Bu yazı Fransa’da yayımlansaydı adı “Requiem[i] pour la laïcité” olurdu. Başta Kut’ul Amare kahramanı yücelerin yücesi Başyüce ile Meclis-i Mebusan Külliyesi (!) Reisi ve Kut’ul Amare meftunu İsmail Kahraman olmak üzere AKP Kıraathanesi (Kahvehanesi) müdavimleri, “Requim”e bakarak benim gâvurluğumun kanıtlandığını ileri sürebilirler ama onların bu iddiası dinsiz ve imansız olduğum iddialarıyla çelişir.
Ciddi olalım: Tanzimat ve Meşrutiyetlerle dalga geçen pabucu yarım sol aydınlar, Yeni Osmanlıcılar, Ultra Liberaller, II.Cumhuriyetçiler, Yetmez Ama Evetçiler olmasaydı, Cumhuriyet ve Çağdaşlaşma nefretlerini taa Osmanlı ataları II.Mahmut’tan başlatan mürteci, mütegallibe, müfteri, ayan, ulema (!) inşaatçi ve yeni suhte (imam hatipli) yığışımı laikliğin ırzına bu kadar kolay geçemezlerdi.
Cumhuriyet tarihi boyunca çok hassas terazileri (!) sık sık hata yaptığı için bu yığışımı cesaretlendiren elitlerden biri “Edebiyat ve Siyaset Olarak Hayat” adlı kitabımızda eleştiriliyor. (S.161) “Laik Laiklik” adlı yazı ilk kez Adam Sanat dergisinin Aralık 2004 (Sayı: 227) sayısında yayınlanmıştı.
Özdemir İnce
7 Mayıs 2016
***
LAİK LAİKLİK[ii]
Sami Selçuk’un, Adam Sanat dergisinin ekim 2004 sayısında yayımlanan “Laiklik” başlıklı yazısına birkaç itirazım var. Sami Selçuk’un Yargıtay Birinci Başkanı olarak laiklik konusunda yaptığı konuşmalara, yayımladığı yazılara itirazım çok daha fazlaydı. Örneğin, İkinci Cumhuriyetçilerin ve İslamcıların laik cumhuriyeti ve savunucularını aşağılamak için kullandıkları laikçilik sözcüğünü artık kullanmıyor. Artık kullanmadığı bir başka sözcük de sekülarizm, anglo-sakson sekülarizmi… Eskiden anglo-sakson sekülarizmini demokrasiye daha yakın bulur, Türkiye’nin Fransız tarzı laikliği bırakıp ABD sekülarizmine geçmesini salık verirdi.
Sami Selçuk’un bu türden düşüncelerinin yer aldığı “1999-2000 Adlî Yılı Açış Konuşması” metnini Adam Sanat’ta yayımladığım bir yazı ile eleştirmiştim. Söz konusu yazı daha sonra Yaşasın Cumhuriyet (Telos Yayıncılık, 1999) adlı kitabımda önsöz olarak yer aldı.
Adam Sanat dergisinde yayımlanan son yazısından da anlaşılacağı üzere, Sami Selçuk’un genel olarak laikliğin, özel olarak da Türkiye Cumhuriyeti laikliğinin tanımlanması ve uygulanması bağlamlarında bazı engelleri aşamadığı anlaşılıyor. Örneğin, “Eğer laiklik gibi çok yaşamsal bir konu bir ülkede her gün tartışılıyorsa, ortada bir sorun var demektir” cümlesini ele alalım. Ben, cumhuriyetçilerin laik cumhuriyetin anayasasında yazan laiklik ilkesini tartıştıklarına tanık olmadım. Cumhuriyet’in laiklik ilkesine itiraz edenler, bu ilkeyi seksen yıldır kabul etmeyenler, bilindiği gibi, ülkemizin İslamcıları… AKP iktidarı bile, İslamcı virüsünün cumhuriyetin kurumlarını dinselleştirmek amacından asla vazgeçemeyeceğini kanıtlıyor. Durum böyle iken, Cumhuriyetçileri bir tartışmanın tarafı olarak sunmak, en azından, konuyu anlamamak anlamına gelir.
Yazarın karşısında aşamadığı iki somut engel var: Bunlardan biri kendince özel bir anlam yüklediği laisizm… “Nasıl şovenizm ulusçuluğun yozlaşmış biçimiyse, laisizm de laikliğin yozlaş(tırıl)mış biçimidir” diyor. Daha önceki yazılarında ve konuşmalarında laikçilik sözcüğünü laisizmin karşılığı olarak kullanıyordu.
Fransızcada 1842 yılından bu yana kullanılmakta olan “laicisme” sözcüğünün yazarın ileri sürdüğü kapsamda bir anlamı yok. Çok eskiden “Kilisenin yönetiminde laiklere bir yer vermeyi amaçlayan öğreti” anlamında kullanılıyordu ama bu anlamın artık eskidiği belirtiliyor sözlüklerde. Günümüzde, “Kurumlara dinsel olmayan bir nitelik vermeyi amaçlayan öğreti” (Doctrine qui tend à donner aux institutions un caractère non religieux), yani okulların, adaletin ve öteki toplum ve devlet kurumlarının dinsel referanslardan arındırılmasını amaçlayan öğreti… Yani cumhuriyet devrimlerinin dayanağı olan öğreti. Sami Selçuk’un, bu yazıyı Japonya’daki laiklik uygulamalarını eleştirmek amacıyla kaleme almadığını düşündüğüm için, “Oysa, demokratik devlette yurttaşlık bir öğretiye ya da dine bağlılığı gerektirmez. Bu yüzden, laik devlet, halka, özellikle gençliğe belli bir ideolojiyi aşılamaya (endoctrinement) kalkışamaz; bir devlet dini yaratamaz ve dinsizlik de aşılayamaz” cümlesini Türkiye bağlamına oturtmak zorundayız.
Laik devlet kuşkusuz bir devlet dini yaratamaz, vatandaşlarını dinsizliğe zorlayamaz, ama herhangi bir ideolojiyi, diyelim ki laiklik öğretisini neden gençliğine aşılamasın? Özellikle de gençliğin Nurculaştırılması, Fethullaştırılması programı cumhuriyet karşıtları tarafından dikkatle uygulanırken…
Sami Selçuk, bu cümle ile, (anmadan) Türban, Kamusal Alan gibi uygulamaları eleştirmekte ve bu uygulamaları haksız ve evrensel laikliğe, aslında anglosakson sekülarizmine aykırı bulmaktadır.
Yazardan bir alıntı daha: “Bu nedenle eksiksiz demokrasiyi, laikliği, toplumsal barışı, akılcı toplumu gerçekleştirmek; kesin, kalıcı ve örnek sonuçlara ulaşmak; laikliği türev sorunlar doğuran bir sorunsal olmaktan çıkarmak istiyorsak, laikliğin tanımını doğru yapmak ve onu yaşama doğru geçirmek zorundayız.”
Evet!
Ama laikliğin kaynağına dönmeden, “Bazı toplumlar laikliğe neden gereksinim duydu?” sorusunu sormadan bu tanımı yapmaya kalkışmamız çok yanlış olur.
Bunun yanıtı ise şudur: Laiklik, kilisenin ve teokratik devletin birey ve toplum üzerindeki baskılarına son vermek, insanları ve bireyi din karşısında özgürleştirmek, toplumsal kurumları dinden arındırarak sivilleştirmek gereksiniminden ortaya çıkmıştır.
Yani laikliğin ilk görevi bireyi ve toplumu dinin baskılarına karşı korumaktır. Öteki işlevleri bu yükümlülük ve görevinden sonra gelir. Ama gelin görün ki aralarında Sami Selçuk da olmak üzere laiklik konusunda söz alanlar bu tarihsel gerçeğin kapağını hiç kaldırmazlar.
Laikliğin tanımını ve herhangi bir ülkedeki uygulamanın değerlendirilmesini yapacak kimsenin laikliğin uygulandığı ülkenin dinsel özelliğini dikkate alması gerekir. Çünkü Hıristiyan ülkelere özgü laikliği Müslüman ülkelere uygulamaya kalkışırsak ya da Türkiye’nin laik uygulamalarını ABD sekülarizmine göre eleştirirsek onarımı olanaksız bir yanlışa düşeriz. Ve “Avrupa ülkelerinde Diyanet İşleri Başkanlığı yok!” türünden tuhaf itirazlar yaparız. Örneğin Fransa’da Diyanet İşleri Başkanlığı yok ama Kilise var. Türkiye’de de Kilise benzeri bir Cami örgütü ve hiyerarşisi, Papa benzeri bir dinsel lider yok. Halife ile Papa’nın ya da Patrik’in eşdeğer olduklarını ileri sürenler çıkabilir. Bu eşdeğerliği kabul etsek bile Halife’nin altında Papa ve Patrik’te olduğu gibi bir hiyerarşik örgüt yoktur.
Bu nedenle Hıristiyan ülkelerdeki laiklik uygulamaları bize örnek olamaz. Sami Selçuk’un, “Yeter ki, ileri ülkelerdeki eleştirileri değerlendirelim. Laikliğin oralardaki hastalıklı yönlerini ayıklayalım, dışlayalım” cümlesi Türkiye için herhangi bir geçerliği olmayan düşünceleri ifade etmektedir. Tıpkı “Bize özgü laiklik” düşüncesine karşı çıktığı cümle gibi…
Neden?
Çünkü laikliğin niteliğini onun karşısında bulunan din ya da mezhebin nitelikleri belirler de ondan. Bir yanda reformdan geçmiş Hıristiyanlık, bir yanda çağa ayak uyduramadığı, toplumları kanatlandıramadığı için sekterleşen, radikallesen, siyasallaşan İslam… Bunları sınırlandıran, bunlara karşı bireyi ve toplumu korumak zorunda kalan laiklik aynı laiklik olamaz.
Soruna bu açıdan bakmazsak Türkiye Cumhuriyeti’nin kamusal alan, İmam-Hatip, Türban titizliklerini anlamakta güçlük çekeriz. Çekeriz ama Fransa, Almanya gibi ülkelerde “Türban” olgusunun ortaya çıkması, Fransız laikliğinin Türkleşmesi, bu güçlüğü giderek azaltıyor.
Sami Selçuk yazısını bitirirken “Nitekim, Avrupa Birliği yıllık raporlannda ülkemizin laiklik anlayışı sık sık eleştirilmektedir” diyor. Eleştirebilirler! Şu kadarını söyleyebilirim ki siyasal, ekonomik alanlarda eli mahkûm Türkiye’nin AB’ye, “Siz kendi işinize bakın. Bizim laikliliğimizi bize bırakın!” diyerek kafa tutabileceği ender alanlardan biridir laiklik. Çünkü bu kafa tutmanın gerisinde felsefi ve sosyolojik dayanaklar vardır.
Sami Selçuk’un yazısı üzerinde daha fazla durmak istemiyorum: Laiklik, laisizm, sekülarizm, devletin dini sınırlandırması, tek boyutlu evrensel laiklik ve her dine özgü değişken laiklik konularında ortak noktaları olmayan iki insanın tartışmasının bir yarar getireceği kanısında değilim.
Örneğin, Sami Selçuk’un, laisizm’e yüklediği özel anlamdan vazgeçmeden, laikliğin din karşısında sınırlandırıcı niteliğini kabul etmeden, laikliğin birey ve toplumu dinin baskılarından korumak görevini dikkate alacağını sanmıyorum.
Çünkü o cumhuriyetçilerin savunduğu bu görüşleri bir zamanlar jakoben la-ikçilik olarak tanımlıyordu. Ben ise bunlann Türkiye Cumhuriyeti’nin temel nitelikleri olduğuna inanmaktayım!
Kimilerinin açtığı “Laiklik” açmazını açmak, kimilerinin yarattığı “Laiklik” çıkmazını ortadan kaldırmak için küçük bir hatırlatma yapmak istiyorum:
Dinlerin kaç yaşında olduğunu bilmiyoruz. Diyelim ki insanlığın yaşında!
Laiklik kaç yaşında? Düşüncesi iki yüz, uygulaması yüz yaşında!
Demek ki din laikliğe tepki değil, tam tersine laiklik dine karşı tepki!
Laiklik dine karşı bir tepki olarak ortaya çıktığına göre, neden inanç ve vicdan özgürlüğünün garantisi olsun? Böyle bir şey yok. Bu, laikliği kendine karşı kullanmak isteyen tutuculann, statükocuların, İslamcıların uydurmaları.
Dini bireylerin saldırısına karşı gelenek ve görenekler, yasalar korur. Laiklik’in bu bağlamda herhangi bir koruma görevi yoktur. Laiklik hakem değil, savunma avukatıdır!
Laiklik’in amacı bireyi ve toplumu dinin, dinlerin baskısına karşı korumaktır.
Laiklik’in amacı bireyi ve toplumu din ve dinler karşısında özgürleştirmektir.
“Laiklik bütün dinlere karşı aynı uzaklıktadır” tanımlamasını ancak bu bakış doğrultusunda doğru anlayabiliriz.
Laiklik konusunda zihinleri bulandırmak için bireyin ve toplumun inanç özgürlüğünden, inancını yaşama özgürlüğünden söz ederler. Laiklik’in amacı o özgürlüğün önünü açmak değil tam tersine öteki bireylerin inanç özgürlüğünü, toplumun esenliğini ve toplumsal barışın varoluşunu sağlamak için söz konusu özgürlüğün sınırlarını belirlemektir.
Paris Siyasal Araştırmalar Enstitüsü’nden Prof. Dominique Colas da benim gibi düşünüyor, “Laik devlet yurttaşını din baskısından korumalı” (Cumhuriyet, 22.10.2004) diyor.
***
[1]Requiem, Hristiyanlık dininde ölümü takiben ruhun kurtuluşu için, cenazenin hemen ardından ya da anma amacıyla yıldönümlerinde söylenebilen toplu ayin. Requiem aynı zamanda çeşitli müzikal kompozisyonların başlığı olarak, belki bu yönüyle daha da önemlidir. Bu tür kullanımında genellikle Requiem’in Roma Katolik metin versiyonu kullanılmıştır. Requiem orijinalinde tek sesli olarak söylenmesine rağmen, dramatik karakteri bestecileri kendi dönemlerinin müzikal yaklaşımını Requiem üzerine uygulamaya itmiş, sonuçta ortaya Mozart’ın Re Minör Requiem‘i en ünlüsü olmak üzere çok sesli müzikal zenginliği yüksek birçok ürün çıkmıştır.
Katoliklerde ölülerin ruhu için dua; (müz.) bu duaya mahsus ilahi; bir ölünün hatırasına yapılan merasim.
Ölüler için yazılan müzik. ölünün ruhu için okunan dua/ilahi. ölüler için yazılan müzik. ölüler için yazılan müzik. ölülerin ruhu için dua, ölü ayini ilahisi.
Katoliklerde ölülerin ruhu için dua; bu duaya mahsus ilahi, müz; dini tören, bir ölünün hatırasına yapılan merasim.
Ölünün ruhu için okunan dua/ilahi.
Hristiyanlıkta ölü ayini. bu tür bir ayin için yazılmış müzik parçası.
Ölüler için yazılan müzik.
Ölüler için dua. Ölünün ruhu için okunan dua/ilahi anlık-taslak.
“R” büyük harfle yazıldığı zaman: Ölü ruhların erince kavuşması için yazılan dinsel tören müziği. (Le Requiem de Mozart, de Verdi)
[ii].Adam Sanat dergisi, Aralık 2004 (Sayı: 227)
———————————————————————————
Özdemir İnce/ozdemirince.com
Yorum Gönder