Bütün yargılamalarda hukukun, ama yalnızca hukukun söylenmesi, siyasetin bu alana müdahale etmemesi, temel bir ilke haline getirilmelidir. Sadece yürütmenin değil, yasamanın da işlemlerinin denetiminde bu duyarlılık zaafa uğratılmamalıdır.
Kamuoyunda yargı ile ilgili tartışmalar, her geçen gün daha da artıyor. 12 Eylül 2010 halkoylamasının esası “yargı reformu”na dayanmaktaydı. Ancak o tarihten bu yana, yargıya güven, bütün çabalara rağmen, gitgide daha da azalmaya devam ediyor. Silivri duruşmaları süreci, “Deniz Feneri” gibi davalar, yargının bağımsız olmadığı algısını gideremediği bir yana, bu kez “Adalet ve Kalkınma Partisi” yöneticileri tarafından siyasetin yargı vesayeti altında olduğuna ilişkin demeçleri sık sık dile getiriliyor. 17 Aralık 2013 günü gerçekleştirilen yolsuzluk ve rüşvet operasyonu ile bir grup siyasetçi, işadamı gözaltına alındı. Bu operasyon sürecinde, sulh ceza hâkiminin “uygun kararına” (CMK md. 162) rağmen, savcının verdiği emrin, adli kolluk tarafından yerine getirilmemesi, hukuk çevrelerinde yürütmenin bariz bir şekilde yargıya müdahalesi olarak ifade edildi.
Savcının açıklaması
Bu olay üzerine, sulh ceza mahkemesinin kararını da uygulatamayan savcının, adliye önünde açıklama yapması çok eleştirildi. Hatırlanacağı gibi “savcı”, eski söyleyişle müddeiumumi “kamu namına iddia eden ve kamu davası açma görevi olan” (CMK md. 170) kişidir. Başsavcılıkça elinden dosyası alınan savcının bu acil durumda, en son çare olarak, adliye önünde açıklama yapmış olmasını bu çerçevede değerlendirmek yanlış olmayacaktır. 4 Aralık 2004 tarih ve 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanunu’nun (CMK) 160169. maddeleri soruşturma işlemlerini düzenlemektedir. Cumhuriyet savcısı, maddi gerçeğin araştırılması ve adil bir yargılamanın yapılabilmesi için, emrindeki adli kolluk görevlilerinden yararlanarak şüphelilerin, lehindeki ve aleyhindeki delilleri toplayarak koruma altına almak ve haklarını korumakla yükümlüdür (CMK md. 160/2). Adli kolluk görevlileri, emniyet, jandarma, gümrük, sahil güvenlik teşkilatında, soruşturma işlemleri yapanlardan oluşur. Soruşturma işlemleri savcının emir ve talimatları doğrultusunda öncelikle adli kolluğa yaptırılır. Soruşturma sırasında sadece savcının emrinde çalışırlar. Adli görevlerinin dışındaki hizmetlerde, kendi mensup olduğu teşkilatındaki üstlerinin emrindedirler. Adli kolluk görevlilerine, adli görevi bulunmayan üstleri tarafından, yürütülen soruşturma ile ilgili emir ve talimat verilemez.
Yürütmenin yargıya müdahalesi
17 Aralık 2013 operasyonundan hemen sonra, Adalet ve İçişleri Bakanlığı’nın 1.6.2005 tarihli yönetmeliğinin değiştirilerek (bkz. R.G. 21 Aralık 2013), soruşturma açmak ve adli kolluğa emir verme yetkisini kullanan savcılar, bundan böyle bu yetkilerini, ancak ildeki başsavcıların onayı ile kullanabilecekleri gibi, emniyet müdürü de adli kolluk amiri olarak öngörülmüştü. Bu durum, yürütmenin yargıya müdahalesinin tipik örneğidir. Nihayet vali ve emniyet müdürü soruşturmada görev yapan adli kolluk görevlisini başka bir yere tayin ederek soruşturmayı engelleyebilecekti. Bu yönetmeliğe karşı Barolar Birliği’nce açılan iptal davası ve bu arada, Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu (HSYK) da 25 Aralık 2013 günü bu konuyu Genel Kurul’da görüşerek oyçokluğu ile şu duyuruyu yaptı: “21.12.2013 tarihli Adli Kolluk Yönetmeliğinde Değişiklik Yapılmasına Dair Yönetmelik’in 2’nci ve 3’üncü maddeleri yargı bağımsızlığı, kuvvetler ayrılığı ilkeleri ile anayasanın ve Ceza Muhakemesi Kanunu’nun ilgili hükümlerine açıkça aykırıdır.” Bu duyurunun yayımlanmasının Danıştay’da görülmekte olan iptal davasını etkileyeceği, bu nedenle de anayasanın 138. maddesine aykırı olduğu, hükümet üyelerince ileri sürüldü. Oysa HSYK Genel Kurul kararları, “Genelge” adı altında kendi internet sitesine konulmaktadır. Adli kollukla ilgili olarak daha önce, 18 Ekim 2011 tarihli 7 sayılı genelgesinde “Adalet Bakanı ve Mülki Amirler (vali, emniyet müdürü) de dahil olmak üzere, savcıların dışında hiçbir merciin talepte bulunma ve adli kolluğa emir verme yetkisi kalmadığı” belirtilmişti. Bu arada, saat farkı ile Danıştay’dan yönetmelik değişikliği ile ilgili yürütmeyi durdurma kararı açıklandı. Bu kararla, HSYK duyurusu arasında “mahkemeyi etkileme” bağlantısı kurmak pek isabetli olmamaktadır. Zira HSYK’nin iki yıl önceki (2011 tarihli) genelgesi, Danıştay üyelerince kuşkusuz bilinmekteydi. Danıştay’ın yürütmeyi durdurma kararı bir anlamda “malumu ilâm” etmekte, yani bilinen ve açık olan bir hususu doğrulamaktadır, diyebiliriz. Kaldı ki “Danıştay İdari Yargılama Usulü Kanunu”na göre (md. 27/2) “uygulanmakla etkisi tükenecek olan idari işlemlerin (yönetmelik gibi) yürütülmesi... İdarenin savunması alınmaksızın da durdurulabilir” hükmü uyarınca, çok kısa sürede kararını verebilmiştir. Böylece Danıştay, yönetmelik değişikliğinin uygulanmasını gecikmeksizin durdurarak, tekrar adli kolluk kuvvetlerinin, sadece savcılığın emir ve talimatlarına bağlı olarak çalışmasını güvence altına almıştır. Çünkü idarenin hukuka aykırı işlemler yapması halinde, yargı tarafından denetlenebilmesi demokratik hukuk devletinin gereğidir. Bu hususun “yargı vesayeti” olarak tanımlanmasının hukuki bir değeri yoktur, deyim yerindeyse buna “abesle iştigal” denir.
Anayasa değişikliği
Yukarıdaki örnekte olduğu gibi, bütün yargılamalarda hukukun, ama yalnızca hukukun söylenmesi, siyasetin bu alana müdahale etmemesi, temel bir ilke haline getirilmelidir. Sadece yürütmenin değil, yasamanın da işlemlerinin denetiminde bu duyarlılık zaafa uğratılmamalıdır. Yolsuzluklarla köklü ve sürekli, kalıcı mücadele verebilmenin yollarından biri de acilen yapılacak bir anayasa değişikliğinde, yasama dokunulmazlığının ceza soruşturma ve kovuşturmalarına engel olmaması öngörülmelidir. Bunun için anayasanın 83. maddesinin 2. fıkrasındaki “... suç işlediği ileri sürülen bir milletvekili, Meclis’in kararı olmadıkça tutulamaz, sorguya çekilemez, tutuklanamaz” cümlesindeki, “sorguya çekilemez”, “yargılanamaz” ifadelerinin metinden çıkarılması isabetli olacaktır. Ancak bunun sonucunda, bir milletvekili hürriyeti bağlayıcı yaptırımla karşılaşacak olursa, bu durumda TBMM’nin kararı zorunlu olmalıdır. Birkaç dönem milletvekili seçilen biri (üç dönem = 12 yıl), uzun bir süre sorgulanmadan, yargılanmadan uzak kaldığında, dosyasındaki delillerin yok olmaları, şahitlerin hayatta olmama, çıkarılan af kanunları ile yapay bir biçimde aklanmaları hukuka olan güveni sarsar. Yolsuzluklarla ve rüşvetle mücadelede ödün verilmemesi, huzurlu ve temiz toplum temelinde, demokratik hukuk devletinin gerçekleştirilebilmesinin ön şartıdır. Bu açıdan, TBMM komisyonlarında bekleyen, binlere yaklaşan “şüpheli” dosyalarının işlem görmemesi, hiçbir seçilmişin sineye çekebileceği bir durum değildir sanırım.
Erdoğan TEZİÇ/Cumhuriyet
Yorum Gönder