“Şimdi vaziyeti mütalaa ediyorduk. Ben Kuşçalı’dan (İstanbul’dan
Ankara’ya gelirken) çektiğim telgrafa aldığım cevabın, Ankara’da gördüklerimle
tamamen itilaf edememesi şeklinde gizli bir ızdırabın zebunu idim… (Ankara’daki
çevre, Anadolu) insana bir boşluk, bir çöl hissi vermekteydi.
- Öyle görünür
Nadi Bey, dedi, öyle görünür. Zaten bu büyük işin zevki de işte buradadır. Bu
çölden bir hayat çıkarmak, bu ihtilalden bir teşekkül yaratmak lazımdır.
Mamafih sen ortadaki boşluğa bakma. Boş görünen o saha doludur, çöl sanılan bu âlemde
saklı ve kuvvetli hayat vardır. O millettir, o Türk Milletidir. Eksik olan şey
teşkilattır, işte şimdi onun üzerindeyiz.
Ben pratik olmayı iltizam ettiğim için
doğrudan doğruya Yunan cephesinden (bahsettim). İyi hazırlanmış muntazam bir
kuvvet vardı ve onun karşısında da bizim gayri muntazam kuvvetlerimiz.(1) Bence
cepheyi tutan oradaki Kuvayı Milliye değildi, belki (Milen hattı) denilen siyasi vahime idi.
Paşa’nın gözleri parladı:
- Bunu bana Sivas’ta
yazdınızdı, o cephelerden de aynı mealde müracaatlar vaki oldu. İsteniliyordu
ki Sivas’ta ve şurada burada oturarak vakit geçireceğime -sanki buralarda boş
vakit geçiriyormuşum gibi- gideymişim de o cephelerin başına geçeymişim. Basit
bir müşahide ve telakki bu noktai nazara hak verebilir. Fakat benim oraya
gitmekte hiç acelem yoktur. Ve o cephelerin hayır ve selameti için acelem
yoktur. Mustafa Kemal Paşa Demirci Mehmet Efe olamaz Nadi Bey. Bunu böyle
söylemekle oradaki arkadaşların kıymetlerine halel vermek istemiyorum. Bilakis
onlar pekiyi adamlardır ve vatan için işte fedakarane çalışıp duruyorlar. Fakat
hareketlerinin mecmu kıymeti vatanperverine bir tezahür mahiyetini tecavüz
edemez. Bu da bir kıymettir. Fakat bu kıymet manevi bir kıymettir. Yunan
orduları ise maddi bir teşekkül olduğundan yalnız böyle manevi bir kuvvetle
durdurulamaz. Balıkesir, Manisa ve Aydın cephelerine karşı alakasız değiliz.
Fakat oradaki mevcutla, o havalinin mevcudu ile, o işi halletmek imkanı olamaz.
- Onun için bunca talep ve müracaatlara rağmen
ben oraya gitmedim. Yunan cephesi Aydın veyahut Manisa livalarının cephesi
değildir. Yunan cephesi, bütün memleket ve bütün vatan cephesidir.* Ne zaman bütün memleket bu cephenin hakiki
manası bu olduğunu anlar ve öyle de benimserse, işte bu cephe o zaman denize
dökülmüş olur. İşte ben şimdi bu hakiki lüzum ve zaruretin tesisi peşindeyim.
Hatta halledeceğimiz şey yalnız bir Yunan cephesinden ibaret de değildir. Memleketin
selameti ve milletin istiklali bahis mevzuudur. Önümüzde (Misakı Milli) var ki
bütün prensiplerimizi mütevazıyane bir şekil ile ifade ediyor. Düsturu
vazetmişizdir. Milletin istiklalini vatanın son kaya parçası üzerinde müdafaa
edeceğiz, kurtaracağız veya –eğer mukadderse- öleceğiz. Fakat eminiz ki
ölmeyeceğiz ve kurtaracağız.(2)
- Meclis’in ne
vakit toplanabileceğini tahmin ediyoruz? Bir de her kerameti meclisten beklemek
niyetinde miyiz? Açık söylemek için ben bu niyet ve kanaatte değilim. Zaten
ızdırabım da ondandır.
- Bu ızdırap
beyhudedir… Ben bilakis her kerameti Meclisten bekleyenlerdenim.
Nadi Bey, bir devre yetiştik ki onda her
iş meşru olmalıdır. Millet işlerinde meşruiyet (yasalara uygun oluş) ancak
milli kararlara istinat etmekle, milletin (genel hislerine) tercüman olmakla hâsıl
olur. Milletimiz çok büyüktür. Hiç korkmayalım, o esaret ve zilleti kabul
etmez. Fakat onu bir araya toplamak ve kendisine “Ey Millet, sen esaret ve
zilleti kabul eder misin?” diye sormak lazımdır. Ben milletin vereceği cevabı
biliyorum. Ben milletin büyüklüğünü biliyor ve bu sual karşısında onun o suali
soran çocuklarını (ölesiye) seveceğini ve alınlarından öpeceğini biliyorum. Ben
biliyorum ki bu millet bu suali soran çocukların aldıkları tedbir ve
(düzenlemeleri) canla başla kabul edecektir. Onun için işte ben şimdi bu
yoldayım, onun çok sağlam bir yol olduğuna kaniim.(3)
- Paşam,
nazariyat çok güzelse de gerçekler önemlidir. Mesela Ankara’da beni huzursuz
eden en büyük şey ordunun yokluğudur. Hakikat odur ki, eğer elimizde istinat
edilecek bir ordu bulunmazsa bütün bu güzel nazariyat suya düşüp gidebilir.
- İşte
aramızdaki fark bilhassa burada göze çarpıyor. Bence Meclis nazariye değil, hakikattir ve hakikatlerin en büyüğüdür.
Evvela Meclis, sonra ordu Nadi Bey. Orduyu yapacak olan millet ve ona
vekilen meclistir. Çünkü ordu demek, yüz binlerce insan, milyonlarca ve
milyarlarca servet ve sâman demektir. Buna iki-üç şahıs karar veremez. Bunu
ancak milletin karar ve kabulü meydana çıkarabilir ve bir kere bu hale
geldikten sonra milletin hayat ve mevcudiyetine zıt olan mezalim ve baskının
tümünü bertaraf etmeye muktedir olma salahiyetini yalnız nazariye olarak değil,
fiilen de kazanmış oluruz.”(4)
Mustafa Kemal’in sözleri sanki bir demokrasi dersidir.
Sözlerimizi minik bir yorumla noktalamak istiyoruz. Bizce Atatürk’ün benzersizliğinin
sırrı bu sözlerde saklıdır. Bütün Dünya tarihi içinde benzer şartlarda ulusunu
kurtarmak için çaba gösteren yüz liderden doksan dokuzu büyük bir ihtimalle
önce güçlü bir ordu kurmak isteyecektir. Çoğu sivil lider için Ordu en büyük ve
en önemli güç kaynağıdır. Ancak bir kişi, asker bir lider Mustafa Kemal; önce
Meclis yani Halk Yönetimi- Demokrasi, sonra Ordu- Güç diyor. Bu yazıyı Mustafa Kemal Atatürk’ü bir
diktatör olarak gören ve göstermek isteyenlere ithaf ediyoruz. **
DİPNOTLAR :
(1) Aynı konuda
İsmet Bey’de Mustafa Kemal Paşa’yı sıkıştırmaktadır. “Atatürk’e bir noktada
mutabık olalım diyorum. Nümayişlerle, telgraflarla ve nihayet gerilla ile
netice alabilir miyiz?” Bknz. İsmet İnönü Hatıralar-I, s.181
* Sakarya
Muharebesinde ünlü “Hattı Müdafaa yoktur, sathı müdafaa vardır, o satıh bütün
vatandır” ifadesinin kaynağı bu düşünce sisteminden başka birşey değildir.
(2) Y. Nadi,
Ankara’nın İlk Günleri, s.96-98
(3)Aynı eser, s.98-99
(4) Ankara’nın İlk Günleri, s.99-100
** Atatürk- Demokrasi ilişkileri
konusunda bakınız: M.Galip Baysan: Türkiye’de Demokrasinin Kurulusunda Ordunun
Rolü Birinci Kitap (1700-1918) ve İkinci Kitap (1918-1950) ( İzmir-2004)
Dr. M. Galip Baysan
Yorum Gönder