SUNUŞ
Bir kişi başkasını özveriyle savununca sorarız; Sen onun avukatı mısın? Halit Çelenk Deniz'lerin avukatı. Doğrusunu söylemek gerekirse, her anlamda avukatı! 1970'ler karanlığını bütün yönleriyle yaşamış, avukatlık görevini yaparken, bu görevinden kaynaklanan yersiz suçlamalar nedeniyle sanık sandalyesine de oturmuş bir kişi. Deniz'lerin idamından sonra da onları bırakmadı, bir anlamda yaşatmaya devam etti. İdamlardan 36 yıl sonra Halit Çelenk'le her yönüyle 1970'leri konuştuk...
Deniz'ler 1961 Anayasası uygulansın dediler, anayasayı ihlalden idam edildiler
Cuntanın emri uygulandı
- Sayın Çelenk, Deniz Gezmiş'lerin idamının üzerinden 36 yıl geçti. Olayın pek çok yönünü konuşacağız... Toplumsal, hukuksal, siyasal, küresel bir dizi boyutu var... Siz her şeyden önce bir hukukçusunuz... Öneriniz de hukuk yanından başlamaktı, öyle yapalım... Sizce mahkeme hukuki miydi, siyasi mi?
- Davanın ve yargılama sürecinin hukukla bir ilgisi olmadığını ve tam anlamıyla siyasal bir süreçle karşı karşıya geldiğimizi rahatlıkla söyleyebilirim. Zaten olağanüstü dönemlerin en büyük özelliği hukuksuzluktur. Mahkeme boyunca yaptığımız hukuki itiraz ve savunmaların hiçbirisi dikkate alınmamış ve 12 Mart askeri cuntasının mahkemelere verdiği emir ve talimatlar doğrultusunda yargılama yapılmış ve kararlar alınmıştır.
Sorunuzun ayrıntılı bir yanıtına geçmeden önce anayasa hukuku ve ceza yargılama hukukunu ilgilendiren kısa bir açıklama yapmakta yarar vardır. 18. yüzyılın başlarında Fransız düşünürü Montesquieu Avrupa ülkelerindeki yönetim biçimleri üzerinde yıllarca süren bir araştırma yapmış, bu ülkelerde gördüğü keyfi yönetimlerin önlenmesi için yollar aramış ve 1748 yılında yazdığı "Yasaların Ruhu" adını verdiği kitapta görüşlerini açıklamıştır. Montesquieu'ye göre, keyfi yönetimlerin ve insan hakları ihlalinin nedeni, yasama, yürütme ve yargı güçlerinin tek elde toplanmasıdır. Çözüm olarak ise, bu güç ve yetkilerin ayrı ayrı organlarca kullanılmasını önermiştir. Yani yasama, yürütme ve yargı güçleri meclis, hükümet ve bağımsız yargı organlarınca kullanılacak, bu organlar birbirlerinin görev alanına müdahale etmeyeceklerdir.
- Bir anlamda kuvvetler ayrılığı ilkesinin temelinden söz ediyorsunuz...
- Evet... Böylece güç gücü durduracak ve güçler arasında bir ahenk kurulacaktır. Montesquieu'den sonra İngiliz düşünürü John Locke 'un da katıldığı bu düşünceler Amerika ve Avrupa'nın pek çok ülkesinde kabul edilerek yasa ve anayasalarda yer almıştır. Güçler ayrılığı ilkesine "İktidar Freni" de denilmektedir. Bu ilkenin en önemli yönü, uygulamada çok rastlanan yürütme ve yasama organlarının yargı üzerindeki baskılarını önlemesidir.
- İktidar freni olmazsa, demokrasi treni güvensiz yolculuk yapar, diyorsunuz... Ne yazık ki Türkiye'nin dünden bugüne değişmeyen tartışma konusu... Deniz'ler hakkındaki davada yargının yasama ve yürütme etkisi altında olduğunu mu söylüyorsunuz?
- İşte Deniz Gezmiş , Yusuf Aslan , Hüseyin İnan ve arkadaşları hakkında açılan ve üç gencin idamlarıyla sonuçlanan dava, bu müdahalelerin yapıldığı bir sıkıyönetim askeri mahkemesince görülmüştür.
Sıkıyönetim askeri mahkemeleri Askeri Mahkemelerin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkındaki 353 sayılı yasaya göre kurulmuş ve yönetilmiştir. Bu mahkeme bir kıta subayı ve iki askeri hâkimden oluşmuştur. Bu hâkimler ve askeri savcılar siyasal iktidara bağımlıdırlar. Çünkü onları sıkıyönetim döneminin yönetimi yani askeri yönetimi görevlendirmiştir. Bu yönetim adı geçen yasaya göre bu hâkimleri görevden alabilir, başka yerlere nakledebilir.
- Mahkemeye değil, mahkemeyi kurdurana bakalım diyorsunuz...
- Deniz Gezmiş davasında hukuki bakımdan bizim üzerinde durduğumuz öncelikli husus bu mahkemenin anayasaya aykırı olarak kurulmasıydı. 1961 Anayasası'nda hâkimlerin bağımsızlığından söz edilir. Söz konusu anayasanın 7. maddesinde "yargı yetkisi, Türk milleti adına bağımsız mahkemelerce kullanılır" der. Yani yargı yetkisinin serbestçe kullanılabilmesi için mahkemelerin bağımsızlığı ve hâkim güvencesi şarttır. Birçok askeri hâkim hatta generallerin bu konularda yazıları çıktı. Örneğin, Askeri Yargıtay Başkanı, Hâkim tümgeneral Rafet Tüzün , 12 Şubat 1973 tarihinde Milliyet gazetesinde yayımlanan yazısında "Bir heyete velev ki kanunla dahi 'mahkeme' demekle o heyetin, kişi veya organın; yargılama usullerini kullanmadan, bağımsız, teminatlı, hâkim nitelik ve niceliğinde olmayan kimselerden kurulup yargı görevi gördürülmesine imkân yoktur. Adli, askeri ve idari yargı hâkimlerine tanınan teminat, doğru bir adaletin tecellisi içindir. Askeri yargıya ait değişikliklerde de aynı ilkeler geçerlidir. İcra ve idarenin takdirleriyle hâkimlerin savcılık ve hâkimlik görevleri değiştirilir, atanmaları, yükselmeleri bu organ ve makamların arzusu içinde tutulursa hükümleri de bu makamların elinde olur. Devletin sağlam üç ayağından birisi olan yargının kırılması veya sakatlanması tüm devletin sağlamlığını ve gücünü yitirir" demektedir.
Daha sonraları Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi devlet güvenlik mahkemesinde görevlendirilen askeri hâkimlerin bağımsız olamayacaklarına karar vermiştir. Bu karar Türkiye Cumhuriyeti hükümetince uygulanarak DGM'lerde görevli askeri hâkimler alınmış, yerlerine sivil hâkimler ve savcılar atanmıştır. Bu da Deniz Gezmiş davasının ilk duruşmasında ileri sürdüğümüz anayasaya aykırılık itirazının çok haklı olduğunu göstermektedir. Biz, Sayın Rafet Tüzün'ün de değindiği konu dahil olmak üzere bu konuları tüm gerekçeleri ile geniş bir dilekçe halinde yazdık, Sıkıyönetim 1. No'lu Askeri Mahkemesi başkanlığına verdik. Ve 357 sayılı yasanın 16. ve 40. maddeleri ile 1402 sayılı yasanın 11. maddesinin 1. ve 2. fıkralarının anayasaya aykırı olduğunu ve konunun Anayasa Mahkemesi'ne götürülmesini istedik. Talebimiz reddedildi.
Bu durumda yargılamaların yapıldığı sıkıyönetim askeri mahkemesinin bağımsız mahkeme niteliği kazanmadığı, sadece bir kurul niteliğinde kaldığı ortaya çıkmaktadır. Sıkıyönetim askeri mahkemesi idare tarafından görevlendirilmiş bir kuruldur.
Deniz Gezmiş'in parkası
Halit Çelenk 'in evi Ankara'nın Bahçelievler semtinde Anıtkabir'i gören bir apartman katı. Şekibe -Halit Çelenk ailesi, "bu manzara bizim için ayrıca önemli" diyor. Salonun duvarları Türkiye'nin yakın tarihini anlatıyor. Yarım asrı aşkın zamandır savunmaların yazıldığı masanın üzeri dolu mu dolu...
Evin en değerli hazinelerinden biri ise Deniz Gezmiş'in parkası. Çelenk ailesinin duygularını fazla zorlamadan parkayı getirseler, fotoğraf çeksek, şöyle bir dokunsak dedim... Doğrusu biraz dokunaklı oldu. Özellikle eşi Şekibe Hanım'ın gözleri doldu. Şekibe Hanım için, "bir duygu denizinde yaşıyor" desek yeridir. Halit Çelenk'in anlatımlarına öylesine dokunaklı sözcüklerle kısa eklemeler yapıyor ki!
Deniz Gezmiş'in parkası Türkiye'nin en tanınmış giysilerindendir desek sanırım abartmış olmayız. Hemen tanınan ağır bir yeşil ve aslan yelesini andıran yaka... Şöyle alıp iki elimle kaldırdım; içinde biri varmış gibi duruyor! Ağırlığı da yerinde.
Kim bilir kaç kez Deniz Gezmiş'in elinin girip çıktığı ceplerde avuç içi izleri var. Parkanın ön bölümünde de yıpranmışlık çizgileri var ama daha çok nasır gibi duruyor.
Hüseyin İnan'ın kan kırmızı gömleği de Çelenk ailesinde...
Şekibe Hanım dalgın gözlerle parkaya bakarken, "ne güzel çocuklardı" diyor...
Fotoğraf çektikten sonra özenle katlayıp yerine koydular...
Canlı gibi duruyor... Deniz Gezmiş'in parkası...
Bu iş bitmedi diyor... Gelecek arkası!
Bazı pişmanlıklar çok geç kalır
İdam yönünde oy kullananlar yaklaşık 30 yıl sonra yanlış yapıldığını söylediler. Nahit Menteşe Türey Köse'nin kitabında şunları söylüyordu: "Deniz Gezmiş ve arkadaşları konusunda yanlış yaptık. Adli hatalar olabilir."
Türey Köse , ilk baskısı "Ölüme oy vermek" (Ümit Yayıncılık) ikinci baskısı "Yargılı İnfazlar" (Siyah-Beyaz) adıyla yayımlanan kitabında Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının idamı yönünde oy kullananlarla 30 yıl sonra yaptığı görüşmeleri aktardı. Bu kitaptan seçtiğimiz bazı bölümler şöyle:
Nahit Menteşe: Yanlış yaptık
Eski İçişleri Bakanlarından Nahit Menteşe , "yanlış yaptıklarını" düşünüyor: "Deniz Gezmiş ve arkadaşları konusunda yanlış yaptık. Adli hatalar olabilir. Apo'nunkinde böyle bir şey düşünmüyorum ama buna rağmen ' Sırf Apo için idam cezası uygulansın, kaldırılmasın' da diyemiyorum. O zaman, banka soygunu gibi olaylar kamuoyunda çok tepki yaratıyordu. Altında başka şeyler de vardı, rejimi korumak, nizamı korumak devlet adamının görevi. Devlet elden gidiyor görüşü vardı o zaman. Birtakım duyumlarımız vardı, bunlar da gözünü budaktan sakınmıyordu. O zamanki asker de bunların mutlak surette idam edilmesi taraftarıydı...."
İsmet Sezgin: Yanlış olmuştur
AP kökenli eski İçişleri Bakanlarından İsmet Sezgin de "Yanlış yaptık" diyor ve ekliyor:
"Bir fiili durum oldu adeta. O günün havasında Meclis başka türlü karar veremezdi. Onlar etkili oldu. Bir baskı ortamı vardı. O ortamdan kendini kurtaramadı Meclis. Öyle değerlendiriyorum onu. Yanlış olmuştur. İdamlar hiçbir meseleyi halletmiyor. Osmanlı'da bu kadar sadrazam katledildi, Menderes katledildi, bu gençler asıldı da ne oldu? Bir kin meydana geliyor. Bir küskünlük meydana geliyor. Adeta bir kütleyi de kaybediyorsunuz. Siyasetçiye en güzel ceza onu seçmemektir, denir ya. Beğenmiyorsanız oy vermeyeceksiniz. Ama bu hatalar yapılabiliyor. Devlet duygularla, heyecanlarla değil, akılla, hukukla yönetilir. Can almak Tanrı'ya mahsustur."
Zeki Çeliker: Vermiş miyim, unutmuşum
Eski Türk Parlamenterler Birliği Başkanı Zeki Çeliker 'in adı da üç gencin ölüm cezalarının infazına onay veren milletvekilleri arasında yer alıyor. Çeliker'i konuyla ilgili olarak aradığımızda önce "Hiçbir zaman bir idamı onaylayacak bir tavır içinde olmadım, elim kalkmadı" dedi. Tutanakları incelediğimizi anımsattığımızda "Demek ki unutmuşum, yanlış yapmışım" dedi. Belleğini biraz yokladıktan sonra da şöyle sürdürdü:
"Orada oylar blok olarak kullanılıyordu. Şartlar değişikti. Sokakta her gün sağdan soldan bir-iki kişi gidiyordu. İşin mahiyeti fikri manada tartışılmadan hissiyat içinde olabilir. Bugün gelinen noktada Türkiye'nin birliği, beraberliği, bütünlüğü, mutlu ufuklara gitmesi aslolandır. Bunu kişilerin idamına bağlayıp önüne set çekmek yanlıştır. Kim olursa olsun öldükten sonra ülkeye sağlayacağı bir fayda yoktur. Bir zarar varsa, bunu iyi düşünmek lazım. Pire için yorgan yakmamak lazım. Mazide olanları tasvip etmek mümkün değil. Bu vatan hepimizin. Bunları saptırıp da temizlenen dağı tekrar tahrik etmemek ve AB'nin iyi olabilecek niyetlerini sekteye uğratmamak lazım."
Oğuz Aygün: Deniz film artisti gibiydi, insanın içi sızlıyor
Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının ölüm cezasına onay verenler arasında yer alan ve o günlerde AP sıralarında oturan Oğuz Aygün , ölüm cezasının kaldırıldığı TBMM'de bu kez DSP sıralarında oturuyordu. Aygün, o günleri şöyle anlatıyor:
"Deniz Gezmiş yakışıklı bir adamdı, film artisti gibi, insanın içi sızlıyor. Belki ben de üzülmüşümdür, benim de gözlerim dolmuştur, keşke olmasaydı diye. Ama Deniz Gezmiş, arkadaşlarının lideri durumundaydı, fizik yapısı, durumu, inatçılığı ve iddialarıyla. Son dakikaya kadar kapıldığı yoldan en ufak bir sapma göstermeden Türkiye Cumhuriyeti'ne meydan okudu. O gün ona ölüm cezası verdik, o kararda benim de parmağım kalkmıştır. O gün verdiğim karardan bugün pişman değilim, ama üzülüyorum, bunlar olmamalı. (...) O günkü atmosfer öyleydi. Ya devletin prestiji sıfır olacak, ya Deniz Gezmiş asılacaktı. Devlet prestijini kurtarmak için, devletin gücünün hâkimiyetini zedelememek için parmağımızı kaldırdık. Her gün bir tek adam, filmlere konu olacak kadar yakışıklı, kabadayı bir adam devlete meydan okuyordu. O ideolojiye taviz verseydik, belki Türkiye'yi bugünlere getiremezdik."
Süleyman Demirel: Şartlar öyle icap ettiriyordu
Deniz Gezmiş ve arkadaşları hakkındaki ölüm cezasının görüşüldüğü dönemde AP sıralarının başında oturan Süleyman Demirel 'in siyasal çizgisi kendisini Çankaya Köşkü'ne dek taşıdı. 1972'de idamlara "evet" diyen Demirel, artık ölüm cezasının kaldırılmasından yana: "Devirler değişiyor, bundan 30 sene evvelin şartları bugün yoktur. Başka şartlar vardır. Bugünkü şartları düne götürerek düşünemezsiniz, çok yanlış olur. Ayrıca Türkiye demokratik, laik, üniter bir devlet. Çatı bu. Demokrasinin birtakım imkânlarından yararlanarak üniter laik devlet zorlanmıştır. 1970'li yıllar anarşi yılları, 80'li yılların ortasından itibaren aşağı yukarı 2000'li yıllara kadar da terör yıllarıdır. Anarşi yıllarında 6 bin vatandaşımız hayatını kaybetmiştir. Terör yıllarında 40 bin vatandaşımız hayatını kaybetmiştir. Suikastlar, sabotajlar, her çeşit vahşet cereyan etmiştir. Şimdi bunların cerayan ettiği bir Türkiye ile etmediği bir Türkiye farklıdır. (...) O günün şartları öyle icap ettirmiştir, öyle yapılmıştır.
Yorum Gönder