Arap Baharı pek çok şeyi değiştirecek dünyada, burası kesin. Bundan nasibini medya da alıyor. Farkında mısınız bilmiyorum ama Batı gazetelerinde 'saha gazeteciliği' dönemi yeniden başladı. Medya, global bir ekonomik krizden nasibini alınca habercilikten de feragat etmişti.
Amerika'daki gazeteler artık Başkan'ı bile eski sıklıkla takip etmiyor.
Ama bir yandan da Ortadoğu'ya durmaksızın kıdemli yazar-muhabirler yollanıyor, sayfalar yeniden eski tip gazeteciliğe göre tasarlanıyor.
Kuşkusuz, haber yapmak pahalı. Dahası, artık okurların da habere pek bir ilgisi yok. Sadece Türkiye'den bahsetmiyorum, hemen hemen bütün dünya gazetelerindeki istatistikler bildiğimiz anlamda bu gibi haberlerin ilgi çekmediğini gösteriyor. Artık gazetelerin de elinde bir rating ölçümü var: Tıklanma. Ve bu rakamlar hepimizin sicilini ortaya koyuyor.
Ne yazık ki gazeteler sahaya yolladıkları isimlere çok para döküyor, oradan gelen haberler önemseniyor ama rating tablosunda hepsi geri kalıyor. Beyrut'tan, Bağdat'tan, Kahire'den gelen haberler tıklanmıyor, okunmuyor.
Batı basını bu haberlerde meslek onuru adına ısrar ediyor. Kendi prestijini koruyor ve gazeteciliğin temel işlevini yerine getiriyor.
Günümüzde başarının tek ölçüsü ekonomiyle ölçülüyorsa, acaba gazeteciliğin en temel işlevini de yeniden tanımlamak zorunda olduğumuz bir dönem mi başlıyor?
Haberi ucuza getirme arayışları duvara tosladı ne yazık ki.
Medya kuruluşları iletişim teknolojilerinin gelişimi sayesinde eskisi gibi haberin olduğu yerde olmadan da haber yapılabileceğine inanıyordu. Blog'lara, sosyal medyaya, yerel tanıklara fazla önem atfedildi.
Oysa geçenlerde patlayan 'Şam'daki eşcinsel kız' blog skandalı bu güveni sarstı. Malum, ayaklanmalardan haber veren bu blog'un sahte olduğu ortaya çıktı. İnternet çok tuzaklı bir alan ne de olsa...
Gazetelerin kendi elemanlarına güvenmeleri her zaman için daha sağlam bir adım.
Üstelik, Arap Baharı gibi dünyanın geleceğini şekillendiren bir süreci merkezdeki ofisten takip etmek de imkansız. Ama her medya kuruluşunun da mesela The Economist gibi her ülkede bir temsilciyi barındıracak gücü yok. Hele bizimki gibi medya operasyonunun mümkün olduğu kadar az insanla döndüğü bir ülkede?
Haber yapmak hem pahalı, haber ilgi çekmediği için de gazeteler, beraberinde de gazeteciler para kazanamıyor. Bu ciddi bir ikilem.
Belki bir New York Times para kaybetmeyi göze alarak haberde ısrar edebilir. Sahaya adam göndermeye, bu haberleri manşete taşımaya, tıklanmamayı göze almayı kaldırabilir. Buradan kaybettiği parayı başka bir yerden kazanmanın yollarını bulabilir: İnternet aboneliği gibi.
Ama kendimizi kandırmayalım, bizimki gibi pastanın çok ufaldığı bir medya sektöründe haber yapma lüksümüz kalmadı ne yazık ki. Gazetelerimiz ne yazık ki epey bir zamandır tarihe not işlevinden de uzaklaştı, bundan böyle de bunu yerine getirebilecek mi tartışılır.
Türk okuru için tanıdığı-bildiği bir ismin haberi neredeyse oradan seslenmesi de pek fark etmiyor sanki. Bu çabalar ancak marjinal bir takdir topluyor. Zaten televizyonda ajans görüntüleriyle iki saniye içinde hap gibi alıyor bu bilgiyi; bilgiye meraklı insanların yüzdesinin de giderek azaldığını unutmayın.
Tünelin sonu karanlık anlayacağınız. Bu aralar biraz bu konulara kafa yoruyorum; ne yazık ki net bir çözümüm de yok. Kafam epey karışık anlayacağınız.
İyimser bir temennim var... Bildiğimiz anlamda ajans muhabirliği müessesesinin lağvedilmesi, aynı şekilde kanaat bildiren köşe yazarlarının da tarihe karışması...
Çok daha az kadrolarla, çok daha büyük işler yapılabilir... Köşe yazarlarını sahaya sürerek, onlardan içlerine kendilerini de kattıkları yazılar bekleyerek. Haberi böyle farklılaştırarak...
Belki medya operasyonu daha küçülecek, rekabet daha da artacak ama hiç değilse önümüzdeki 10 yılda bu gidişle tek bir gazeteye, tek bir haber kanalına kalmayacağız.
twitter.com/orayegin
facebook.com/oryegn
Tükürdüğümü yalıyorumSeçimin hemen ertesinde Kemal Kılıçdaroğlu'nun siyasi hayatının 'de facto' bittiğini yazmıştım. 'Bu adam Alevi' diye yuhalatılan bir siyasi lidere halkın hiçbir şekilde oy vermeyeceğini iddia ederek...
Bakıyorum, bu iddiam şimdi Kılıçdaroğlu'nu devirmek isteyenlerin bir numaralı dayanağı olmuş.
Anadolu'da çok derinde ama çok etkili bir Alevifobi olduğu kesin. Kemal Kılıçdaroğlu da bu meseleyle bugüne kadar 'inkar' politikasıyla başa çıkmaya çıktı. Kendisinin Alevi diye yuhalatılmasına hiç tepki göstermedi, hiç sahip çıkmadı.
Fakat seçimin hemen ertesinde Habertürk'te Amberin Zaman'a öyle bir açıklama yaptı ki... İşte bu açıklama yüreğime su serpti... 'Alevi'yim, ne olmuş, suç mu' dedi. Belli ki bu konunun halının altına süpürülerek tartışılmayacağını anladı.
O zaman şimdi sözümü geri alma vakti. Kemal Bey'in siyasi hayatı daha bitmedi. Her türlü önyargıyı yıkmak, ezberleri bozmak, etnisitenin, dini inancın Türkiye'de siyasi liderliğe engel olmadığını göstermek için çabasını desteklememiz gerekiyor.
Darbeciye bak
Barış ortamına, diyaloğa, hoşgörüye çomak sokmaya çalışan odaklar yine harekete geçti diye boşuna demiyorum.
Önceki gün Star gazetesinde Sabancı Üniversitesi Öğretim Üyesi Cemil Koçak'ın dehşet verici bir yazısı yayımlandı. 'AKP'den kurtulma planı' diye özetleyeceğimiz bu yazıda Koçak muhalefetin birkaç seçeneği olduğunu iddia ediyor: Cumhurbaşkanı seçimi ya da olası bir ekonomik kriz...
Çalışmak, halkı ikna etmek yerine umudunu dış faktörlere bağlayan bir muhalefet var, burası doğru.
Ama Koçak'ın bir öngörüsü daha var... Telaffuz etmesi bile ayıp bu aşamadan sonra:
'Bu da olmazsa, hep söylüyorum, Ergenekoncular haklıdır diye, benim de aklıma askeri bir darbeden başka bir çözüm gelmiyor.' Adalet ve Kalkınma Partisi yüzde 50 oy almış, bütün herkes de bu oranı kabullenmiş. 12 Haziran seçimleri kaybedenlerin nerede yanlış yaptım diye düşünmesi için fırsat, aynı zamanda da sandıkla gelenin ancak sandıkla gideceğinin bir sağlaması oldu.
Hiç kimse ama hiç kimse darbe beklentisi içinde değil.
Balyoz paşası olarak bilinen Çetin Doğan bile bu sonucu kabul edip Başbakan'ın başarısını teslim etti.
Başbakan 'Helalleşme' çağrısı yaptı, medyada karşılık buldu.
Türkiye hızla normalleşme sürecine girmeye hazırlanıyor. Kopan ilişkiler yeniden inşa ediliyor, diyalog bir şekilde başlıyor.
12 Eylül paşalarının en azından sorgulanması bile toplumda bir konsensüs yarattı. Hiç kimse, en radikal ve uçuk fikirlere sahip olanlar bile 'darbe' demiyor.
Güya demokrat bir akademisyen ise köşesinden darbe kışkırtıcılığı yapıyor. Bu çirkin ve ayıp bir yazıdır. Böylesi bir dönemde herkesin çok daha dikkatli olması gerekirken hem de...
Belli ki birileri darbe olursa rahatlayacak. Anladım ki bu isimler bugüne kadar 'darbeci' diye damgalananlar değilmiş işte...
Yorum Gönder