5.5.2016 Günü saat 16
civarında, Batıkent’deki evime gitmek üzere, Ankara Adliye durakları önünden
İstanbul Yolu’na gidecek EGO otobüslerinin birine bindim, oturacak yer olmadığı
için ayakta, orta koridorda demire sırtımı
dayayarak yolculuğa başladım. Sırt çantam sırtımda, elimde içinde birtakım
yiyeceklerin olduğu bir poşeti de, her zaman cebimde taşıdığım (S) harfi
şeklindeki kancayla demire astım.
Yanımda yaşça hemen
hemen benimle emsal görünen kravatlı bir erkek de vardı. Onunla ayaküstü selamlaşıp
bir sohbet havası oluşturduk. Otobüs yolcuğunda yanımdaki insanla konuşmak,
sohbet yapmak, onu konuşturmaya teşvik etmek için bir bahane yaratırım. İkimiz
de sırtımızı demire dayadık, ayakta dikilerek yolculuk yapıyoruz yan yana.
O kravatlı beye,
nerelisiniz diye sordum, o da “Giresun’luyum” dedi. O, “sen
nerelisin” dedi. Ben de Kaman’lıyım dedim. Ona, Kaman nereye bağlı,
nerenin ilçesi, dedim o da “Niğde’nin” dedi. Gülümseyerek,
Kaman’ın nereye bağlı olduğunu anımsayamayan bu yol arkadaşıma, gülümseyerek peki
Of nerenin ilçesi, diye bu Karadeniz’liye sorunca Giresun’lu Güldü, “bir
Of’lu hikâyesi var bilir misin” dedi.
Anlat da öğrenelim,
dedim. Giresun’lu yol arkadaşım, başladı şu ilginç öyküyü anlatmaya:
“Öbür dünyada ne kadar azrail varsa mesai bitiminde
bir araya toplanırlar, sohbet ederlermiş, yaptıkları can almaları birbirine
anlatırlarmış. Biri dermiş, filan adama şu “mesajı
verdim cehenneme gönderdim”, kimi azrail “filana böyle yaptım, şöyle
yaptım da canını adım”, diyerek
sohbet ederler, mesailerini anlatırlarmış.
Bunlar öbür dünyada böyle söyleşirlerken, azrailın
birisi demiş ki, “öyle yaptık, böyle
yaptık diye övünüyorsunuz, gidin de şu Of’lu Değirmenci Mehmet’in hünerini bir
görün, azraila pabucu ters giydirir ha” deyince, azrailların en kıdemlisi, “şunu bir göreyim hele nasıl bir kulmuş da azraila pabucu ters giydirirmiş
ha” diyerek çıkışıp doğru Of’a gitmiş.
Of’a varınca, “şu
Değirmenci Mehmet varmış bana bir gösterin hele” diyerek sora sora
Değirmenci Mehmet’i bulmuş.
Azrail, Değirmenci
Mehmet çok iyi anlasın, diyerek biraz da şaka ve espri ile şöyle demiş:
“-Ula uşağım
Mehmet, seni arkadaşlar çok methettiler, ben seninle bir imtihan olmak isteyerum
da”. Değirmenci Mehmet, içinden
bir “velahule”
çekip, meydan okuyan bu azraila ister istemez “olur arkadaş, pilavdan dönenin
kaşığı kırılsın” demiş.
Değirmenci Mehmet’le Azrail
şöyle bir bahçelere doğru çıkıp, nasıl imtihan olacağız diye düşünürken, azraila
demiş ki:
“-Bak
arkadaş, seninle şöyle yapalım, şu tarlaya mısır ekelim, mısır bitince,
büyüyünce mısırın üstü benim, altı senin olacak” demiş. İnsanların canını almaktan başka bir şey bilmeyen,
tarla tapan, ekip biçmeyi bilmeyen azrail, biraz da böbürlenerek “tamam
olur arkadaş” demiş.
Uzatmayalım, tarlaya
mısırı ekmişler, mısır büyümüş, Değirmenci hasat zamanı mısırın üstünü toplayıp
götürmüş, azraile de “toprağın
altında kalanı senin” demiş. Azrail bakmış geride sap, yaprak, toprak
altında da saçaklı kök. Azrail aldatıldığını anlamış, ama kızmaya başlamış.
Azrail bu kez demiş ki
Değirmenci Mehmet’e:
“-Mısır işinde
beni kandırdun uşağum, bu sene de patates ekelüm, ama bu sefer de ben üstünü
alacağım sen altını alacaksın ha” .
Değirmenci Mehmet de
masum bir eda ile “tamam arkadaş razıyım öyle yapalım” demiş ve ekmişler patatesi
tarlaya. Tabi ekip biçmeden, bilgisi olmayan azrail, “bu sefer onu kandıracağım”
demiş. Gel zaman git zaman patatesler çiçek yaprak derken epey gümrahlanmış,
olgunlaşmış. Değirmenci Mehmet, sözleştikleri gibi, patates tarlasını
deşeleyerek toprağın altındakilerini almış, üstündeki işe yaramayan sap, yaprak
kısımları azraila kalmış. Sonunda yine aldatıldığını anlayan azrail daha çok
kızmaya başlamış Of’lu Mehmet’e.
Azrail, çok kızmış bir
tavırla, elinde biri uzun, biri kısa sağlam bir sopa almış, Değirmenci Mehmet’e
demiş ki:
“-Arkadaş
beni kandırdın, buna çok kızdım, seninle şu sopalarla dövüşmek istiyorum”
Azrail önce, kendine
uzun sopa almış, “şu adamı uzaktan nasıl olsa döverim” diye düşünmüş olmalı.
Değirmenciye de
haliyle küçük sopa kalmış, küçük sopayı almış, azraila demiş ki:
“-Arkadaş, böyle
dışarıda dövüş olmasın, millet başımıza toplanır, en iyisi şu kapalı bir yere
geçelim, orada dövüşelim, yenişelim” der.
Azrail “olur”
deyince kapalı yere odaya girmişler, başlamışlar dövüşmeye. Azrail’ın sopası
uzun olduğu için duvarlar arasında, duvarlara çarpıyor, bir türlü Değirmenci’ye
doğru dürüst sopayla vuramıyormuş.
Ama Değirmenci’nin sopası kısa olduğu için evire çevire
azrailı dövüyor.
Azrail, Değirmenci karşısında üç kez yenildiği için “pes” diyor; “pes” diyor ama bunu azrail arkadaşlarına nasıl anlatacağının
endişesi içinde oradan ayrılıyor.
Azrail, Of’lu Değirmenci Mehmet’in zekâsını, maharetini beğenmiş,
Türklerin Orta Asyalardan yiğit kahramanlarından Deli Dumrul’a verdiği ömür
kadar uzun ömür vermiş”.
Feleğin çemberinden
geçmiş, yaşamın rampaları karşısında biraz da yaşlanmış ve çökmüş görünen bu
adam benden iki yaş büyüktü. Benim hiç duymadığım bu ilginç laz öyküsünü
anlatınca, şaşırdım, çünkü genelde anlatılan fıkralar ve öyküler, Lazların
(İdris’lerin, Dursun’ların, Fadime’lerin) saflığı üzerine kurguludur. Oysa
burada Of’lunun “azraila bile pabucu ters giydiren” görünümü ve anlatımı vardı.
Bu öykü, güya Of’luların çok zeki olduklarını anlatıyordu, Giresun’lu Laz uşağı.
Bu ilginç öyküyü
anlatan Giresun’lu adama teşekkür ederek daha da yaklaştım. Bana, “kaç
doğumlusun” dedi, ben de ona, büyüklerim “Alaman Harbi’nin bittiği sene
doğdun” derlerdi, sen söyle bakayım, kaç doğumluyum, diye Giresunluyu
tarihten sınava çektim. Düşündü, düşündü, “1945 mi” diye yanıt verdi, “yav
sen hiç göstermiyorsun” dedi. (ek çıktı)
Otobüsün içinde böyle
konuşurken, İstanbul Yolunda, benim inişime göre yolun yarısına Çiftlik
kavşağına gelmiştik. Ona:
-Bu hikâyen çok
ilginçti, hoşuma gitti ve hiç duymamıştım, dedim.
Sohbet böyle devam
ederken, birbirimize “çoluk çocuk var mı, kaç tane”
sorgulaması yapıldı. Sohbetin burasında emekli öğretmen olduğunu öğrendiğim bu
yol arkadaşım, emekli meslektaşım evliliği ile şu garip ve heyecanlı
yaşantısını da anlattı:
EŞİNİ USÜLEN BOŞAMIŞ, AMMA!
“Bir gün hanım kartından 5000 lira çekip, çok samimi
olduğu komşuya borç para vermiş. Komşu kadın bu parayı ödeyememiş, borç bize
kaldı. Kadın, “bu gün vereceğim, gelecek
ay vereceğim” lafları ederken, biz de borç bizim değil, diye düşündük
önemsemedik. İş öyle değilmiş, borç bize kaldı. Borcu ödeyemediğim için, nasıl
olsa faiziyle o ödeyecek diyerek avunup zaman geçirdik. Bir gece bize borçlu kadın komşular tası
tarağı toplayıp kaçmışlar. Borç bize kaldı, ama borç 20 bine çıktı. Hanım
bankadan 20 bin lira kredi çekip borcu ödedi. Bu sefer krediyi ödeyemedik. İcra mücra
derken, ben şaşırdım, avukata danıştım, avukat dedi ki, “usulen karınla boşanın, soyadınız farklı olduğu için sana icra gelmez”
dedi. Biz buna uyup usulen boşandık. İş böyle devam ederken evde huzursuzluk
arttı. Bir gün, ben evde yokken, hanımdan boşandık ya, hanım eşyaların bir
kısmını toparlayıp kaçıp gitmiş. Mahkemeye versem, bir hak iddia edemem, zaten
boşanmış görünüyoruz. Ben evimi sattım, şimdi uzak bir yerde 500 lira kirada
oturuyorum, 73 yaşında bekâr kaldım”.
Aman üstadım bunlar
roman gibi, neler anlattın bana, diyerek şaşkınlığımı ifade ederken, aman aman,
ne göreyim otobüsten ineceğim yeri unutmuş durağı geçmişim, durağı geçtikten
sonra hatırladım, bir durak sonra indim. Çünkü yol arkadaşımın anlattıklarından
çok etkilenmiştim. Yol arkadaşım, ben inerken arkamdan “daha gerisi vardı” diye söyleniyordu.
Otobüs gitti, ben
yürümeğe başladım, ama araçta bir demire (S) harfi şeklindeki çengelle astığım,
içinde çeşitli yiyecekler olan poşet orada asılı kaldı, yani otobüste unutmuşum,
öylece gitti. Onun eleştirisinden çekindiğim için poşeti unuttuğumu, eve
varınca eşime söylemedim. EGO nun o hattaki unutulan eşya bölümünü defalarca
telefonla aradımsa yoktu. Ben o gün şaşkın bir haldeydim.
Cevat Kulaksızckulaksizster@gmail.com
Yorum Gönder