Toplumsal kimliği olan insanların kişisel anılardaki yerleri çok farklı oluyor.
Elbette, bir annenin, bir babanın, bir kardeşin, bir dostun ölümünden sonra onunla yaşanmışlıklar hiç unutulmuyor...
Ama topluma mal olmuş kişilerin manevi varlıkları bu anılara eklendiği zaman ortaya, daha acı verici, canlılığını hiç yitirmeyen anılar çıkıyor.
Benim İlhan Selçuk’la yakın dostluğum ömrünün son dokuz yılını kapsar:
2001 yılında başlar ve 2010 yılında biter.
Çok yoğun bir birlikteliktir bu...
Gazetede hemen hemen her an, gazete dışında da sık sık beraberdik.
Günün olayları dışında, kimi zaman insanlara ve geçmişe ilişkin değerlendirmeler de yapardık.
***
Bazı çevrelerin ve özellikle bazı kişilerin, İlhan Bey’e karşı olan bitmeyen, ölümünden sonra da bütün şiddetiyle devam eden kin ve garezi beni şaşırtıyor ve insanların kötücül eğilimleri konusunda korkutuyor.
Bugün bunun üzerinde durmak istemiyorum.
Sadece dostluğumuzun başlangıç noktası olan bir olayı, beni Cumhuriyet’in yönetim kadrosuna almak istediği sıradaki bir anımı anlatmak istiyorum.
Bu anı, “benim tanıdığım İlhan Selçuk”un darbelere karşı tutumuna da ışık tutabilir diye düşünüyorum.
***
İlhan Selçuk’un önerisiyle Cumhuriyet’te 1996’da yazmaya başladım.
İlhan Bey’e sütunumun adı olarak birkaç öneri sundum.
“Aydınlanma” adını bunların arasından seçerek o koydu.
Sonradan öğrendiğime göre, yazmamı Oktay Ekinci kendisine önermiş, o da hemen “Tabii eski Kültür Bakanlığı Müsteşarı, çok iyi olur” demiş.
Aradan beş sene geçmişti.
Bir gün telefonum çaldı ve İlhan Bey Cumhuriyet’in Genel Yayın Yönetmeni olmamı önerdi.
Gerekçesi, Hürriyet’teki dört yıllık deneyimim ve beş yıldır Cumhuriyet’teki yazılarımdı.
Bu önerisi üzerine birkaç kez konuştuk.
Benim ilk tepkim, “Düşüneyim” biçiminde oldu.
Daha sonraki ilk konuşmamızda, “Türkiye’nin Toplumsal Yapısı” adlı kitabımda çıkan, sonra “21. Yüzyılda Türkiye” adlı kitabıma da aynıyla aldığım, Doğan Avcıoğlu’nun “Sivil-asker bürokratlar öncülüğünde darbe” modeli hakkındaki eleştirimi okuyup okumadığını sordum.
Kitapta özet olarak, sınıfsal değişme ve gelişmeleri dikkate almayan bir sivil-asker bürokratik darbe modelinin, 1970’lerin dünyasında Türkiye’de uygulanmasının olanaksızlığını anlatmaya çalışıyordum.
Ayrıca askerlerin darbe yapıp iktidarı sivillere vermesinin zaten akla uygun olmadığına ilişkin görüşümü de o konuşmada vurguladım.
Bana Cumhuriyet gazetesini emanet etmek isterken bu düşüncelerimi iyice bilip bilmediğini öğrenmek istemiştim.
Cevabı beni hem şaşırttı, hem onurlandırdı.
Herhalde biraz da abartarak:
“Senin yazdığın her satırı okudum” dedi.
Arkadan da sitem etti:
“Sen beni çaylak bir gazete patronu mu sanıyorsun, ben gazeteyi kime emanet edeceğimi bilmiyor muyum” dedi.
Ve ekledi:
“Ben seni zaten Atatürkçü demokrat kimliğin için istiyorum”.
Biraz daha düşündükten sonra Genel Yayın Yönetmenliğinin iş yükünü, bir hayat biçimi olarak taşımak istemediğimi fark ettim.
Çünkü bilenler bilir, haftada yedi gün, sabah 9, gece 12 arası tam zamanlı, çok dikkat isteyen, çok sorunlu ve çok sorumlu bir iştir.
2001 yılında 60 yaşındaydım.
Doğrusu hayatımın geri kalan kısmını böyle bir iş yükünün ipoteği altına sokmak istemedim.
Kararın verilmesinden önceki son konuşmamızda, önerisinden büyük bir onur duyduğumu söyledim ama yukardaki gerekçeyi kendisine büyük bir açık yüreklilikle anlattım ve Genel Yayın Yönetmenliği dışındaki herhangi bir görevi zevkle kabul edebileceğimi belirttim.
Onun üzerine Yazı İşleri Müdürü İbrahim Yıldız’ı Genel Yayın Yönetmeni, beni de Yayın Kurulu Danışmanı olarak tayin etti.
Birkaç yıl sonra da, Yayın Kurulu Başkan Yardımcısı yaptı.
İlhan Bey’in ölümünden sonra Yayın Kurulu üyeliğim devam ediyor.
Öykü kısaca böyle.
Buradaki tarihlere dikkati çekmek istiyorum:
İlhan Bey’in bana Genel Yayın Yönetmenliği önerdiği tarih 2001.
“Ergenekon iddianamesiyle” suçlandığı darbe girişimleri ise hep bu tarihten sonra.
Şimdi soruyorum:
İlhan Bey gibi, (iddianamede söylendiği üzere) akıllı, kurnaz, hesaplı biri, darbecilik yapacaksa, benim gibi darbelere karşı olan birini bu faaliyetlerinin hemen öncesinde gazetenin başına geçirmek ister miydi!
Benim tanıdığım İlhan Selçuk, darbeci değil, Atatürkçü anlamda, Sosyalist anlamda, bir devrimciydi.
Devrimci kişiliğiyle, Aydınlanmanın, Demokrasinin, Sosyal Devletin, Hukuk Devletinin, Laikliğin yerleşmesi için çalışıyordu ve tabii bu amaçları için, sivil ya da asker, politikacı veya yazar, liberal ya da milliyetçi, işçi ya da işadamı, herkesle işbirliği yapıyordu.
Zaten asıl suçu da, bana göre, devrimciliğiydi!
Yorum Gönder