyor
musunuz İŞKUR veriyor. Maaşını İŞKUR veriyor, belediyede çalışıyor, ama o
belediye de hiçbir pazarlıkta söz hakkı yok, ne söylenirse yapmak zorunda. 200 bin kişi, 9 ay çalışıyorlar bunlar, tam
zamanında da değiller, eskiden beş aydı, şimdi yedi aya çıktı, sonra dokuz aya
çıktı, dokuz ay çalışıyorlar, tam zamanında da değiller. Hani Van’lı işçiler
geldi burada bir iki sefer yaptılar ya, belki hatırlayanınız vardır, kış
kıyamet günüydü, o işçiler böyle çalıştırılıyor biliyor musunuz, yıllarca 200
bin kişi; birisi bu.
2-İkincisi ne İŞKUR’a
verilen kölelik görevi, devletin İş ve İşçi Bulma Kurumu’na işçiyi köleleştirme
görevi verdiler, yaptırıyorlar. İkini görevi, özel istihdam bürosu denilen köle
ticareti yapacak şirketlere kuruluş ruhsatı vermek. Onların ruhsatını İŞKUR
veriyor. 450 olmuş bu şirketlerin sayısı, 450 tane şirket kuruldu bunların
büyük bir kısmı yabancı şirket, bu şirketlerden bir tanesinin sahibini de
söyleyeyim size, CHP den geçen ayda atılan Aylin Hanımın şirketi, Aylin Hanımın
da ayrıca bir köle ticareti varmış, bu 450 şirketten bir tanesi de Aylin
Hanım’ınmış. Ama bu arkadaşlarımız Atatürkçü pozunda, sosyal demokrasiyi bunlar
olumlayarak söylüyorlar, bu pozdalar. Aylin Hanım seçildiğinde bu işlerin
içindeydi. Bunu CHP lilerin hepsi biliyor, CHP Genel Başkanı da biliyor ne
görev yaptığını da biliyor. Kocası çünkü saygın işadamlarından birisi, Aylin
Hanımın eşi, biraz onun sayesinde milletvekili oldu, herkes biliyor. Köle
ticareti şirketinin sahibi olduğunu, genel başkan da biliyor, genel merkez
yöneticileri de biliyor, ona rağmen milletvekili yapıyorlar. Partiden
atılışının sebebi köle ticareti yapacak bir büronun sahibisiniz diye atsalar,
bütün Türkiye alkışa tutar. Atatürk’ün resmini indirdi diye atıyorlar. Bunu
söyleyenler kendileri bu da rezaletin daniskası. Üçüncüsü bu, yani 450 şirkete köle ticareti yapmaya bakmadan
yasa çıkartıyorlar. Bu yasa yoktu şimdiye kadar, şirketlerin kurulmasına
izin vermişlerdi, ruhsat vererek. Özel bir yasa gerekiyor, bu şirketlerin işçi
kiralaması yapabilmesi için yasa gerekiyor. 4857 Sayılı İş Kanunu çıkarken işçi
kiralaması için bazı unsurlar getirdiler, şirketler arsında işçi kiralama
olabiliyor. Mesela Sabancı Holding’in şirketinden bir başka şirkete işçi
transfer edebiliyor, o yasa o izni veriyor, ya da Sabancı Holding Koç Holding’e
altı ay süresince işçiyi kiralayabiliyor, 2003 tarihinde çıkan yasaya göre,
bunlar mümkündü. Fakat sadece işi işçi kiralamak olan şirket kurulamıyordu,
şimdiye kadar ki engel buydu. Bu şirketler kuruldu, tüzel kişilik kazandılar
ama köle ticareti yapmalarına henüz izin çıkmamıştı. Şimdi Meclisten çıkan
yasayla bu izni çıkarmış oldular. Bunların da çoğu yabancı şirketler. Uluslar arası köle ticareti yapan şirketler; bu
köle ticareti Avrupa’da ve Amerika’daki köle ticareti haline gelmiş. Esnek
çalışma ve köle ticareti yapan bürolara aracıyla, kölece çalıştırma biçimi
Avrupa ve Amerika’da esas çalışma biçimi haline gelmiş. Rakamlar var korkunç
rakamlar. Alman işçi nüfusunun nerdeyse yüzde yetmişini nerdeyse köle
tüccarları pazarlıyor. Amerika’da 14 milyon köle ticareti ile pazarlanan işçi
var. Japonya’da 16 milyon olmuş, böylesine rakamlar, emperyalist memleketlerde
çalışma hayatı tümüyle köle tüccarlarının eline geçmiş. Buraları oraya
telim etmişler, Batının uygarlığın beşiği falan AB Çağdaş bilinen yer tam bir
işçi cehennemi, esnek çalışma boylu boyunca, Amerikan filmlerinde
görmüşsünüzdür, o gider bir şirkete kaydolur. Çok filmlerde vardır bu köle
tüccarları, o şirketleri konu etmişlerdir. Amerika’daki esas çalışma biçimidir.
Kanada’ya taşımışlar bunu, Meksika’ya taşımışlar, Latin Amerika ülkelerine
taşıyorlar, Avrupa’nın Batı ülkelerinde çalışma hayatında bu vardır. Doğu Avrupa’nın
o kalan ülkelerine taşıyorlar, şimdi Türkiye’ye geldi. Türkiye’de de hükümetin
bu meşhur planın ana unsurlardan bir tanesi işte bu yani üretim yapmadan,
yatırım yapmadan size iş bulurum o sihirli formülünün bölüm dördüncü unsuru bu.
Köle tüccarı şirketler aracılığıyla işçi pazarlama.
TÜRKİYE’DE BİREYSEL EMEKLİLİK DİYE 6 MİLYON İNSANDAN
36 MİLYAR TOPLAMIŞLAR
Dördüncüsü de kıdem tazminatını işin fon kurmak ve
bireysel emeklilik şirketlerini hâkim hale getirmek, bu haliyle. Bireysel
emeklilik şirketleri bilinenleri biliyorsunuz, işte bir kısmı bankalar, yüzde
90 ı onlarınki de yabancı 18-19 oldu galiba bireysel emeklilik şirketi sayısı,
bu şirketlerin Türkiye’de topladığı para miktarı 36 milyar lira olmuş, 36
milyar para toplamışlar. Altı milyon insanı sigortaya bağlamışlar, ALTI MİLYON İNSANI HARACA BAĞLAMIŞLAR daha
doğrusu. Toplamışlar parayı bir de Tayyip destek oluyor, topladıkları paranın
yüzde yirmi beşi kadarını hükümet destek oluyor. 36 milyar para toplamışlar,
altı milyon insan, topladıkları para ne olacak, çeşitli şeyler var, borsada
oynama usulleri var. O usullerden herhangi birisiyle oynayacaklar. İşçiye o
şirketlerden bir tanesine yönlendirecekler, işverenin seçtiğini işçi de seçmek
zorunda. O üye gidecek o şirketten bir tanesine üye olacak, primleri oraya
yatır, para ne olacak, parada devlet garantisi var mı, yok. Bu adam kaçıp
giderse ne olacak, “kayboldu geçmiş
olsun”. Borsada oynuyor, batarsa ne olacak geçmiş olsun, böylesine bir olay
ve bu SSK dan esirgedikleri şeye şirketlere aktarıyorlar. SSK nın işçi
alacaklarını affediyorlar. Affetme miktarları vardı, şimdi yanımda değil, yani
okuduğunuz zaman yüreğinize hançer saplanır. SSK nın “borçlu” diyorlar ya, o
borcunun sekiz katı kadarı alacağı var, ama affediyorlar. SSK nın alacaklarını
tahsil etmeyerek onu batırıyorlar, ayrıca destek olumuyorlar. Desteklerin
bütününü kestiler zaten, eskiden Ecevit Yılmaz hükümetlerinin ilk zamanlarına
kadar, ilk bir ayına kadar halen devam ediyordu destekler, şimdi o destekler de
bitti. Ecevit hükümetleriyle beraber kesildi, onun yerine şimdi bu şirketlere
destek, bu şirketler de tam bir kumarhane. Ben Aydınlık’ta da resmen
“kumarhane” diye yazdım. Hiçbir Allahın kulu “siz bize nasıl kumarhane
dersiniz” diye suç duyurusunda da bulunmadı, dava açmadılar, ben bekliyordum ki
dava açsınlar. Çünkü çalışma koşulları belli, paraları nasıl değerlendirdikleri
belli. Sanayisi olmayan, sanayi çarkında yoklar, hizmet sektörünün çarkında
yoklar, hiçbir sektörün çarkında yoklar ve para kazanıyorlar, nasıl
kazanıyorlar ve bu paralar uçup gittiği zaman ne olacak, Tayyip Erdoğan’ın bir
garantisi var mı yok.
Bu dört formülle, bu formülle de amaçladıkları şuydu,
işçinin kıdem tazminatını ortadan kaldırmak. Bu uzun bir plandır, başlı başına
bir konferans meselesi Yıldırım Hocayı bir gün davet ederseniz o bu konuyu çok
iyi yapar, kıdem tazminatını tarihçesine kadar, öneririm ben, şu anda
tartışılıyor, önümüzdeki aylarda da gündeme gelecek. Bireysel emeklilik
şirketlerine şimdi yol verdiler. Çok hızlanıyor, ben de yazdım bir iki sefer,
resen emeklilik şirketleri üzerinden kıdem tazminatını ortadan kaldırma eylemi
fiilen gerçekleşmiş oluyor. Böyle bir süreç de var.
Yani bu dört formüle özetle tekrar hatırlatayım,
ulusal istihdam stratejik dedikleri sihirli formülle işsizliği engelleyeceğiz”
diyorlar. Bu formülün dört unsurundan bir tanesi alt işvereni yayacağız, esnek
çalışmayı yayacağız. Özel işçi kiralama şirketlerine işçi kiralama olanağı
vereceğiz ki verdiler. Dördüncüsü de kıdem tazminatı için fon kuracağız, yer
yer bireysel emeklilik şirketlerine bu konuları aktaracağız”.
Bu dört faaliyetin özeti şu, işçi sendikasını tasfiye etmek, emekli olma şansını ortadan kaldırmak,
tümüyle köleleştirmek ve bu günkü çalışma koşullarının çok çok daha gerisindeki
ücretlere razı etmek ve bu şekliyle de bir işçiden kırptıkları parayla bir
başkasına belki iş bulma şansını yakalamak. İşçiye iş bulma şansı dedikleri
şey, bir adama verdikleri parayı üç kişiye vermek, işin özeti bu. Yatırım
yapmadan üretim olmadan işsize iş bulmanın sihirli formülü bu. Şimdi bu formülü
deldiler hızlandırıyorlar, burada şeyi çıkardılar, özel istihdam bürolarıyla
ilgili yasayı çıkardılar Cumhurbaşkanının onayından. Şimdi taşeronlukla ilgili
olaya geldi. Orada taşeron işçilerin bu
güne kadar var olan haklarını gasp etmek için bir oyun oynuyorlar. Onun
tasarısını hazırladılar. Yakında Meclise gelecek tasarı olacak. O tasarının
özeti şu, demin karayolu örneğinde konuşmuştuk ya, işçi yasaya uygun olmayan
bir ihaleden dolayı ki Türkiye’deki
ihalelerin yüzde doksanı yasa dışıdır, böylesine bir kanunsuzluk içindeler.
Böylesine karşılarına büyük fatura çıkacak, bu faturadan ürküyorlar şimdi. Bu
faturalar çıkmaya başladı. Sadece Karayollarında değil çok sayıda yerde açılmış
davalar var ve iyi gidiyor davalar. Kazanılacak da, bunlar ürküyorlar, şimdi
bir an önce bu davalar da sonuçlanmadan işçilerin dava açmasının önüne geçmek
istiyorlar bir.
2-Dava açarak kazanabilecekleri imkânları ortadan
kaldırmak.
3-Peşinen feragatname alarak ileride dava açma
olasılığı olursa olası kazanabileceği haklarından vazgeçtiğini feragatname
imzalattırmak. Bunların karşılığında da ne verecekler bunlara, aynı ücretle,
asgari ücretle yine, taşeron sadece aradan kaldırılıyor, yerine devlet taşeron
oluyor. Fakat bu işçilerin çalışıp çalışmaması için, onu belirlemek için bu
güne kadar 10 sene on beş sene çalışan işçiyi sınava tabi tutacaklar, “gel bakalım sen bu işi yapabilir misin seni
sınav yapalım”. Bu adam on senedir çalışıyor zaten, sen mi yapıyorsun bunun
işini, gel seni bir sınava tabi tutacağız, sınavı kazandıktan sonra bir de
güvenlik soruşturması yapacağız, sanki öğretmen olacak, sanki Milli
İstihbaratta bilmem nerde görevlendirecek. İşçiyi taşeron işçisine güvenlik
soruşturması yapacak, ondan sonra peki ne olacak, asgari ücretle ve üç yıllık
sözleşme, üç yıl içerisinde işten atılabilirsin, üç yılın sonunda atılabilir
misin atılabilirsin. Bunu da işçiye büyük şey diye anlatılır, bu da büyük bir
kazık, Özel İskân Bürolarının tahribattan kadar büyük, şimdi bunu hazırlıyorlar.
Aynı zamanda eş zamanlı olarak kıdem tazminatı olayı var. Yani Cumhuriyet
tarihinin en büyük saldırısı, kıdem tazminatı taşeron işçilik, özel iskân
büroları olayı ve esnek çalışma bu dört alanda eş zamanlı olarak olağanüstü bir
saldırı yapıyorlar. Her fırsatı değerlendiriyorlar. Bu şimdiki işçi sınıfının
önündeki en temel mesele sadece işçilerin hayatını değil, toplumun tamamının
hayatını ilgilendirecek, hepimize hem direk hem dolaylı etkileri olacak,
böylesine kapsamlı bir plan, böyle bir garabet var karşımızda.”
Karşılıklı soru
cevap, genel açıklama ve katkı konuşmaları ile sona erdi.
Cevat Kulaksız
ckulaksizster@gmail.com
ckulaksizster@gmail.com
Yorum Gönder