İrem ve İlker Kardeşlerden “Canım Hocam”a Mektup Var.
Anne ve Babalarının Karaciğerlerinden Nakledilen “Parça”larla Yaşama Dönen İki Kardeş
Kara tahta başında matematik öğretmenimin yüzüne bakar gibi baktım İrem'e. Ağabeyi İlker durumumu anladı, araya girdi:
İlker, koskoca delikanlı olmuş. İrem de büyümüş, serpilmiş, güzeller güzeli bir genç kız olmuş. “Dudullu Atatürk Meslek Lisesi, Pano Monitörlüğü Bölümü'nde okuyorum” dedi.
“Hani meydanlarda hareketli görüntülü, ışıklı reklam panoları var ya” dedi. “Bilgisayarda onların programlarının yapılması, sonra da o programların panoda oynatılması işi, yani...”
“Ya sen nerede okuyorsun?”
“Marmara Üniversitesi, Bilgisayar Programcılığı'nda okuyorum” dedi İlker. “İkinci sınıftayım. Bir de Açık Öğretim'de Medya İletişim okuyorum.”
İlker 22 yaşında olmuş; İrem 21. İlker'i tanıdığımda yıl 1996, yaşı sadece 6'ydı. Daha o yaşında dünya tıp tarihine geçmişti. Annesinin karaciğerinden alınan bir bölüm kendisine takılmış, yaşamına o karaciğeriyle tutunmuştu.
“Öyle kuvvetlice tutunmuşum ki yaşama, aynı kuvvetle de sarılmışım, bir daha da bırakmamışım işte... Bırakmaya da hiç niyetim yok...”
İlker şimdi önce Allah'a şükrediyor, sonra da “Allah'ın yardım ettiği 'Mehmet Haberal Canım Hocam'a şükrediyorum” diyor.
Üniversitede çalışma arkadaşlarının ve öğrencilerinin günlük konuşmalarında Prof. Dr. Mehmet Haberal'ın “Mehmet Haberal Hoca” ya da “Haberal Hoca” olan adı, İlker'in günlük konuşmasında,
“Haberal Canım Hocam”dır. “Ben kendisine 6 yaşımdan beri hep 'Canım Hocam' derim...” diyor.
***
İlker 6 yaşına geldiğinde, kendisi doğmadan iki yıl önce vefat eden ablası İlknur'daki belirtiler onda da görülmeye başlamıştı. Karnı, dikkat çekecek bir biçimde büyümüştü; teni sapsarıydı ve idrarı çok koyu renkli idi. Öğretmen Hasan Kamacı ve eşi Neriman Kamacı, ilk çocukları İlknur' un ölümüne neden olan belirtilerin şimdi de İlker'de oluştuğunu görünce, kurtuluşu yurt dışında aramaya karar verdiler. İşlemlerini yaptırdıkları sırada bir devlet memuru onlara, “Prof. Dr. Mehmet Haberal” adını duyurdu, çocuklarını bir de ona göstermelerini önerdi.
“Hastalığımın adının 'Byler' olduğunu o zaman öğrendik. Karaciğere giden safra damarlarındaki darlıkmış hastalığımın nedeni...”
Prof. Dr. Mehmet Haberal, “karaciğerini, 'son çizgi'ye kadar kullanmasını” önerdi İlker'e. Bu süre içinde kısa aralıklarla gözlemledi durumunu. Bir yıl kadar sonra da, kesin kararını verdi:
“Tamam, karaciğer nakli yapabiliriz” dedi ama... Nakledilecek uygun dokuda bir karaciğerin bulunabilmesi için belirsiz bir süre beklenilmesi gerektiğini de söyledi. İşte o an Neriman Kamacı kendini öne sürdü:
“Ben annesiyim” dedi. “Beni bir muayene eder misiniz, lütfen?”
Çeşitli tahliller, muayenelerden sonra Neriman Kamacı'nın karaciğerinden bir bölümün, oğlu İlker'e nakledilebileceği kararına varıldı. 6 yaşındaki İlker ameliyat masasına yatırılırken çevresindeki maskelilerin yüzleri ne bakmış, aradığı yüzü göremeyince gerilmiş:
“Canım Hocam Haberal ameliyat edecekti beni” demiş. “O neden yok?”
Maskeli adamlardan biri ona doğru eğilmiş, maskesini indirmiş ve yüzünü göstermiş:
“Bu muydu aradığın canın hocan?” demiş gülerek.
İlker o anı anlatırken şimdi de kahkahalarla gülüyor:
“Canım Hocam Haberal'ı orada yanımda görünce rahatladım. 'Canım Hocam' dedim ve gülmeye başladım. Ben gülmeye devam ettiğimi sanıyordum, meğer farkında olmadan, bana daha önce söyledikleri o derin uykuya dalmışım.”
Bir yıl sonra, kendisinden bir yaş küçük kardeşi İrem'in karnında şişme, renginde sararma dikkat çekmeye başlamış. Söze baba Hasan Kamacı girdi:
“Kızımla benim dokum uyuştu ve anne oğul karaciğer kardeşliğinden sonra ailemizde bir de kızımla ben baba kız karaciğer kardeşliği oluşturduk.”
Babasının karaciğerinden alınan ve kendine nakledilen bir bölüm, bukez 6 yaşındaki İrem'in yeniden “doğmasını” sağlamış.
***
Biri annesinden, öteki babasından alınan “karaciğer parçaları”yla yaşamlarına 6 yaşlarından sonra yeniden başlayan Kamacı kardeşlerin büyüğü İlker, ilköğretim okulu yıllarında Ümraniye'nin Çakmak Mahallesi futbol takımının kaleciliğini yapmış, lise yıllarında dansa merak sarmış, “break dans” ve “hip up dans”ta Ümraniye ve Dudullu'nun bir numaralı dans kralı olmuş.
“Şimdi zaman buldukça, arada sırada dans ediyorum” diyor. “İki üniversitede birden okuyorum. Bu aralar dansa ayıracağım zamanım da pek olmuyor.”
İrem'in ise aklı fikri tiyatroda. Yaşamda en büyük isteği, tiyatro oyuncusu olmak. Bu isteğini söylediği an eliyle hızla ağzını kapatıyor ve bir yanlışlığı düzeltmek istiyor: “Yaşamda en büyük isteğim tiyatro oyuncusu olmak dedim ama” diyor. “Üç yıldan beri yaşamda en büyük isteğim, Canım Haberal Hocam'ın özgürlüğüne kavuşması, benim de ziyaretine gidip, boynuna sarılmak...”
İlker giriyor araya, o da aynı “en büyük isteği”ni söylüyor:
“Yalnızca İrem'in en büyük isteği değil ki Canım Hocam Haberal'ın özgürlüğüne kavuşması... Benim de en büyük isteğim odur... Benim de en büyük isteğim onu hastanedeki odasında ziyaret etmek ve boynuna sarılmak, yüzünü öpmek...”
İlker bir anda, “Canım hocam Haberal”ı hastanedeki odasında ziyaret ettikleri günlerini anımsadı:
“Onu da, bizi de en çok keyiflendiren şeyin ne olduğunu da söyleyeyim mi?” diye soruyor ve yanıtımı beklemeden söylüyor:
“Biz hastanedeki odasına gittiğimizde yanında her zaman arkadaşları, misafirleri oluyor. İrem'i de, beni de şöyle sıkı sıkı kucaklayıp, bizi arkadaşlarına öyle bir tanıtması var ki...
Aslında biz onla övünüyoruz ama, arkadaşlarına karşı da o bizle övünüyor. İnsan vallahi öz çocuğuyla böyle övünmez, böyle gurur duymaz... Canım Hocam da, biz de çok keyif alıyoruz başkalarına tanıtılmamız işinden...”
Sonra durgunlaşıyor, donuk donuk sürdürüyor konuşmasını:
“Bizi arkadaşlarına tanıtması işini de çok özledim” diyor. Bu sözün yankısı, kızkardeşinden geliyor:
“Ben de çok özledim bizi başkalarına tanıtmasını…”
İlker'in de, İrem'in de küçük bir isteği oldu bizden. Bir mektup yazmışlar ama, gönderememişler
Canım Haberal Hoca'larına... “Acaba biz gönderebilir miymişiz?”
Serbest kaldığında mektuplarını, kendilerinin elden vermesini önerdim. Ama birkaç satırını buradan da duyurabileceğimi söyledim. İlker mektubu okul kitabının arasından çıkardı, okumaya başladı:
“Canım Hocam Mehmet Haberal, Size bu mektubumuzu kalbimizi dolduran minnet ve şükran duygularımızla yazıyoruz. Bizi hayatımıza yeniden döndüren ellerinizi öpüyoruz. Çünkü ben İlker ve ben İrem, hayatımızı önce Allah'ımıza, sonra siz büyüğümüze borçluyuz.
Kalbimiz, bize karaciğerinden birer parça veren tabii annemize de, babamıza da minnet ve şükran doludur. Meğer bizim kalbimiz, size hayatımız boyunca minnet ve şükran duygularıyla doluymuş ama biz bunun farkında değilmişiz. Çünkü çocuk yaşlarımızda, minnet ve şükran kelimelerini duymamıştık, onun için de bunun ne olduğunu bilmiyorduk. Sonra büyüdükçe o kelimeleri öğrendik. Fakat o zaman da asıl ne anlama geldiklerini tam olarak öğrenememiştik. Yaşlarımız ilerledikçe ve ikimiz de her yıl biraz daha büyüdüğümüzde, minnet ve şükran kelimelerinin anlamlarını tam olarak öğrendik. Meğer o iki kelime, bizim yüreğimizde zaten çocukluğumuzdan beri var olan ve sadece size ait olan duygularımızın adıymış.
Canım Haberal Hocam, Size üç yıldan beri karnelerimizi getiremiyoruz... Bizi üç yıldan beri arkadaşlarınıza tanıtamıyorsunuz. Onların karşısında siz bizimle gurur duyamıyorsunuz, biz sizinle övünemiyoruz.”
“Tamam, İlker... Yeter...”
“Gerisini okumayayım mı?”
“Özgürlüğüne kavuşunca hastanedeki odasında siz elinizle kendisine verirsiniz...”
Birden ayağa kalktığımı görünce, ikisi de yerlerinden kalktılar.
“Bize müsaade eder misiniz?”
“Evet, okula gideceksiniz, sen tiyatro kursuna gideceksin ...”
“Biraz daha otursaydınız, çocuklar” diyemedim.
Deseydim, biliyordum, oturacaklardı... Ve İlker devam edecekti mektubu okumaya...
Mete Akyol / Bütün Dünya
Yorum Gönder