Bu sefer de Heathrow'da istiridye barında... Başbakan Erdoğan'ın gazetecilere açtığı davaları geri çektiği haberini alıyorum. İlk önce kendi kendime '12 Haziran sonrası normalleşme' diye düşünüp, rahat bir nefes alıyorum. Hemen ardından bu karardan bazı isimlerin mahrum bırakıldığı haberi de geliyor.
'Olsun' diye düşünüyorum, 'Kötümserliğe kapılma. Bu da bir adımdır, bunun da devamı gelir.' Öyle ya da böyle, aksayarak da olsa helalleşme çağrısı karşılığını buluyor işte.
Bu kararın altında da binlerce başka 'gizli gündem' arayanlar olacaktır kuşkusuz. Tıpkı 12 Eylül generallerinin seçimden hemen önce savcılığa çağrılmaları gibi bu adımın da bir göz boyama olduğunu düşünenler çıkacaktır.
Epey bir zaman önce her şeyin altında 'niyet' okumaktansa sonuca odaklanmaya karar verdim. Gerekçesi her ne olursa olsun, çıkış sebebinden bağımsız olarak 12 Eylül generallerinin yargılanması da olumlu bir adımdır, gazetecilere açılan davaların geri çekilmesi de.
Başbakan Erdoğan'ın demokrasi anlayışında aksayan bir taraf var. O demokrasiyi sadece çoğunluğun egemenliği olarak görüyor, azınlıkların da hakları olduğuna, onların da korunması gerektiğine, demokrasinin aslında azınlığın özgürlüğü anlamına geldiğine inanmıyor.
Emekleye emekleye, geç de olsa Başbakan Erdoğan da demokrasiyi olması gerektiği gibi yorumlayacaktır diye temenni ediyorum.
Eksik de olsa, tam istediğimiz gibi bir adım olmasa da Erdoğan'ın bu gibi girişimlerine destek vermemiz gerekiyor.
Biraz da böyle deneyelim, bir şey kaybetmeyiz. Bunca sene iktidarın her adımına karşı pek çoğumuz kuşkuyla yaklaştık, yaptıkları hiçbir şeye alkış tutmadık, hiçbir şeyi beğenmedik, onları kabullenmedik.
Ama sonunda elimizde kala kala koskoca bir yenilgi kaldı. Beraberinde de karşılıklı ötekileştirme, düşmanlaşma. Bu gerginlik politikasından, bu düşmanlık kültünden hiç kimsenin eline bir şey geçmedi. Dahası, körü körüne yapılan eleştiriler sonunda söylenen sözün kıymetini de ortadan kaldırdı, ciddi bir samimiyet erozyonu yaşandı. İtirazların hiçbir karşılığı olmadı, iktidar nezdinde 'Bunlar zaten bize düşman, ne yapsak yaranamayız' diye gözardı edildi.
Bir yanılsamamız da iktidar karşıtlarının, Erdoğan'a körü körüne düşman olanların halkın genelinde de daha fazla temsil edildiğiydi. Meğerse bu itirazların halkta bir karşılığı yokmuş, bunu gördük. Üçüncü dönemde normal şartlarda yıpranması, oylarını düşürmesi gereken bir parti hala çıkış ivmesinde ve yüzde 50'ye ulaşmış.
Yüzde 50'lik bir zafer hepimize mesaj: Öncelikle bu sonucu, Türkiye'nin gerçeğini, seçimini kabullenmemiz artık zorunlu. İkinci aşamadaysa karşılıklı uzlaşma, diyalog için bir adım. Yüzde 50'yle göreve gelmiş bir iktidar artık kendisine karşıt olanları da kabullenecek olgunluğa ulaşmak zorundadır.
Aşırı iyimser ve temeli olmayan hayaller mi bunlar?
Belki de... Ama bu kadar zaman kuşkucu ve kötümserdim de ne oldu?
Saf bir iyimserlik de olsa ben Başbakan'ın 'helalleşme' çağrısının olumlu olduğuna inanmak istiyorum. Bu elin daha fazla kişiye uzatılacağını düşünüyorum.
Tek bir tehlike var. Her zamanki gibi 'barış ortamına' çomak sokmaya çalışan bazı odaklar. Özellikle basında adlarını sadece son birkaç senede duyduğumuz bazıları bu diyalog ortamını bozmak için ellerinden geleni yapıyorlar. Samimiyeti karalamaya, iyi niyetli yaklaşımları gölgelemeye çalışıyorlar.
İşin kötüsü, bunu güya Başbakan'ın arkasına saklanıp, ondan aldıkları güçle yapmaya çalışıyorlar.
Bir spikerin ekranda 'Hele bir Başbakan'la görüşeyim, bakalım kimler parmaklıkların arkasından bakacak, kimin başına neler gelecek' diye yaptığı tehdit konuşması İnternet'te dolaşıyor.
Neyse ki TGRT doğru olanı yapıp bu kendini bilmezin hemen işine son verdi. Demek ki böyle tehdit savurmak o çevrelerde bile artık kabul görmüyor. İyimser olmak için bir neden daha...
'Helalleşme' Başbakan Erdoğan'ın en büyük taahhüdüdür.
Bay burunWoody Allen'ın 'Sleeper' filminin bir yerinde ölen diktatörden geriye sadece bir burun kalır. O burundan yola çıkarak diktatörü yeniden diriltmeye çalışırlar ki rejim devam etsin.
Benim için o burun Serdar Turgut'tur. Eşi Rana çok uzun zamandır elinde kalan bir burundan 'Serdar Turgut' yaratmaya çalışıyor ama bir türlü olmuyor. O buruna kendi varlığını sürdürmek için olmadık işler yaptırılıyor: Daha dün darbe isteyen, 'İçinde askerin de yer aldığı bir teknokratlar hükümeti kurulsun' diye açık çağrı yaparken birden demokrat uyandığını iddia ediyor... Birkaç sene öncesine kadar 'milliyetçi bir Türkiye' öngörüp bu söyleme sığınmıştı. Son seçimden önce 'AKP zirveye ulaştı, bu aşamadan sonra sadece düşecek' diye öngörülerde bulunuyor, patronları tarafından 'Sen artık siyaset yazma' diye kulağı çekiliyor, şimdi de 'Herkes benim dediğime geliyor' diyor.
Burun işte, yaptığında akıl ve mantık aramak imkansız. Ciddiye almayın.
Tek bir gerekçesi var: Rana'nın kredi kartı borçları ve Ümraniye'deki ev taksitleri. Para insana neler yaptırıyor işte, şekilden şekle giriyor; mutasyona uğruyorlar.
Hayatını böyle yozlaştırdığı için, başkalarını da kendisi gibi ucuz, kolay satın alınır zannediyor.
'Sleeper'ın sonunda diktatörü burnundan diriltmek isteyenleri büyük bir hayal kırıklığı bekler.
Woody Allen o burnu düşürüverir, üzerinden de bir silindir geçer ve dümdüz eder.
O silindir de benim işte.
Ya bizde olsaydıPerŞembe günkü International Herald Tribune'da okudum. Abercrombie & Fitch açılmış meğerse Paris'e. Ohio merkezli ve 'kaslı' insanlara hitap eden, kıyafetlerin etiketlerinde bile 'muscle' yazan mağazanın Avrupa'daki ikinci mağazası Champs-Elysees'deymiş.
Fransızlar arasında hemen bir tartışma çıkmış tabii...
Gençliğimiz her şekilde Amerikanlaştırılıyor diye. A&F'ten alışveriş yapan, kapıda dört saat kuyruk beklemeyi göze alanlar ise 'Biz halimizden memnunuz, 'Gossip Girl' veya 'True Blood' izleyip bu kıyafetleri giyiyoruz.'
Fransızlar bunun bir tür kültürel emperyalizm olmasından endişe etmekte haksız değil aslında.
Yıllar önce Oliviero Toscani 'mono kültür' diye bir kavram ortaya atmıştı: Dünya o noktaya geldi işte. Türkiye'de de 'Gossip Girl' izleyip kendilerini onlarla özdeşleştiren ayrıcalıklı genç kızlar yok mu? Orta Amerikalıların 'Beyaz' olma özentisiyle ortaya çıkan Abercrombie & Fitch markası ise yerkürenin her yerinde gençlerin statü üniforması oldu. Bu kadar çok taklidi yapılmasından belli...
- - -
'Kas' bu mağazanın kurumsal kimliğinden belli. Aşırı erotik, hatta homoerotik reklamlarıyla da biliniyorlar.
Paris'teki açılışa da her biri seçme 100 erkek model getirmişler. Mağaza bu çiftlik çocuklarını başvuruyla kabul edip özel bir elemeden geçiriyor. Vücutlarının kusursuz olmasına özen gösteriliyor. İçlerinden bazıları ünlü bile oldu: Channing Tatum, Superman'in gençliğini oynayan Tom Welling gibi...
Neyse, üstü çıplak 100 erkek model Paris'teki mağazadaki yerlerini almış, müşterilerle fotoğraf çektirmeye başlamışlar. Fakat bir süre sonra polis basıp zorla giydirmiş bu çocukları... Meğerse Champs-Elysees'de 'yarı çıplak' dolaşmak yasakmış...
Bir gün Abercrombie and Fitch illa ki İstanbul'da da açılacak. Bakalım o zaman olay çıkacak mı?
Yorum Gönder