Halit Çelenk Deniz Gezmişleri Anlatıyor 4- Mustafa Balbay
‘Ben de Deniz’leri savunmaktan yargılandım’
İşin yasal yanına bakılacak olursa ortada suç diye bir şey yoktu.
- Deniz’lerin yargılama sürecinde siz de yargılandınız. Bunu açar mısınız?
- Evet, ben ve avukat arkadaşlarım yargılandık. İlk olay 13.3.1972 günü avukat Erşen Şansal, avukat Sadık Akıncılar ve avukat Kemal Yücel’le birlikte Deniz, Yusuf ve Hüseyin‘i Mamak Cezaevi’nde ziyaretimizde gerçekleşti. Askeri cezaevi müdürlüğü epey zorluk çıkardıktan sonra yalnız benim gençlerle görüşmemi kabul etti. Müvekkillerimle konuşmalarımı dinleyen Mamak Askeri Emniyet Amiri Üsteğmen Burhan Poturna bir tutanak düzenliyor ve benim sözünü bile etmediğim bazı sözcük ve cümleleri yazarak Sıkıyönetim Komutanlığı’na bildiriyor. Sözde ben Denizler’e “Dışarıda biz avukatlarınız ve tüm devrimciler sizinle iftihar ediyoruz... İdam edilmeniz büyük bir olaydır, sizden sonraki kuşaklara her halinizle örnek olacaksınız. İşte bu nedenle infazınızda bulunmak istiyoruz. Sizin bu haliniz diğer devrimcilere örnek, eğitici ve ülkücü bir hareketin en büyük belirtisi olacaktır… Su bitmez havuzda… Ne demek istediğimi anlarsınız…” gibi şeyler söylemişim. Tutanağı askeri savcılıkta sorgu yapılırken görüyorum. Gerçi biz bu sahte tutanağın nedenini biliyoruz. Tutuklu gençlerin yakınlarına sarkıntılıkta bulunmaktan bu üsteğmeni sıkıyönetim komutanlığına şikâyet etmişiz. Ne var ki Ankara Sıkıyönetim Komutanlığı Askeri Savcılığa emir veriyor ve bu tutanağı kanıt göstererek hakkımda ölüm cezasını gerektiren bir suçu övmekten ötürü soruşturma emri verilerek tutuklanmam isteniyor. Sonuçta mahkeme, Binbaşı Siret Kurtcebe’nin aykırı oyu ile tutuklanma isteğimi reddediyor ve 28.4.1972 günü askeri savcılık hakkımda kovuşturmaya yer olmadığına karar veriyor.
- Bunun ardından ikinci bir soruşturma daha geçiriyorsunuz, değil mi?
- İkinci olay Deniz’lerin savunması sırasında gerçekleşti. Deniz Gezmiş ve arkadaşları hakkında açılan davada avukat arkadaşlarımla birlikte 136 sayfalık çok ayrıntılı bir toplu savunma hazırladık. Savunmada şöyle bir cümle geçmekteydi: “Eğer birtakım şartlanma ve art niyetlerle peşin yargıları bir kenara itersek, sayın savcının yanılgısının sebep ve neticeyi birbirine karıştırmasında, gerçek nedenlere inemediği için de davamız dışında kalan yüzeysel doktrin tartışmalarına girerek her çıkış noktasının doğal sonucu olarak ters sonuçlara varmasında ve bu yüzden de dayanaksız kalmasında olduğunu kabul etmemiz gerekir.” İşte bu tümcedeki “peşin yargı” sözcüklerinden dolayı sanık sandalyesine oturtulduk.
- Peşin yargıya karşılık peşin yargılama…
- İşin yasal yanına bakılacak olursa ortada suç diye bir şey yoktu. Bununla birlikte savunmamızda Türkiye’nin içinde bulunduğu ekonomik, siyasal ve toplumsal koşullar analiz ediliyor ve gençlik üzerindeki baskılar, Türkiye’nin emperyalizme bağımlılığı, yargısız infazlar, faşizm ve ülkeyi bu duruma düşüren siyasal iktidarların suçları anlatılıyordu. Diğer bir deyişle savunma, o dönemin bir fotoğrafıydı. Anlaşılan, bu durum zülfüyâre dokunmuş ve bizler bu nedenle sanık sandalyesinde yer almıştık. Sorgulamamız sürerken Ankara Hukuk Fakültesi ceza hukuku öğretim üyelerinden, Cumhurbaşkanlığı danışmanlığı görevinde de bulunmuş Sayın Faruk Erem‘e bir mektup yazdım ve söz konusu davada hakaret suçunun öğelerinin bulunup bulunmadığını ceza hukuku açısından değerlendirmesini rica ettim. Beni yanıtlayan Sayın Erem, kanıtlarla kullanılan söz ya da ifadenin hakaret niteliğinde olmadığını ve savunma hakkının kutsal olduğunu, böyle bir davanın ise bu hakkın kullanılmasında kuşku yaratabileceğini, bundan da adaletin zarar göreceğini bildirdi. Söz konusu yanıtı mahkemeye sunduk.
-Mahkeme nasıl yaklaştı?
- Mahkeme Faruk Erem’i eyyamcılık ve oportünistlikle suçladı ve ayrıca bizleri üçer ay hapis ve 500’er lira para cezasına mahkûm etti. İtiraz ettiğimiz Askeri Yargıtay 2. Dairesi, TCK’nin 486. maddesine dayanarak hakaret konusu tümcenin savunmanın sınırlarını aşmadığı gerekçesiyle kararı lehimize bozdu. Ankara Sıkıyönetim 3 No’lu Askeri Mahkemesi ise kararında ısrar etti ve bu direnme kararı üzerine dava Askeri Yargıtay Daireler Kurulu’na gitti. Ancak bu sırada 1974 Af Yasası’nın yürürlüğe girmesiyle birlikte dosya mahkemeye geri gönderildi ve davanın sürdürülmesi isteklerimize karşın Af Yasası nedeniyle dava düşürüldü.
- Yargılanmanız Deniz’lerin idamından sonra da devam etti…
- Evet…
İdam kararı yakalandıkları gün verilmişti
Yargılanan, eylemleri değil dünya görüşleriydi
- Deniz’ler daha yakalandıkları zaman onlar için idam kararı verilmişti yorumu bu değerlendirmelerinizle birlikte haklılık kazanıyor, değil mi?
- Çok doğru bir saptama. Gerçekten de Deniz’ler yakalandıkları zaman haklarında idam kararı verilmişti. Ve bu kararın nedeni onların eylemleri değil, dünya görüşleriydi. Sondan başlayacak olursak, Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının dünya görüşü en net ve öz biçimde idam sehpası altında “Yaşasın tam bağımsız Türkiye! Yaşasın Marksizm Leninizmin yüce ideolojisi! Yaşasın Türk ve Kürt halklarının bağımsızlık mücadelesi! Kahrolsun emperyalizm! Yaşasın işçiler, köylüler!” diye haykıran Deniz’in son sözlerinde saklıdır.
Tam bağımsızlık 1970’ler Türkiye’sinde 68 gençliğinin ve tüm sosyalist parti ve grupların temel şiarıydı. 1960’lı yıllarda Kıbrıs bunalımının bir yan ürünü olarak Türkiye tarihinde ilk kez dış politika tartışmaya açılmış ve ülkedeki Amerikan üslerinin varlığı, Amerika ile yapılan ikili anlaşmalar ve ülkenin NATO üyeliği eleştirilmeye başlanmıştı. Amerika ile yapılan askeri anlaşmalar öyle bir noktaya varmıştı ki ülkenin Milli Savunma Bakanı, ordu komutanı bile bu üslere sokulmamaktaydı. Örneğin, o dönemde 3. Ordu Komutanı olan Refik Tulga İncirlik Üssü’ne gider ve kantin, kütüphane, yemekhane, mutfak gibi yerleri gezdikten sonra askeri tesise doğru ilerler. Burada “Giremezsiniz! Buraya ancak Amerikan uyruklu kişiler girebilir” diyen bir Amerikalı albay tarafından komutanın yolu kesilir. Tulga “Ben ordu komutanıyım. Bulunduğunuz bölge(de) giremeyeceğim yer olamaz!” der. Amerikalı “Emir böyle” deyince Tulga “Bu, hükümranlık haklarımıza tecavüz değil mi?” der. Amerikalının yanıtı şöyledir: “Ama ikili anlaşmalar var.. Bir viski almaz mısınız Sayın Paşam?” Yanıtı “Hayır!” olan 3. Ordu Komutanı üssü terk eder (1. THKO Davası, Avukat Savunması, Mayıs 1974). Amerikalılar Türkiye’de işledikleri suçlardan dolayı Türk mahkemelerinde yargılanamamaktaydılar.
- Bu ikili anlaşma değil, tekli anlaşma. Amerikalı Türkiye’deki haklarını kayda geçirmiş…
- 1959’da yapılan bir ikili anlaşmaya göre siyasal iktidarın talebi halinde, Amerika’nın Türkiye’ye müdahale hakkı doğmaktaydı. Bu ve benzeri askeri, siyasi, ekonomik ve kültürel ikili anlaşmalar Kurtuluş Savaşı ile kazanılmış ülke bağımsızlığını ortadan kaldırmıştı. İşte Deniz’ler ve 68 genç-liği, bu duruma karşı çıkarak Türkiye’nin ekonomik, siyasal, toplumsal, askeri, kültürel alanlarda emperyalizmden bağımsızlığını istiyorlar ve bu yolda mücadele veriyorlardı.
Deniz’ler Marksizm Leninizmi dünya görüşü olarak benimsemişlerdi. Yani hedef, emekçilerin iktidarı yoluyla kurulacak sınıfsız sömürüsüz bir toplumdu. Bu toplumsal yapıya bağımsızlık olmadan ulaşılamazdı. Bağımsızlığa giden yolda, Türkiye halkı Türk’üyle Kürt’üyle, işçi ve köylüler yani emekçiler olarak emperyalizme karşı tek yumruk olarak mücadele etmek zorundaydı. Kurtuluş Savaşı’nı da Türkler ve Kürtler emperyalizme karşı birlikte vermişlerdi.
- Ana zemin emperyalizme karşı mücadele etmek. Bu durumda emperyalizmle işbirliği yapanlar da Deniz’lerin düşüncelerine karşıydı değil mi?
Dış yardıma ve dış sermaye çevrelerine göbekten bağlı ve bağımlı olan Türkiye işbirlikçi burjuvazisinin ve işbirliği içinde bulundukları emperyalistlerin çıkarları ile bu düşüncelerin ters düştüğünü rahatlıkla söylememiz mümkündür. Deniz’lerin bu yurtsever düşüncelerinin dalga dalga yayıldığını ve dünyanın ilk ulusal kurtuluş savaşını vermiş bir ülke halkının, emperyalizm ve işbirlikçileri olan siyasal iktidarlara karşı harekete geçtiğini bir düşünün. Buna izin vermeleri mümkün değildi. Ne pahasına olursa olsun Deniz’ler ve onların bağımsızlıkçı, sosyalist görüşleri susturulmalıydı. Ve idamlar yapıldı…
- TCY’nin 146. maddesini de bu amaçla mı kullandılar?
- Evet… Bu düşüncemizi kanıtlayan en önemli örneklerden ilki, 1971 yılında Askeri Yargıtay’a incelenmek üzere yollanan bir dosya ile ilgili olarak, Askeri Yargıtay Başsavcılığı’nın Genelkurmay Başkanlığı’na yazdığı 3/7/1971 gün ve 971/1285 nolu ve 971/11-99 Tebliğname sayılı tarihli yazısıdır. Bu yazıda “Marksist felsefe ışığında milli demokratik devrimi gerçekleştirmek üzere silahlı eylemlere girişmek ve bu suretle Amerikan emperyalizmi ve onun yerli işbirlikçilerini bertaraf ederek tam bağımsız ve gerçekten demokratik Türkiye’yi kurmak” amacına yönelik eylemlere ceza yasasının 146. maddesinin uygulanması gerektiği bildirilmiş ve sıkıyönetim komutanlıklarına ve askeri savcılıklara bu yolda emir verilmesi talep edilmiştir.
- Bu anlayış Meclis’e de hâkim olmuştu değil mi?
- Düşüncelerinden dolayı Deniz’leri idam sehpasına yollama çabaları TBMM’de de sürdü. Bilindiği gibi Askeri Yargıtay tarafından onaylanan idam kararları 10 Mart 1972’de TBMM’ye geldi. Kürsüde konuşan bir milletvekili şunları söylemekteydi: “…üç kişi ve bunların arkadaşları açıkça kendilerinin komünist, Maoist, Leninist olduklarını hem de tefahürle (övünerek) mahkemelerde ve her yerde ifade etmişlerdir. …Sorarım sizlere, bunlara idam cezası vermeyeceksiniz de kime vereceksiniz?” Yine bir başka milletvekili: “…onların niyet ve gayeleri Türkiye’nin meselelerini komünizmi hâkim kılarak halletme yoludur… Mahkemelerde ifadelerinde devamlı olarak ‘Biz Maocuyuz, biz Leninciyiz, biz komünistiz, biz bu yolda kanımızın son damlasına kadar mücadelede kararlıyız’ diyorlar.. (“İdam Kararı Tutanakları”, 68’liler Birliği Vakfı Yayınları, Ekim 1998). Bunun için ne kadar ıstırap da duysak, suçun vasfı ne kadar siyasi de olsa, biz mahkemenin verdiği kararı hiçbir zaman müebbet hapse tahvil edelim (çevirelim) düşüncesinden hareket edemeyiz…“ diyor.
Aybar: ‘Katiller serbest, Deniz’ler sehpada’
- Mehmet Ali Aybar’ın sözleri sizi çok etkilemişti, değil mi?
- TBMM’de Deniz’leri savunan ve idam kararına karşı çıkan M. Ali Aybar‘ın konuşması da bu görüşümüzü desteklemektedir. Aybar, konuşmasında “Deniz Gezmiş ve iki arkadaşının işledikleri suçlar adam kaçırma ve alıkoyma.. gibi ağır suçlardır. Ancak bunların siyasi suç niteliğinde olduğu da muhakkaktır… Bu üç genç, maddi fiillerinden yani banka soyduklarından, adam kaçırdıklarından.. dolayı idam cezasına çarptırılmıyorlar. Marksist Leninist oldukları için, bu fiilleri, basmakalıp bir Marksist Leninist strateji klişesine göre değerlendirilerek cezalandırılıyorlar. İdeolojik durumlarından hareketle, anayasayı zorla ilgaya ve TBMM’yi zorla ıskata teşebbüs ettikleri sonucuna varılıyor… Kanlı Pazar, Konya, Kayseri ayaklanmalarının ve nice cinayetlerin meçhul bırakılmış failleri ellerini kollarını sallaya sallaya gezerken, Deniz Gezmiş ve arkadaşlarını ipe gönderebilecek misiniz?” diyordu. (“İdam Kararı Tutanakları“, 68’liler Birliği Vakfı Yayınları, Ekim 1998). Gönderdiler, çünkü emperyalizmin ve işbirlikçisi siyasal iktidarın ve askeri cuntanın çakışan çıkarları öyle gerektiriyordu.
Yorum Gönder