Karanlıkta Koşmak... - Hikmet Çetinkaya Köşe Yazısı
Yüreğin soyulduğu anıları toplamanın zamanıdır şimdi... İlkyaz gelip geçmiş, haziran çiçekleri kucaklamıştır bedenlerimizi...
Yol kavşağında ağıtların, kumruların, cansız duaların ötesinde, burada, ötelerde, kapalı kapılar ardında yılların özlemini gidermek için avunmak.
Bir süre susmak, hiç konuşmamak!
Engenio Florit’in güneşli dostluk köşelerinde dolaşmak.
Kara saatlerin ağırlığını duymayan ellerden, mahzenlerde yıllanmış şarapların yanı başından, güneş görmeyen odalardan kaçıp gitmek.
Sonra o sesi dinlemek gözlerimizi kapayarak...
Miklos Radnoti’yi:
“Dün yağmur çiseliyordu ve önümüzde
diz çökmüş bir insan gibi duran çalılıktan, çayırlığa
İki sevdalı çıktı ve uzaklaşıp gittiler
Çiçekler gibi açmış dudaklarıyla.
...........
Bugünse yamaçta bize doğru sürünen
toplardır ve balçık içinde dönen tekerlekler.
Miğferlerle örtülü alınlar
Ve arkada kan ve ter kokuları bırakarak
Yürüyen askerler.”
Savaşa karşı durmak... İkinci Dünya Savaşı’nı yaşamak... Kumral çocukluk günlerini aramak...
Ve haykırmak:
“Dizlerine kadar kan içinde duruyor şair... Söylediği her türküyü son türkü diye adlandırarak...”
***
Hıfzı Topuz’un Nâzım Hikmet’in aşklarını, acılarını, hüzünleri, tutkularını, mutluluklarını anlattığı romanı “Hava Kurşun Gibi Ağır”ı (Remzi Kitabevi) okurken düşünüyor insan ister istemez...
Uğranılan haksızlıklar, zulümler, kıyımlar... 1940’ların o karanlık günleri... Zindanlar, özgürlük... Moskova sabahları ve yurt özlemi.
İstanbul’dan kaçış... 13 yıl hapis... Af beklentisi.. Piraye, Münevver.. Sürgün... Vera... Vâlâ Nurettin’in (Va-Nû) Nâzım’ı “Bu Dünyadan Nâzım Geçti” adlı kitabıyla tanıtmıştı benim kuşağıma...
O kitapla Nâzım’ı öğrenmiştik.
Yaşama bakışını, yurtseverliğini, şairliğini...
Iraklı şair Abdülvahap el Beyati’nin “Nâzım Hikmet’e Ağıt”ını gel de anımsama şimdi:
“Sürgünde bir çocuktum ben
Özlem Kuşu can yoldaşım ölünceye dek
Gençliğim son aşkım
Kuşumdu, yoldaşımdı özlem
O ki uzanırdı yurduma gurbetten
Oysa onsuz
Sürgünden sürgüne attığı rüzgârların
Umarsız bir bulut gibiyim ben
Kim çalıyor kapımı, kim var dışarda
Uykuyla uyuşuyor gövdem
Al beni götür beni teknem İstanbul’a
Ölmedim yelkenlim ölmedim daha
Tepeden tırnağa uyuştu gövdem.”
Uğraşım gezginlik türküleri yakmak... Yüreğimse bir başına kimsesiz... Ağlıyor sessiz sessiz kaldırımlarda...
Bir haziran sabahında bahçede dolaşıyorum... Bir taşın üzerine oturup ağaçlara bakıyorum... ayaklarımın dibinde bir minik serçe...
Ağlamak istiyorum ağlayamıyorum.
Yeryüzünün tüm yalnızları, akşamları ve sabahları için...
Çığlık çığlığa bağırmak:
“Yeniden doğmaktır ölüm... Dönüştür, kucaklaşmak, sarılmaktır sımsıkı... Kumlarla, çakıllarla, sislerle, kayalarla... Işıklar söndü ve unutuldu bir çiçek...”
***
Elimin ve yüreğimin titreyişini hissediyorum... Zamana yenik düştüğümüz anları... Kitaplar, defterler, kaybolup giden umutlar.
“Anadolu’yu vermeyeceğiz” söylemiyle yola çıkan, Türkiye’nin dört bir yanından gelen çevreciler Ankara’ya sokulmuyor.
Küreselleşme ve sömürü düzeni sürüyor...
Nerede muhafelet, nerede aydınlar, sanatçılar, nerede?..
Bir suskunluk, yılgınlık, boş vermişlik...
HES’ler, siyanür, çokuluslu altın avcıları, yok olan ormanlarımız, ovalarımız, dağlarımız...
Akkuyu’ya nükleer santral...
Bir avuç çevreci Bodrum’da, Mersin’de, Sinop’ta, Köyceğiz’de, Fethiye’de, İzmir’de, Kaz Dağları’nda, Artvin’de eylemde...
Yüreğim onların yanı başında...
Dağın tepesinde oturup rüzgâra karşı, Kütahya’daki siyanür havuzunun çöküşünü, orada yaşayan insanlarımızın yalnızlığını düşünüyorum.
Yorum Gönder